bugün

içime dokunuyor bazı eski dokunuşlar

eylul ayındaydık ve bütün mevsimler birbirine çarpıyordu bir yazın son günlerinde. bir akşamüzerini beklemek bir daha hiç böyle ürpertmedi içimi. bir kadını beklemek hiç bu kadar anlamlı olmadı 13 eylul ' dür..
gökyüzü kararırken hafifçe ve gece elçilerini yollarken kumsalımıza, ben; acaba salıncağa mı otursam, duvara mı yaslansam diye düşünüp duruyor ve ilk randevusuna hazırlanan toy bir oğlan gibi kalp atışlarımı kontrol edemiyordum. daha bir kaç saat önce hafifletmeye çalıştığım bir acı vardı. ama şimdi bana kendi acısından sözeden; iki yıldır gözlerindeki titrek hüzne satırlar yazdığım kadını; bir hayatı bekler gibi bekliyordum..

geldiğinde ağzımda o anda farkedip yoketmeye çalıştığım şapşal bir gülümsemeyle kapının önündeki basamaklarda oturuyordum. onu gördüğüm o andan sonra bir daha asla aynı adam olamadım;

omuzlarında ip askıları olan; ayçiçeği renginde boydan bir elbise, ayağında şık terlikler, ince ayak bileklerinde bir gökkuşağı gibi gözkamaştıran ince gümüş bir halhal, omuzlarında küçük buselere benzeyen minik kızıl çillerle girdi bahçeye ve yüreğimin kuytularına. adımları, bakışları, sesi sabah ki ürkeklikten uzaktı. sanki birşeylere kızmış ama sonra vazgeçmişti. birşeylerin kararını vermişti sanki. anlamak için yüzüne baktım dikkatlice. aydınlıktı. gülümsüyordu. ayağa kalktım. hiçbirşey söylemeden tekrar bahçeden çıkışını izleyerek peşinden gittim. sanki akşamın olmasını beklediğimiz o saatlerde suskunluk sözü vermiştik kalplerimize.

eylul ayındaydık.. kumsalda ikimizden ve ürpertilerimizden başka kimse yoktu. aramızda iki karış mesafeyle yanyana yürüyorduk ve dünyanın en sert rüzgarları esiyordu o dar ama sert kayalıklı kanyonda. aramızdaki bütün yabancılığa, yaşanmış acılara, çekincelere rağmen tenlerimiz arasındaki çekim hissedilebiliyordu. terliklerini bahçe kapısının önüne bırakmış, yalın ayak yürüyordu. küçük ayaklarında kanlı buseleri andıran bordo ojeli parmakları vardı. ben o parmaklara sanki tunçtan bir piyanonun tuşlarına bakar gibi bakıyordum. hiç konuşmuyorduk. batan güneşe ilerleyen iki süvari gibiydik. gökyüzü yaşadığımız olağanüstülüğe katkıda bulunmak istercesine hızla kararıyor, deniz giderek koyu lacivert bir örtünün altına giriyordu. tenlerimizin birbirini isteyişi giderek güçleniyor, dayanılmaz bir savaşıma dönüşüyordu. sanki bu çaresiz kavrulmaya bir son vermek ister gibi ağzındaki delik açıldı tekrar ve yürüdüğümüz kumsala şaşırtıcı sözcüklerle duyduğum en güzel ve delice teklifi yazdı;

- benimle yüzmek ister misin?
- şimdi mi? hava kararıyor ve yağm...
- benimle yüzmek istermisin dedim sadece!
- kesinlikle isterim..
- o zaman yetiş bakalım bana mantık delisi yazarcık!
- ?????

