bugün
- arkadaşlar sizden bir şey rica edebilir miyim11
- sabah aç karnına içilen bira12
- alınan en güzel iltifat13
- ağaç gövdesi gibi bacakları olan kadın11
- sözlük kızından gelin olmaz13
- ayça tilki10
- 170 boyunda olduğum için hep reddedildim22
- vatandaşlık farkı alan otel21
- sözlükte ateist gibi takılan yahudiler9
- cumaya gidenlerin çok azalması17
- bik bik'in balona binmesi34
- anın görüntüsü15
- 1 m dolara bu bebeğe sertçe tokat atar mısınız11
- bir kadının yemek ısmarlaması14
- ideal duş alma sıklığı14
- türkiyede çok abartılan arabalar8
- futbolcu ismiyle nick almak10
- diyanet işleri başkanına audi 6 tahsis edilmesi15
- icardi190524
- artificialintelligence15
- icardi1905 silik olsun kampanyası17
- kız mı erkek mi belli olmayan yazarlar8
- adanada polisin saldırganın ayağına sıkması14
- icardiyi tokat manyağı yapmak12
- yol bitimindeki kuytu mekan8
- suriyeliler suriye'ye dönsün9
- erkeğe ne hediye alınır31
- sırtınızı bir sözlük kızına dayar mısınız17
- uzağı göremeyen insan10
- millet açsa neden kafeler tıklım tıklım18
- 27 nisan 2024 fenerbahçe beşiktaş maçı24
- integralin müfredettan kaldırılması8
- 26 nisan 2024 adana demirspor galatasaray maçı15
- kültürlü entelektüel alçak gönüllü güzel kadın13
- nickini google da aratınca çıkan ilk görsel12
- seni seviyoruz insan olmaya çeyrek kala8
- bik bik moderatör olunca bana kız ayarlar mı10
- antalya'ya abartılmış şehir diyen göt11
- nervio'nun ellerinde cenneti koklamak9
--spoiler--
Hep bir umudum vardı tekrar o yataktan kalkacağına dair. Belki de sadece benim umudum vardı. Diğerleri "umut işkenceyi uzatır" diye mi düşündü bilmem ama onlar vazgeçmişti umut etmekten, ben vazgeçmemiştim...
Gün geçtikçe kayboluyordu hasta yatağının içinde, görebildiğim tek şey -belki de bakabildiğim- o güzel yeşil gözleriydi. Bir tek onlar değişmiyordu, sevgilim kayboluyordu oysa ki; eriyen bir mum gibiydi. "Gecenin en karanlık olduğu an; sabaha en yakın zamandır" büyük bir teselli oluyordu bana. Hemşireler beni o odadan her çıkardığında; tekrar yanına girebileceğim anı ve o an iyileşmeye başladığını göreceğimi hayal ediyordum, elbet güneş doğacaktı, yeter ki açık olmalıydı perdeler...
Çok da uzun bir zaman sürmedi aslında. iki ay geçmişti henüz üzerinden; iki ay önce yanımdaydı, gülüyordu, kızına vermek istediği isimden bahsediyordu. "kızıma etek giydireceğim, bezi eteğin altından görünecek, kıvıra kıvıra yürüyecek" diyordu, kızımızın o halini düşünüp gülüyorduk beraber. ya şimdi? şimdi kızına bağlamayı hayal ettiği bezi ona bağlıyorlardı, sondalarla yaşıyordu ve ben her yanına girdiğimde son gücüyle sondasını saklamaya çalışıyordu; utanıyordu benden. bende onun yanına girmeden hemşirelerden rica edip göz altı torbalarımı gizletiyor, fondöten sürdürüyordum. cebinde fondöten taşıyan bir erkek görmek garip geliyordu bir çoğuna ama bir kaç kişi biliyordu; "hani şu hasta kız var ya; onun sevgilisi. onu üzmemeye çalışıyor, o yüzden yapıyor" diye konuşuyorlardı; duyuyordum... hiç anlamadı uykusuzluğumu, ağlamaktan şişmiş gözlerimi hiç görmedi. o zamanlar anladım kadınların makyajı neden bu kadar çok sevdiğini; makyaj güzel göstermiyor / acıları gizleyebiliyordu...
13 haziran...
Hastaneden ayrılmamak için çırpınan ben; acil serviste, "erkek hasta takip" diye bir odada, trafik kazası geçirmiş üç tane adamdan arta kalan yatakta yatıyordum. sürekli şiş gözlerim ve siyah gözaltlarım yüzünden belki; hiç kimse sen kimsin diye sormuyordu bana. bir el dokundu birden omzuma. gözlerimi açtığımda ona aldığım kutu kolanın kapağını açmayı bilmediği için içemeyen, 10 - 11 yaşlarındaki kız çocuğu duruyordu. babasıydı kaza geçirenlerden biri, diğeri amcası. onların başında bekliyordu. "abi telefonun" dedi kısık bir sesle. üç cevapsız arama yazıyordu telefonun ekranı ve üç cevapsız da onun ablasına aitti. hayatım boyunca hiç bu kadar korkmamıştım... hiç...
