bugün

kardan adam mağrurluğu

-anne lütfen! hava karardı, yollar buzlu. n’olursun sabahı bekleyelim.

-hayır, gidiyoruz. şu küçük bavulu al yanına. çamaşır, hırka filan koy, fazla doldurma. on beş dakikaya çıkıyoruz.

-anne!

-öyle bakma bana. gidiyoruz dedim!

hızlıca çekti kapımı. yatağın üstüne oturmuş, öylece kalakalmıştım. akşamın dokuz buçuğunda, karlara ve buzlanmış yola aldırış etmeden gitmemizi istiyordu annem. dünyanın en mantıksız ve tehlikeli işini yapmak üzereydik. son bir kez daha şansımı denemek için yanına gittim.

-anneciğim bak, haklısın. biliyorsun, her zaman haklısın. yarın sabah bir çaresini bulacağız. ama n’olursun bu akşam gitmeyelim.

-baban birazdan gelir. o gelmeden gitmemiz gerek.

-çocuklaştığının farkında mısın sen? ya kar lastiği bile yok anne. altı saatlik yola gidelim diyorsun bana. gitsek bile yazlık evde nasıl ısınacağız söyler misin? site bomboştur zaten. illa gidelim diyorsan başka bir yere gidelim.

-nereye gideceğiz?

-bilmiyorum anne. otele gidelim ne bileyim kafa bırakmadın bende.

-offff!

perdenin kenarından dışarı baktı. tam biraz sakinleştiğini düşünürken, koltuğa oturup içini çeke çeke ağlamaya başladı.

babam tuhaf bir adamdı. iyi bir kalbi olduğunu biliyordum aslında ama kendini ifade ediş biçimi sorunluydu. neye kızdığını, neyi sevdiğini tam olarak çözememiştim. annemse tanıdığım en hassas kadındı. hisleri kuvvetli, akıllı, leb demeden leblebiyi anlayan cinsten. evliliklerinde hiçbir zaman şiddet, aldatma gibi okkalı sorunlar olmamıştı ama diyalogları hastalıklıydı. çoğu zaman susardık bu yüzden. yemekte, arabada. tartışmaları ise felaket. konuşmayı beceremeyen insanların sözlü atışması inanın küfürlerin havada uçuştuğu, kafa göz girişilen kavgalardan daha rahatsız edici;

-ahmet, kiracıya sordun mu, doğalgaz borularını değiştirmişler mi?

-niye soracakmışım kiracıya doğalgaz borularını? değiştirmişlerse değiştirmişlerdir zaten.

-ahmet ev ne halde merak ediyorum.

-evin ne halde olduğunu merak etme hakkımız var mı? ev kiracının sorumluluğunda şu an.

-sor diyorum ben de zaten. bir şey yap demedim.

-soramam. ha sormuşum ha “evi fazla dağıtmayın” diye gözdağı vermişim. farkeden bir şey yok.

-nasıl yok ya. telefonda hallerini hatırlarını sorup, doğalgaz borularını değiştireceğiz diyordunuz, n’oldu filan diyebilirsin.

-evin ne halde olduğunu nasıl anlayacaksın bu konuşmadan. abi evin anasını ağlattık mı diyecek?

-ben sana hiçbir şey demiyorum ahmet.

- …

bu ve bunun gibi bir sürü sonu bağlanmayan diyalog. koca bir evliliğin böyle geçtiğini düşünün. elle tutulur bir şey yok aslında. elle tutulamayan şeyler var daha çok. havada kalan konuşmalar, haklı tarafın belirlenemediği münakaşalar, uyuz eden tonlamalar, baygın bakışlar…

işte o akşam da gayet alelade bir olayı -sırf konuşmayı beceremedikleri için- tartışma haline getirmişler kendi odalarında. annem sonradan anlattı. babama “nefes alamıyorum senin yüzünden ahmet” demiş. babam da gayet sakin bir şekilde ”ahmetsiz hava sahasına çık o zaman nesrin, rahatlarsın” diye karşılık vermiş. annem bu konuşmadan babamın kendisine kibarca “defol git” dediğini çıkarmış. ve işte son durum; annem evden gitmek istiyordu.

annemin yanına gittim, elini tuttum. “gel uyuyalım anne” dedim, hiçbir şey demedi. arada bir susuyor, sonrasında sessiz sessiz ağlamaya devam ediyordu. “gitmeyeceğiz bir yere değil mi” diye sordum. “gitmeyeceğiz, uyu sen istersen.” dedi.

uyuyamazdım. babam ve annem ben kendimi bildim bileli iletişim kopukluğu yaşarlardı ama annem ilk defa bu kadar kırılmışa benziyordu, belki yılların birikimiydi.

pencerenin önü karla kaplanmıştı, camı açıp küçücük bir kardan adam yaptım. sonra annemin yanına oturup omzuna yattım, hiç konuşmadık.

***

omzumda feci bir ağrıyla kapının sesine uyandığımda saat on bire çeyrek vardı. babam gelmişti. annem de omzumda mışıl mışıl uyuyordu. hazır annem uyurken kalkıp babama bir şeyler söylemeyi istedim aslında ama onun da keyfinin yerinde olmadığını tahmin edebiliyordum. kapadım gözlerimi, uyumuş taklidi yaptım ben de. babam battaniyeyle üzerimizi örttü. sıcacık oldum birden, odama çıkmak istemedim, koyverdim, uyuyup gittim oracıkta.

sabah kahvaltısında, suratlar asık olsa da dün geceki huzursuzluk azalmış gibiydi. babam işe gittikten sonra annem “dün gece gitmek istediğimi babana söyleme sakın” dedi. söylemezdim zaten ama “neden” dedim anneme, “neden söylemeyeyim anne? ısrar etmesem gidecektik neredeyse.” boynunu büktü biraz, “gideceğimiz filan yoktu bu karda kışta, sinirlendim bir an.” dedi. haklıydı, gitmezdik zaten, bir şey demedim.

dün yaptığım kardan adama baktım. hala kar yağdığından erimemişti. mağrur mağrur bakıyordu zeytinden gözleri. annem de onun kadar mağrurdu şu an. her şeyi kabullenip sırtlayabilmenin, güçlü bir insan olmanın haklı mağrurluğu. annemi seviyordum.

-baban iyi bir adam. ama işte sinir ediyor insanı bazen.

-doğru söylüyorsun.

-ama milletin kocalarına bakınca şükretmem lazım yine. adamın içkisi yok, kumarı yok, karıya kıza gitmez. işte tuhaf sadece biraz.

-haha! dün geceki isyankar hallerine n’oldu anne?

-aman ne bileyim ya. sen de uzatma tamam.

-tamam sustum.

tam odamdan çıkmaya hazırlanıyordu ki bana yöneldi yeniden;

-damla?

-efendim anne?

-sen yine de baban gibi bir adam bulma kızım.

-nasıl adam bulayım?

-daha konuşkan olsun, daha düşünceli olsun, daha romantik olsun. kapalı kutu olmasın.

-tamam anne merak etme sen.

gülümsedi. her anne gibi kızı için en iyisini istiyordu.

ve her insan gibi en kötüyü düşünerek haline şükrediyor, her kadın gibi içten içe “daha iyi olabilir” diye düşünüyordu. her şeyin daha güzel olmaması için hiçbir neden yokken, vasata şükretmek de az biraz zoruna gidiyordu.

dostoyevski haklıydı; aslında insanı en çok acıtan şey hayal kırıklıkları değil, yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardı.
Gündemdeki Haberler
güncel Önemli Başlıklar