eylul ayındaydık ve bir daha asla bir elbisenin omuzlardan ayakbileklerine düşüşü böyle ilahi birşey gibi gelmedi bana. hiçbir zaman bir çift omuz üzerinde düşünmedim saatler boyunca ve hiçbir zaman bir kadının kokusunu bu kadar kazımak istemedim hafızama.
koşarak girdi denize.. esmer kızıl rengi karışımı tenine giydiği siyah bikini tehlikeli bir kokteyle dönüşmüş; denizdeki bütün balıkları ve beni sarhoş etmişti. üzerimi çıkararak koştum arkasından. hayatımda kendimi hiç bu kadar acemi ve şapşal hissetmemiştim. sabah ki ürkekliğini üzerinden atmış, aramızdaki herşeyi o idare eder olmuştu. ben; adı bütün süslü bebeklerin telefonunda kayıtlı olan bense; bir kavalın peşinden giden bir çocuk gibi ilerliyordum köyümün dışına.. denize girdiğimde o oldukça açılmıştı. ben biraz ona doğru yüzdüğümde , birden hatırlamış gibi beni geriye döndü ve bana doğru yüzmeye başladı. yanıma geldiğinde kıyıya doğru birlikte yüzmeye başladık. giderek kararan akşamda zayıf kolları birer hançer gibi parlıyor ve tenimi kamaştırıyordu. ayaklarımızın değebileceği bir sığlığa gelince sözleşmiş gibi durduk. ağzının ortasında kırmızı mücevherlerle süslenmiş gibi duran mağara yine aralandı ;

- ismini biliyorum. benim ismim fulya. ama öğrenmek istediğim bir şey daha var seninle ilgili.
- nedir o?
- dudaklarinin tadi !..

eylul ayındaydık.. bir yazın son günleriydi. bir günün bitimindeydik. bir talanın ortayerinde. taze acılarla örülü bir yazın son günleriydi ve dillerin ağız içinde izlediği yolları ezbere bilen ben o akşam ağzında kayboldum fulya! bir daha hiç bulunmak istemeyecek kadar kayboldum yoksul bir çocuğun pazaryerinde kayboluşu gibi. dillerimiz birbiriyle tanışırken ve tokalaşırken birbirine dolanarak; kollarımız bu tanışmayı bir davete dönüştürmek için buldu birbirini. o gece muzipliği tutmuş olan gökyüzü de bu tanışmayı bütün haber ajanslarına karşı kıyılara bir yıldırım düşürerek bildirdi. bütün dünya bedenlerimizin tanışmasını kutladı havai fişeklerle. biz o havai fişekleri göremedik ama kasıklarımızdaki kemikler de yaşanan patlamalar bütün denizi sarstı o gece. ama birden birşey oldu. arzunun esiri olmuş bu iki bedenin üzerine, vazgeçilmiş, eksik kalmış, hep istenilmiş hiç yaşanmamış bütün sevişmelerin acısını çıkarmak üzere olan bu iki bedenin üzerine ılık eylül yağmurları düşmeye başladı. omuzlarından süzülen yağmur taneleri bir ilki yaşattırdı bize. sen ağlamaya başladın, ben sana eşlik ettim en iri gözyaşı damlalarımla. içimizde tuttuğumuz acılar koyverdi kendine gözyüzüne selam durarak. ve biz; bir eylul akşamında, denizde ağlayarak, yağmur altında birbirimizin gözyaşlarını içerek seviştik.. o an yaşadığımız şey kocaman bir tuz gölüne dönüştü.. denizin tuzu, terimizin tuzu, gözyaşlarımızın tuzu, arzuların kasık seviyesinden yükselttiği sıvıların tuzları birbirine karıştı ve biz hepsini içtik deniz tükenene kadar. bedenlerimiz yaşadığımız ilahi dokunuşun, yağmurun, denizin, bu büyülü bir film setini anımsatan sahnenin esiri oldu. kendi yarattığımız mucizeyi izledik tekrar öpüşerek. gırtlaklarımıza hıçkırıklar bırakarak. derin vadilere sahip bedeninde ellerim tehlikeli slalomlar çizerken yüzümü gökyüzüne kaldırdım. gök delinmiş ve bütün sıkıntısını sevişmemizin üzerine boşaltıyordu. biz ruhumuzdaki bütün sıkışmış çekmeceleri açmayı başarmış, ruhumuzdaki bütün zehirleri döküyorduk denize. yağmur damlaları kirpiklerimi ıslatırken , denizin suları, yağmurun suları heryanımızdayken dudaklarımız hala kupkuruydu bütün ıslak sevişmelerimize inat. tuzluydu çünkü yüreğimiz . içimize akan bütün gözyaşlarının yangını hakimdi öpüşlerimize. bu yangını ancak ruhumuza örteceğimiz bir perde son verebilirdi. başka bir yangını başlatmak için bir diğerini söndürmek gerekirdi bazen.. tükettik ağlayışlarımızı. aldırmadık yağmura. yeni doğmuş gibiydik ruhlarımızın bu erken boşalmasından sonra ve yeni doğmuş iki insana yakışır şekilde çırılçıplak kaldık. bir fetihe hazırlanan ordular gibiydik. aşk miğferini giymiş iki başkomutan gibi ilerledik tutkunun başkentinde.bütün dinlere, bütün dillere ve ten renklerine saygılı bir fetih yaşayacaktık denizin ortayerinde. artık bedenlerimizi, kasıklarımızdaki yangını, arzunun piyadelerinin başlattığı bu fetih yürüyüşünü durduracak hiçbirşey yoktu. sen şehr-i istanbul kadar güzeldin .. ağlamaktan yorulmuş gözlerimizi gözlerimizde dinlendirdik birkaç saniye. susmaktan yorulmuş dudaklarımızı omuzlarımızda birer hamağı andıran gamzelerde dinlendirdik. küçük ellerinin minik parmakları çıplak göğsümde notalar çizerken ben büyük bir şarkıya imza atacak kor bir sair gibi ilerledim içinde..