Güvenliklere rüşvet verip onun katına çıktığım ana kadar geçen zamanı hatırlayamıyorum. ilk hatırladığım şey ablasının kapısının önünde ağlıyor olmasıydı. bana bakıp "ne ara geldin sen, nerdeydin" dedi, "o nasıl" dedim, sustu. cevap vermesini beklediğim saniyeler o kadar uzundu ki; belki de bir kaç yıl yaşlandım o sırada...
Kapısını açıp içeri girdim. bu sefer fondöteni unutmuştum / o da sondasını saklamayı unuttu. nöbetçi doktor telefonda sürekli bir şeyler anlatıyordu birine, anlamıyordum ne dediğini. yeşil gözlerini görmeye çalışıyordum sadece, gözlerini açsın diye bekliyordum. açtı... ama onun gözleri değildi, feri sönmüştü, başka bakıyordu. ona baktım, baktım, baktım... evet, tanımadı beni. annesi "tanımıyor oğlum, doktor tanımaz artık dedi" diye bir cümle kurdu, inanmadım. dedem "bir yaratıcı olduğuna neden inanmıyorsun?" dediği zaman "görmediğim hiçbir şeye inanmam" derdim. bir süre bekledim ve inandım. gördüm. tanımıyordu...
Saatler bu sefer hızla geçiyordu. belki de evinden kalkıp gelecek doktorunu beklediğimiz içindi ama çok hızlıydı. 14 haziran olmuştu... 03:00'e geliyordu...
Yine odadan çıkardılar bizi. bu sefer sanki benim de güneşin doğacağına dair umudum azalmıştı. 03:30 gibi doktoru geldi ve bizimle hiç konuşmadan içeri girdi. tıpkı film gibiydi. kapıda doktoru bekleyen hüzünlü insanlar...
04:20'de babam aradı. telefon çaldığında ilk baktığım şey saatti. nasıl olduğumu sordu, haluk aradı dedi. haluk bey doktoruydu. babamı aradığına göre artık ümit yoktu. babam "geliyoruz annenle, yoldayız, ayrılma bir yere" diyordu telefonda. haluk abi babamı "çocuk kapıda, kız öldü, gel ve ona sahip çık" demek için aramıştı anlaşılan, babamın sesi titriyordu...
Telefonu kapattım. nedendir bilmiyorum ama çok takılmıştım saate; 04:23'dü. 2 dakika 26 saniye sürmüştü telefon görüşmesi. daha doğrusu babam 2 dakika 26 saniye boyunca konuşmuştu. ben hiç konuşmadım...
Odanın kapısına yöneldiğimde gözlerimden anlamış olacak ki; annesi büyük bir çığlık attı. aslında içimi acıtması gerekiyordu ama önemsemedim. kilitliydi kapı. ve babam gelene kadar açılmayacaktı, biliyordum. "açın" diye bağırdım. haluk abi büyük bir hışımla ismimi bağırdı içeriden. "haluk abi aç kapıyı" dedim. "kızın hayatıyla oynuyorsun, git kapıdan, yapma" dedi. "hangi hayatla be adam" diye cevap verdim yüksek bir sesle. o an annesi düştü, yanımda duran ablası annesine koştu "anne" diye bağırarak. o dakika içeridekiler ölü bir kız yerine / ölmek üzere olan yaşlı bir kadını tercih ederek kapıyı açtı sanırım ve yerde yatan anneye koştular. haluk abiyi gördüm. ağlamıştı ve fondöteni yoktu, kızdım içten içe, onu da üzmüştür diye düşünmüştüm...
O yataktaki cansız bedeni hatırlayabilecek kadar çok bakamadım, çıktım odadan... kapıda babam sarıldı, arkasında annem... "evlat ne olur kendine gel, tansiyonun... ... ne olur kendine gel, şu kadın gibi yerlere yıkma sende beni" dedi... annem doktora "diazem yapın bir tane oğluma, alkollü değil, ben anlarım" diyordu. anlaşılan doktor alkollü olduğumu düşünüyor ve annemin isteğini geri çeviriyordu... haluk abi hala odadaydı, babam yanına girdi o sırada, torun hayallerinin baş kahramanını görmek istemişti anlaşılan...
