bugün

mezarlık fedaileri

bazı çocukların çocuk olmak, çocuk olmanın gereklerini yerine getirmek, şımarmak, haşarılık yapmak gibi lüksleri yoktur.

bilirsiniz... evin içinde on çocuk, genelde hayırsız baba, illa ki vefakar bir anne.
tanıdık manzaralar işte...

rastgele yaşanan hayatlar... hatta abartmıyorum; tam bir survivor. ayakta kalıp da belini doğrultabildiysen ne ala, doğrultamadıysan üzgünüm, ömrün aynı ivmeyle cefa ve sefalet içinde sürmeye devam edecek.

kader... herkes anasının karnından çıkar çıkmaz pamuklara sarılarak "hoşbuldum" demiyor dünyaya.

***
çocukluğumun bir kısmını, istanbul'un bir türlü semtleşememiş bir semtinde geçirdim. hala tam bir semt sayılmaz aslında, geçen bayram eşi dostu ziyarete gittiğimde bazı yerlerde otlamaya çalışan ineklere bile rastgeldim. vallahi.

annem ve babam ayrıydılar. ikisi de başka insanlarla evlenmişti. bu yüzden tüm çocukluğum boyunca anneannemleydim, ama o üç sene daha bir başkaydı. ve ben, o semtte onunla ve arkadaşlarımla geçirdiğim üç seneyi hiçbir zaman unutmadım.

arkadaşlarım... teke bekir, hüseyin, gavur ahmet, mesut ve sarı pipi hasan. hiç unutmadığım, unutamadığım, her biri birbirinden farklı ve aslında bir o kadar da aynı çocuklar. güzel çocuklar. üzerlerinden kir, dillerinden küfür eksik olmasa da... bana göre, çok güzel çocuklar.

ve ortak oyun alanımız; mezarlık.

evet mezarlık. o üç sene boyunca her öğleden sonram ve dışarı kaçabildiğim bazı geceler, hep mezarlıkta geçti.

mahallemizi çevreleyen koca bir mezarlık vardı, şimdi yandaki arsayı da mezarlığa dahil etmişler daha da büyümüş. arkadaşlarla okuldan sonra, öğle ezanından hemen önce buluşurduk meydanda.

leş gibi koktuğundan "teke" lakaplı bekir, kadim dostum hüseyin, parası her şeyden kıymetli ve katti surette kimseye zırnık koklatmayan ahmet, adı gibi her daim güleryüzlü mesut ve kara kaşlı kara gözlü, esmer tenli anne ve babanın türlü çeşitli dedikodulara sebebiyet veren sarışın evladı sarı pipi hasan. bana ömrümün o unutulmaz üç yılında yarenlik eden dostlarım.

ahmet, bekir, mesut ve hasan ellerinde boş damacanalarla çıkarlardı evlerinden. kabristanın hemen girişindeki hayrattan su doldurur ve hangi kabrin başı doluysa "allah rahmet eylesin, allah mekanını cennet eylesin, allah günahlarını affetsin" vb. sömürme gücü yüksek sözlerle para toplarlardı mezar başındaki insanlardan. birkaç kez ben de denedim fakat pek beceremedim. utanıyordum miletten para istemeye. yanlarında duruyordum öyle. millet bir iki metre uzağımızda yaşlı gözlerle annesinin babasının ruhuna dualar gönderirken biz bildiğin bel altı muhabbet çeviriyorduk. küfürler havalarda uçuşuyordu. yediğimiz azarın da haddi hesabı yoktu tabi.

anneannem, arkadaşlarımdan hiç haz etmezdi;

- takılma şu piç oğlanlarla, ödevine bak işine bak sen. adam olmaz onlardan.

- ya arkadaşlarıma piç demesene anneanne. canım sıkılıyor evde.

- oğlum aç onlar aç. anaları babaları evde para bekliyor onlardan. yoksa niye mezarlıkta dilensinler bütün gün.

- dilenmiyorlar, su döküyorlar toprağa, ondan para veriyor insanlar.

