bugün

hey gidi günler diye içlendiren durumdur. herkesin doğumundan sonraki ilk 18 yaşına kadar geçirdiği zaman olmakla mütevellit. bu çocukluk sürecinde yaşanan büyük olaylar ileride büyüyünce dostlarla toplanıldığında hep muhabbetlere konu olacaktır. buradan izniniz ile çocuklara sesleniyorum, çocuklar siz siz olun içinde bulunduğunuz zamanın su gibi akıp gitmesine izin vermeyin her anınızı dolu dolu yaşayın vesselam.
bir zamanlar çocuktuk,çocuktuk ve çok mutluyduk.
"Biz büyüdük ve kirlendi dünya" tümcesinin hakkını veren başıktır. Çocuktuk bir zamanlar yalansız ve mutluyduk. Karar veici tek bir organ beyindi.
yıllar öncesini film şeridi gibi gözler önüne serebilen cümle öbeği.
minicik ellerimizle dünyayı değiştirebileceğimize inanırdık. en büyük kaygılarımız daha iyi ip atlayabilmek, yerden yüksekte kimseye yakalanmamak veya her teneffüs leblebi tozuna kavuşan ilk birey olmaktı. doyasıya çocuk olabilen şanslılardandık biz şimdikiler ise çocukluk sandıkları yanılsamada arafta.
büyüyerek kurtulduğumuz hastalık...
bilimsel olarak güzel bir hayatı olmayan kişilerin çocukluğunu daha çok özlediği kanıtlanmıştır.
insanın dünyayı yavaş yavaş tanımaya başladığı zamana kabaca çocukluk diyebiliriz.

bir zamanlar çocuktuk. hepimizin çocukluk dönemleri farklıydı tabiki. benim çocukluk zamanımda yollar daha topraktı. o toprak yollarda koşar, oynardık sabahtan akşama kadar. eve varınca annemizden güzel bir terlik senfonisi dinlerdik. "seni doğuracağıma bir kalıp sabun doğursaydım, hiç olmazsa çamaşırları yıkardı, bir işe yarardı" cümlesi çınlardı kulaklarımda. o zaman yoktu bilgisayar. çamurdan evler yapar, mühendislik zekamızı geliştirirdik. ellerimiz çatlardı çamurla oynamaktan. dışarda yağmur yağardı, oyun sahalarımız evin içi olurdu. minderlerden kaleler yapardık kendimize. sonra bir iki komşu çocuğu çağırır, evin içinde kendimize bir oyun sahası kurardık. yerden yüksek oynardık. bir divandan öbürüne sıçrar dururduk. terlikleri araba yapar sürerdik. yalnız çok ustaca yapardık bunları, annemiz seslerimizi duyup bizi kapı dışarı etmesin diye. akşam olurdu artık herkes dağılırdı evlerine. evin reisi gelirdi işten yorgun argın. hemen bir yer sofrası kurulurdu. toplanırdık etrafına, sonra başlardık çar çar çar konuşmaya. eee daha çocuktuk bizim lafımızı dinleyen olmazdı. lakin bizden iyi de dinleyen olmazdı anlatılanları. sonra geçer sobanın yanına kıvrılırdık kedi gibi. aklımıza gelirdi bir muziplik. hemen gider patates soyar atardık sobanın üstüne. sonra usta aşçılar gibi pişirmeye çalışırdık. akşamları çizgi film olmazdı o yüzden televizyonda pek ilgimizi çekmezdi hani. varsa yoksa yaramazlık peşinde koşardık. kış geceleri yağmur yağdığı zaman -özellikle gök gürültülü sağnak yağış ise- direk anne babanın arasına koşardık ışık hızıyla. o zamanki hızım şimdi olsa zaten atletizmde ödül bile alabilirdim o ayrı bir konu. uyurken çişimiz gelirdi, o koridordan geçip tuvalete gitmek o zamanlar için çok büyük cesaret isteyen bir işti. koridorun karanlığını nelere benzetmedik ki. yürüyen ağaçlar oldu, duvarların elleri oldu, terliklerin dişleri, kapının ardında bekleyen bir hırsız vs. her şeye benzettik o koridor karanlığını. oysa lambayı akmak hiç gelmezdi aklımıza.

tuhaf tuhaf yemek isimleri üretirdik kendimizce. pirinç pilavına beyaz pilav, bulgur pilavına siyah pilav, mantıya yoğurtlu ekmek vs. gibi yemekler kazandırdık dünya mutfağına. zamanın çizgi filmlerinin karakterlerinin basılı olduğu tişörtleri giydiğimiz zaman kendimizi onları yerine koyardık. çıkardık sokağa "batman geliyorrrrrrrr" diye nara atardık. çizgi filmlerle kendimizi özleştirip hayal dünyamızı geliştirirken, aynı zamanda kendimize yalan yanlış bir dünya yaratırdık. derken sonra okula başladık hepimiz. ilk gün okulda salya sümük ağlayan bebelerde oldu tabi ki. kocaman bir sorumluluk yüklediler sırtımıza, her gün okula git-gel başladı sonra. eğlenceliydi aslında okul yılları da sabahın köründe kalmak, elli yıllık karından ayrılmak gibi geliyordu. ev ödevlerini halının üstünde yapmanın keyfi bir başkaydı ama. halının üzerine uzanırsın, tam televizyona yüzün dönecek şekilde, önünde defter kitap, elinde kalem, gözün televizyonda. öyle öyle ders çalışılırdı. şimdiki gibi bilgisayar başında zaman mı geçirirdik la? bilgisayarı ben zaten ilkokul 3. sınıfta gördüm. üç tane bilgisayar vardı okulda, sınıf mevcudu 50 kişi, ders saati bir. sadece 30 saniye oynama -dokunma- hakkımız vardı. oda sevişip ilişkiye girememek, çırılçıplak karıya dokunamamak gibi bir şey oluyordu. birde sınıfın en güzel kızını seçme adeti vardı ya la. bizim sınıfta büşra diye bir hatun vardı o zamanlar. sınıfın en güzel kızı oydu. geçenlerde gördüm ergenlikten kalma sivilcelerini saklamak için kafasını fondotene sokup çekmiş. konu dağılmasın. o kıza verilirdi en güzel defter kapları, en güzel kalemler. ilkokul aşkıydı işte. sonra ortaokulda artık kırmızı güller verilmeye başlandı hoşlandığımız kızlara. sonra defterden bir sayfa koparıp ilk şairlik denemelerini yaptık. yapmadık mı? yaptık. ortaokulda artık kendimizi büyük gibi hissediyorduk, yetişmiş bir birey muamelesi görmek için götümüzü yırtıyorduk. babamız şamarı çekince kulağımızın dibine dibine o zaman anlıyorduk ki daha dünkü bebeydik. ortasonda hepimiz artık birer asi styla görünümlü beyfendi olmuştuk. erngeliğe girdik ya hani, atarın biri bin para. bizden büyük bizden delikanlı adam yok ortalıkta. sınıfta yapılan masturbasyonlara değinmiyorum bile. zaten artık masturbasyon yapıyorsak çocuk değildik. eşşek kadar adam olmuştuk evlensek çocuğumuz olacak. işte böyle dostlar, çocukken hanginiz yapmadınız ki bunları? hanginiz istemiyorsunuz ki geri çocukluğunuza dönmeyi? istisnalar hariç hepimiz istiyoruz. artık geçti gitti zaman dönüşü yok...