bugün

ölümün sesi

soğuk, gri, bulanık bir hava... insanlar silüet gibi gözlerimin önünden süzülürken aklım yan odada canını teslim etmekte olan cankardeşimde... etraf sisli, bulanık... gözümün önüne biri adeta olan biteni daha az görmem için perde çekmiş... koridorda köşede yere çökmüş, başını iki elinin ortasında sabitlemeye çalışan, ağlamaktan gözlükleri buharlanmış babama bakıyorum sessizce... ağlarken hiç görmediğim dev gibi babam şu an aciz, ölüm karşısında çaresiz, kadere boynunu bükmüş kendi kendine birşeyler söylemekte sessizce... tamamlanmayan cümleler, anlamsız kelimeler çıkmakta ağlama sesiyle ağzından... etrafta tanıdık tanımadık bakıp da göremediğim bir sürü silüet... her yer bu kadar bulanıklaşmak zorunda mı? biri adete gözlerimin çözünürlük ayarlarıyla oynadı daha az görmem için... nasıl bu kadar sisli gözükebilir her yer; uyandıktan sonra hatırlamakta zihnimi zorladığım bir rüya yaşıyorum sanki... babamı teselli etmeye güç bulamadan yan odaya, müdahale odasına süzülüyorum... annem yatağın başında canımın en içi kardeşimle konuşuyor, saçını okşuyor, sorular soruyor ama kendi cevap veriyor... cankardeşim sessiz, hareketsiz, gözleri kapalı, kalbi durmuş şekilde uzun uykusuna dalmış, ruhunu teslim etmiş bile... inkar evresi başlıyor. “sen ölmedinki. yok, hayır. sen ölemezsinki. yalan söylüyorlar, bak sıcacıksın” diyor annem kendinden gayet emin ses tonuyla. içimden “anne!” diyorum. “öldü kardeşim. deme böyle, kabul et!” az bir vakit sonra kendimi cankardeşimin elinden tutmuş, doktorlara “bakın, elimi sıktı, gülümsüyor” derken buluyorum. benim için de uzaktan “öldü kardeşin. deme böyle, kabul et!” diyen var mıydı acaba... morg için prensesler gibi uykusuna dalan cankardeşimi hazırlığa geliyorlar ve bir ses başlıyor tekrar etraftan kulaklarıma ömür boyu çakılı kalacak olan ve her duyduğumda bu anı bana yaşatacak olan... “ölümün sesi” ... kadın ve erkek sesleri karışık, uğultu misali... ağlamayla karışmış... sözlerin birbirine girip karıştığı... anlamsız harflerin cümle olmaya çalışıp tamamlanamadığı o uğultulu ses... inliyor adeta duvarlar... ölümün sesi... inkar edilmeye çalışılan o çok sevilenin upuzun uykuya dalışına çıkarılan ses... iliklere işlenen, dizlere arkadan vurmuşçasına duyanın dizlerinin bağını çözen ses... hep mi aynı olur... ya da bir defa canının içinde bu sesi yaşayan hep mi metrelerce öteden anlar bu sesin hep aynı oluşunu...
ölümün sesini tanımamın üstünden 6yıl geçmiş, doktor olarak bulunduğum nöbette bizim katta yatan başka branşın hastası... yakınlarının sessiz, çaresiz bekleyişleri, koridorun en köşesine çöküşleri odadan kopan bir çığlıkla yerini ölümün sesine bırakıyor... aynı uğultu... aynı bulanıklık... aynı sis çöküyor birden etrafa... aynı harf karmaşası, cümlenin sonu gelmeden havada uçuşan kelimeler... ağlamalar... inkar cümleleri... bir teyzenin sesini duyuyorum “bakın, bakın! gülümsedi!”... yanından daha genç bir bayan sesi; “evet bakın, gülümsüyor! hem elini de oynattı, bakın!” ... gözlerim doluyor... “doktor hanım, neden ağlıyorsunuz, size noldu?” diyor hemşire hanım. “ölümün sesini duydum.” diyorum, “her yerde aynı.” ...