- lan sen beni deli mi edeceksin! kabristanda bir sürü çeşme var, oradan doldurup döküyorlar, sanırsın kuyudan su çekiyorlar! dileniyorlar işte. itle köpekle takıla takıla onlara benzeyeceksin! aç oğlum onlar evde, babaları hayırsız anneleri cahil. evin içinde bir sürü çocuk. takılma şunlarla takılma! arayacağım ananı yoksa gelsin alsın seni.

ne annem ne de babam gelmezdi, bilirdim. zira pek umurlarında değildim o dönem. anneannemin tehditleri boşaydı yani. annemi bayramlarda birer defa, babamı da çocukluğum boyunca toplasan on kere gördüğümden, ben aslında anneannemin oğluydum. etim de kemiğim de onundu.

açıkçası o zamanlar, bana güzel yemekler yapan anneannem, birlikte acayip eğlenebildiğim dostlarım ve mahallemizde içinde deliler gibi koşturabildiğimiz bir mezarlığın olması bana anne ve babadan daha güzel nimetler gibi geliyordu.

insanın herhangi bir şeyi, bir varlığı, bir olguyu, bir olayı henüz çocukken beynine nasıl işlediği çok önemlidir ya hani, mezarlığı belleğime oyun alanım olarak kaydettiğimdendir ki kabristanlar ve ölüler benim için hiçbir zaman korku unsuru olmamıştı.

tek bir gün hariç... ve o günün etkisinde geçirdiğim birkaç gün daha...

*******

hüseyin ve sarıyla akşamüzeri caminin önünde buluştuk. aylardan temmuzdu ve dışarısı feci sıcaktı. anneannem başıma güneş geçmesin diye öğlen vakti çıkmama izin vermiyordu. hayrata doğru yürüdük, yüzümüzü yıkayıp azıcık ferahlamaya çalışıyorduk. o sırada ahmet geldi koşa koşa, nefes nefese...

- n'oldu lan gavur? sucuk gibi olmuşsun koşmaktan.
- oğlum çok acayip bir şey oldu öğlen görecektiniz var ya, çok acayipti.
- ne acayipti? söylesene lan.
- öğlen birini gömdüler buraya. görecektiniz oğlum var ya.
- lan neyi görecektik göt? anlatsana!
- bir adamı gömdüler bugün. kocamandı. kocaman boyu vardı lan. üç metreydi neredeyse.
- harbi mi? ee?
- cenazeye o kadar çok insan geldi ki, en az üç yüz kişi. çok mübarekti, çok iyiydi filan deyip durdular. bir sürü kadın kendilerini döve döve ağladı. hiç böyle bir şey görmedim.
- sonra?
- konuşmalarını dinledim insanların çaktırmadan. adam çok şey biriymiş, yani ne derler, peygamber gibiymiş.
- tövbe de lan piç.
- lan valla bak. iki gözüm önüme aksın ki çok önemli biriymiş.
- vay be!
- üç metre boyu var diyorum lan. normal insanın o kadar boyu olur mu?
- kim acaba?
- mezar taşını diktiklerinde okuruz artık ismini.
- o kadar bekleyemem ben!
- n'apcan lan gavur! nasıl öğrenebilirsin kim olduğunu? diriltip soracan mı sen kimsin bey amca diye.
- siz dalga geçin. görmediniz tabi bugün.

hava kararana kadar üç metrelik(!) adamı konuşup durduk. bekirle mesut da gelince muhabbet iyice büyüdü;

- büyücü filandır belki.
- büyücü diye bir şey yok lan.
- nah yok. kuran'da bile yazıyormuş var diye.
- hayır büyücü olamaz. çok iyi biriydi diyorlardı oğlum.
- belki cami hocasıdır.
- üç metrelik cami hocası mı olur lan!

birden bir sessizlik oldu. hepimiz deli gibi bu gizemli adamı düşünüyorduk. sessizliği ahmet bozdu ve hepimizin başına dert açacak o cümleler dökülüverdi ağzından;

- gece mezarlığa kaçıp adamın ruhunu çağıralım mı?

birbirimize baktık. olayın bizler için tehlikeli olacağının farkına varmıştık ama hayır diyemiyorduk. merak, heyecan, hepsi birbirine karışmıştı. heyecandan karnıma ağrılar girmişti. çatallı çıktı sesim;

- nasıl yapacağız?
- gece yapacağız bir kere. yoksa ruh gelmez. mustafa, anneanneni atlatacaksın! uyurken kaç! gece 11'de bakkalın önünde buluşalım, mezarlığa arka taraftaki arsadan atlayarak gireriz. bekçinin görmemesi lazım.
- ruhu nasıl çağıracağız?
- hımmm... hepimiz evden birer tane mum getirelim. kabrin etrafına dizeriz. bir de abdest alıp gelin. mübarek bir insan sonuçta.

anlaştık. gece 11'de buluşacaktık. çok heyecanlıydım. ama işim kolay değildi. bir de anneannemi atlatmak vardı.

bütün akşam esnedim durdum kadının uykusunu getirmek için. çaktırmadan bir mum bulup cebime attım. anneanneme yorgun olduğumu söyleyip iyi geceler dileyerek odaya gittikten sonra, saati beklemeye koyuldum. anneannemin horladığını duyunca da dünyanın en mutlu insanı oldum. 11'e doğru anahtarı cebime atıp sessizce evden çıktım.