eylul ayındaydık.. bir yazın son günleri, bir aşkın ilk saatleriydi.. suların içinde korlaşmış iki beden vardı alev almak üzere olan. ama hayat denen kuklacı sahneye en trajik oyununu koymak üzereydi ve biz bunu bilseydik iki yabancı gibi geçerdik bu kumsaldan yanyana. ellerimiz en kuytu acılarımıza dokunurken hayat oyununu başlattı ve bir ses böldü geceyi;

- anne !

eylul ayındaydık.. bir utancın ilk saniyeleri.. iki farklı acıyı gömmek için birbirinin bedenlerini seçmiş bu insanın yaşadığı şeyi tarife ancak utanç sözcüğü yeterli olabilirdi. kumsalda mavi gözlü , sarı kıvırcık saçlı bir melekcik bize bakıyor ve yaşadığı düşkırıklığını hazmetmeye çalışıyordu. otobüste uyuyakalmış, kötü bir düş görmüş ve gitmeyi reddederek geri dönmüştü. annesinden ayrılamayacağını anlamıştı. ama karşılaştığı şey; acısını birlikte yaşamak istediği annesi değil, bir aşkın enkazından çıkar çıkmaz başka bir aşkın sularında yüzen bir kadındı. o daha çocuktu ve bilemezdi avunmanın ne acılı bir ihtiyaç olduğunu..

13 eylul geçti o akşamın üzerinden.. bugünlerde içimde o gün filizlenen bir fidanın ağacı var. yüreğimde bir ceviz ağacı.. dibinde utançtan bir darağacı. kendimi asacağım günü bekliyorum..

şimdi 13 eylül sonra gerisini hatırlamak istemediğim o eylül akşamının bütün sızıları içimde. en derinimde ortaya çıkıp beni ısıracakları günü bekleyen minik sıçanlar gibi bekleşiyorlar ve ben hala hafızamda tutmaya çalıştığım o kadının kokusuyla uyanıyorum her sabah. her eylül, takvimlerden kopan her sayfa, boğazımdan bir hıçkırığı söküp alıyor ve ben ;

bir tek dokunuşu özlüyorum her dokunuşta... ve içime dokunuyor bazı dokunuşlar..

o eylul akşamına dair hatırladığım en son şeyse sezonun o akşam kapandığını anlayan ve gökyüzünün muzipliğine eşlik etmeye karar veren, yazlık club ' ın dj' inin çaldığı son şarkı;

nolur sormasinlar bana.
nolur soyletmesinler derdimi.
saklarim ben onu kendime.
yerim kendi kendimi.
akiyorsa yaslar gozumden,
dinmiyorsa bir turlu gece gunduz,
karardiysa butun dunya,
vardir elbet bir sebebi