Çok zaman / çok yıl geçti üzerinden. büyük bir sarhoşlukla ona dair ne varsa yakıp - yıktım bir gece. ona dair bir şey kalsın istemedim. sadece bir tane telefon numarası... hiç bir mesajın iletilemediği bir telefon numarası... her gece deniyorum, olmuyor. yahu o kadar baz istasyonu kurdunuz, 3G diye kıyametleri koparıyorsunuz; toprağı geçmek bu kadar mı güç? toprağın altında neden çekmez bir telefon, neden her mesaja "başarısız" mesajı gelir? Olsun... ulaşmasın... Hala telefon rehberimde numarasını görmek iyi hissettiriyor kendimi...
Sevgilinin ölmesi, damarlarında kandan çok alkol dolaşmasına yol açar. Sevgilinin ölmesi, nefesten çok sigara dumanı almanıza neden olur. Sevgilinin ölmesi, xanax ve ya diazem bağımlılığı demektir bir çoğumuz için. Ya da ben genelleme yapıp kendimi yalnız hissetmemeye çalışıyorum; bilmiyorum.
Ayrılık ölümden beter derler hep, peki ya içi ayrılık dolu ölümler?
--spoiler--
Hep bir umudum vardı tekrar o yataktan kalkacağına dair. Belki de sadece benim umudum vardı. Diğerleri "umut işkenceyi uzatır" diye mi düşündü bilmem ama onlar vazgeçmişti umut etmekten, ben vazgeçmemiştim...
Gün geçtikçe kayboluyordu hasta yatağının içinde, görebildiğim tek şey -belki de bakabildiğim- o güzel yeşil gözleriydi. Bir tek onlar değişmiyordu, sevgilim kayboluyordu oysa ki; eriyen bir mum gibiydi. "Gecenin en karanlık olduğu an; sabaha en yakın zamandır" büyük bir teselli oluyordu bana. Hemşireler beni o odadan her çıkardığında; tekrar yanına girebileceğim anı ve o an iyileşmeye başladığını göreceğimi hayal ediyordum, elbet güneş doğacaktı, yeter ki açık olmalıydı perdeler...
Çok da uzun bir zaman sürmedi aslında. iki ay geçmişti henüz üzerinden; iki ay önce yanımdaydı, gülüyordu, kızına vermek istediği isimden bahsediyordu. "kızıma etek giydireceğim, bezi eteğin altından görünecek, kıvıra kıvıra yürüyecek" diyordu, kızımızın o halini düşünüp gülüyorduk beraber. ya şimdi? şimdi kızına bağlamayı hayal ettiği bezi ona bağlıyorlardı, sondalarla yaşıyordu ve ben her yanına girdiğimde son gücüyle sondasını saklamaya çalışıyordu; utanıyordu benden. bende onun yanına girmeden hemşirelerden rica edip göz altı torbalarımı gizletiyor, fondöten sürdürüyordum. cebinde fondöten taşıyan bir erkek görmek garip geliyordu bir çoğuna ama bir kaç kişi biliyordu; "hani şu hasta kız var ya; onun sevgilisi. onu üzmemeye çalışıyor, o yüzden yapıyor" diye konuşuyorlardı; duyuyordum... hiç anlamadı uykusuzluğumu, ağlamaktan şişmiş gözlerimi hiç görmedi. o zamanlar anladım kadınların makyajı neden bu kadar çok sevdiğini; makyaj güzel göstermiyor / acıları gizleyebiliyordu...
13 haziran...
Hastaneden ayrılmamak için çırpınan ben; acil serviste, "erkek hasta takip" diye bir odada, trafik kazası geçirmiş üç tane adamdan arta kalan yatakta yatıyordum. sürekli şiş gözlerim ve siyah gözaltlarım yüzünden belki; hiç kimse sen kimsin diye sormuyordu bana. bir el dokundu birden omzuma. gözlerimi açtığımda ona aldığım kutu kolanın kapağını açmayı bilmediği için içemeyen, 10 - 11 yaşlarındaki kız çocuğu duruyordu. babasıydı kaza geçirenlerden biri, diğeri amcası. onların başında bekliyordu. "abi telefonun" dedi kısık bir sesle. üç cevapsız arama yazıyordu telefonun ekranı ve üç cevapsız da onun ablasına aitti. hayatım boyunca hiç bu kadar korkmamıştım... hiç...
Güvenliklere rüşvet verip onun katına çıktığım ana kadar geçen zamanı hatırlayamıyorum. ilk hatırladığım şey ablasının kapısının önünde ağlıyor olmasıydı. bana bakıp "ne ara geldin sen, nerdeydin" dedi, "o nasıl" dedim, sustu. cevap vermesini beklediğim saniyeler o kadar uzundu ki; belki de bir kaç yıl yaşlandım o sırada...