*****

mezarlığa girişimiz tahmin ettiğimizden kolay oldu. bekçi ön tarafta sigara içip uyukluyordu. adamcağızın mezarının etrafına mumları dizip yaktık.

- ne yapalım şimdi?
- çömelelim, etrafına dizilelim. bir de fatiha okuyalım.
- fatiha hangisiydi?
- hangisi olacak gerizekalı! elhamdülillahirabbilalemin errahmanirrahim diye başlayan.

ahmet ne derse onu yapıyorduk.

- duayı okuduysanız çağırmaya başlıyorum.
- ...
- cevap versenize lan korktunuz mu?
- sen korkmuyorsun sanki piç?
- biraz korkuyorum ama kim olduğunu merak ediyorum.
- ya cevap vermezse.
- verir çünkü çok mübarek bir insanmış. öyle dediler.
- tamam başla.

ahmet, ağlak bir ses tonuyla yalvarır gibi konuşmaya başladı;

"ey ruh! gece vakti yanına mezarına geldik! kim olduğunu öğrenmeye! sen çok mübarek bir insanmışsın. söyle bize, sen kimsin ey ruuh!"

rüzgar estikçe ürperiyorduk. filmlerdeki gibi.

"ey ruh! haydi söyle bize sen kimsin?"

- ruh gelmeyecek galiba gavur.
- neden gelmiyor ben de anlamadım. abdest almadan mı geldiniz, niye gelmiyor lan?
- gelmeyecek galiba. eve dönelim hadi anneannem uyanmadan.
- bence geleceğine inanmadığımız için gelmiyor. hepimiz gözlerimizi kapayalım ama açmayalım hiç. gelene kadar.

sımsıkı kapadık gözlerimizi. ahmet devam ediyor;

"ey ruh! cevap ver artık! hadi n'olursun allahını seviyorsan cevap ver sen kimsin ruh!"

ve o sırada duyduğum sesin şiddetinin verdiği korku ve kendimi uzun süredir kasıyor oluşumun da etkisiyle salıverdim donuma yaklaşık bir saattir zor tuttuğum çişimi; "siz ne arıyorsunuz lan bu saatte burada orospu çocukları!"

bekçi, elinde koca bir meşe sopası hepimize gelişine vurmaya başladı; "siz nasıl girdiniz buraya, ne yapıyorsunuz lan piç kuruları! sizin allah'tan korkunuz da mı yok lan şerefsiz herifler!"

yediğim sopanın verdiği acı ve bacaklarımın arasındaki sıcacık ıslaklığın verdiği utanç
ile rezil bir halde, yalpalaya yalpalaya çıktım kendi sokağıma. her birimiz bir yere dağılmıştık.

eve bir geldim ki kapının önünde anneannem, komşuları da ayaklandırmış panik içinde beni bekliyor. kulağımdan tuttuğu gibi eve soktu beni, tam dövmeye başlayacaktı ki ıslanmış pantolonumu farketti, bıraktı kulağımı; "e oğlum," dedi "bir musibet bin nasihata bedelmiş." ve hiç kızmadı. hatta o geceyi bir daha hatırlatmadı bana. canım benim.

seneler geçti. oradan taşındık. anneannem beni büyüttü, okuttu. evlendim, koca herif oldum. o mahalledeki dostlarımın her biri, bir başka yere dağıldı. görüşemesek de haberlerini hep aldım bir yerlerden. rahmetli anneannem haklı çıktı aslında; hiçbiri adam olamadı.

ama düşünüyorum da, onlar zaten çocuk da olamamışlardı. mezarlık fedaileriydi onlar, erkenden büyümek zorunda kalan fedailer.

***

zaten henüz çocukluğunu yaşayamamış insanlardan adam olmalarını beklemek dünya adaletsizliğinin en büyük kanıtı değil miydi?

***