bugün

hasan sabbah

görsel

Sabbah, sürekli bir yakalanma ve taciz edilme korkusuyla toplanacakları gizli bir sığınak yerine Selçuklu imparatoruna karşı mücadelesini korunaklı bir şekilde yürütebileceği, uzak ve erişimi imkansız, müstahkem bir üs kurmanın peşindeydi.

Nihayet bu üs için, Elburz (Elbruz) Dağlarının kalbinde, yaklaşık elli kilometre uzunlukta ve en geniş yeri beş kilometre kadar olan, etrafı çevrili ve bayındır bir vadiye egemen konumdaki heybetli bir kaya üzerine inşa edilmiş Alamut Kalesi’nde karar kılmıştır.

Deniz seviyesinden iki bin metre kadar yüksekteki kale, kayanın tabanının yüzlerce metre üzerinde, yalnızca sarp ve dolambaçlı bir patikadan çıkılabilen bir yerde bulunmaktaydı.

Kayalığaysa ancak sarp ve kimi yerde üst üste binmiş tepeler arasında akan Alamut Nehri’nin dar boğazından geçerek ulaşılabiliyordu

Rivayete göre kale, Deylem krallarından biri tarafından inşa ettirilmişti. Ava çıktığı bir gün kral kartallarından birini salıvermiş, kartal da bu kayaya konmuştu.

Bunun üzerine kral, kayalığın stratejik öneminin farkına vararak derhal buraya bir kale inşa ettirmişti. “Ve bu kaleye Deylem dilinde ‘kartalın öğretisi’ anlamına gelen Aluh Amut ismini vermişti.”

Kale, 860 senesinde bir Alevi hükümdarı tarafından yeniden inşa ettirilmişti ve Hasan’ın buraya vardığı sırada onu Selçuklu sultanından almış olan Mehdi adlı bir diğer Alevi hükümdarının elindeydi.

Böylelikle yandaşlarını kaleye konuşlandırmış olan Hasan, Kazvin’den ayrılarak bir süre gizleneceği Alamut yakınlarına gitmiştir. Ardından, 4 Eylül 1090 günü gizlice kalenin içine getirilmiş, bir müddet kalede tebdili kıyafet dolaşmışsa da zamanla kimliğini açık etmiştir. Kalenin önceki sahibi olan bitenin farkına varmışsa da gidişatı değiştirebilmek için elinden hiçbir şey gelmemiştir.

Bu sayede Hasan Sabbah, Alamut’un efendisi ilan edilmiştir. Kaleye girişinden ölümüne dek geçen otuz beş yıllık süre zarfında bir kez bile kayalıktan aşağıya inmemiş, ikamet ettiği evin dışındaysa yalnızca iki kez bulunmuş ve her iki seferde de çatıya çıkmıştır. Reşidüddin bu durumu şöyle anlatıyor:
“Ölümüne dek geçen zamanın tamamında, oturduğu evin içerisinde kitap okumakla, ‘davet’in’ kelamını yazıya dökmekle ve hükümranlığının meselelerini idare etmekle meşgul olmuş; dünyevi zevklerden uzak, kanaatkar ve dindar bir yaşam sürmüştü.”