Kapısını açıp içeri girdim. bu sefer fondöteni unutmuştum / o da sondasını saklamayı unuttu. nöbetçi doktor telefonda sürekli bir şeyler anlatıyordu birine, anlamıyordum ne dediğini. yeşil gözlerini görmeye çalışıyordum sadece, gözlerini açsın diye bekliyordum. açtı... ama onun gözleri değildi, feri sönmüştü, başka bakıyordu. ona baktım, baktım, baktım... evet, tanımadı beni. annesi "tanımıyor oğlum, doktor tanımaz artık dedi" diye bir cümle kurdu, inanmadım. dedem "bir yaratıcı olduğuna neden inanmıyorsun?" dediği zaman "görmediğim hiçbir şeye inanmam" derdim. bir süre bekledim ve inandım. gördüm. tanımıyordu...
Saatler bu sefer hızla geçiyordu. belki de evinden kalkıp gelecek doktorunu beklediğimiz içindi ama çok hızlıydı. 14 haziran olmuştu... 03:00'e geliyordu...
Yine odadan çıkardılar bizi. bu sefer sanki benim de güneşin doğacağına dair umudum azalmıştı. 03:30 gibi doktoru geldi ve bizimle hiç konuşmadan içeri girdi. tıpkı film gibiydi. kapıda doktoru bekleyen hüzünlü insanlar...
04:20'de babam aradı. telefon çaldığında ilk baktığım şey saatti. nasıl olduğumu sordu, haluk aradı dedi. haluk bey doktoruydu. babamı aradığına göre artık ümit yoktu. babam "geliyoruz annenle, yoldayız, ayrılma bir yere" diyordu telefonda. haluk abi babamı "çocuk kapıda, kız öldü, gel ve ona sahip çık" demek için aramıştı anlaşılan, babamın sesi titriyordu...
Telefonu kapattım. nedendir bilmiyorum ama çok takılmıştım saate; 04:23'dü. 2 dakika 26 saniye sürmüştü telefon görüşmesi. daha doğrusu babam 2 dakika 26 saniye boyunca konuşmuştu. ben hiç konuşmadım...
Odanın kapısına yöneldiğimde gözlerimden anlamış olacak ki; annesi büyük bir çığlık attı. aslında içimi acıtması gerekiyordu ama önemsemedim. kilitliydi kapı. ve babam gelene kadar açılmayacaktı, biliyordum. "açın" diye bağırdım. haluk abi büyük bir hışımla ismimi bağırdı içeriden. "haluk abi aç kapıyı" dedim. "kızın hayatıyla oynuyorsun, git kapıdan, yapma" dedi. "hangi hayatla be adam" diye cevap verdim yüksek bir sesle. o an annesi düştü, yanımda duran ablası annesine koştu "anne" diye bağırarak. o dakika içeridekiler ölü bir kız yerine / ölmek üzere olan yaşlı bir kadını tercih ederek kapıyı açtı sanırım ve yerde yatan anneye koştular. haluk abiyi gördüm. ağlamıştı ve fondöteni yoktu, kızdım içten içe, onu da üzmüştür diye düşünmüştüm...
O yataktaki cansız bedeni hatırlayabilecek kadar çok bakamadım, çıktım odadan... kapıda babam sarıldı, arkasında annem... "evlat ne olur kendine gel, tansiyonun... ... ne olur kendine gel, şu kadın gibi yerlere yıkma sende beni" dedi... annem doktora "diazem yapın bir tane oğluma, alkollü değil, ben anlarım" diyordu. anlaşılan doktor alkollü olduğumu düşünüyor ve annemin isteğini geri çeviriyordu... haluk abi hala odadaydı, babam yanına girdi o sırada, torun hayallerinin baş kahramanını görmek istemişti anlaşılan...
Çok zaman / çok yıl geçti üzerinden. büyük bir sarhoşlukla ona dair ne varsa yakıp - yıktım bir gece. ona dair bir şey kalsın istemedim. sadece bir tane telefon numarası... hiç bir mesajın iletilemediği bir telefon numarası... her gece deniyorum, olmuyor. yahu o kadar baz istasyonu kurdunuz, 3G diye kıyametleri koparıyorsunuz; toprağı geçmek bu kadar mı güç? toprağın altında neden çekmez bir telefon, neden her mesaja "başarısız" mesajı gelir? Olsun... ulaşmasın... Hala telefon rehberimde numarasını görmek iyi hissettiriyor kendimi...
Sevgilinin ölmesi, damarlarında kandan çok alkol dolaşmasına yol açar. Sevgilinin ölmesi, nefesten çok sigara dumanı almanıza neden olur. Sevgilinin ölmesi, xanax ve ya diazem bağımlılığı demektir bir çoğumuz için. Ya da ben genelleme yapıp kendimi yalnız hissetmemeye çalışıyorum; bilmiyorum.
Ayrılık ölümden beter derler hep, peki ya içi ayrılık dolu ölümler?
--spoiler--
güncel Önemli Başlıklar