bugün

kardan ecel beyaz ölüm

bu yolculuğu hep yapmak, bölgeyi gören arkadaşlarının, o ballandıra ballandıra anlattıkları doğal güzellikleri gözleriyle görmek-yaşamak istiyordu.

seyahat için uygun bir mevsim değildi belki ama işi gereği geldiği erzurum'a bir kez daha gelebilme fırsatı da olmayabilirdi. havanın soğukluğunu hiç düşünmeden ve tek-tük düşmeye başlayan kar tanelerine aldırmadan otomobiliyle yola koyuldu.

erzurum'dan hareket edeli iki saati geçmişti, tortum gölünü ve çağlayanını görmüş ailesine ve arkadaşlarına göstereceği çok güzel doğa fotoğrafları çekmişti. artvin'e kadar gitmeyi ve bir gün orada kalarak ertesi gün geri dönmeyi planlamıştı.

torpido gözünü açtı. el yordamıyla topladığı cd'leri çıkarıp yanındaki koltuğun üzerine yaydı. içlerinden ayten alpman'ın cd'sini seçip çalara sürdü.

"...havasına-suyuna, taşına-toprağına, bin can feda bir tek dostuma, her köşesi cennetim ezilir-yanar içim, bir başkadır benim memleketim..."

bir ıslık tutturup şarkıya eşlik etti. yıllardır içinde uhte olan ve bu seyahati bu güne kadar gerçekleştirememiş olmasından duyduğu üzüntüyü örten mutluluğu, yüzüne yapışan o gülümsemeden okunuyor, vitesleri zevkle bir bir büyütüp-küçültüyordu.

yaşadığı bu doyumsuz mutluluk anlarının keyfini, yoğunlaşan kar yağışı kaçırdı. karşı yönden gelen araçların sayısı hızla azalıyor, kendi şeridindeki teker izleri bir bir seyreliyordu. ilk kez ve korkuyla benzin göstergesine baktı. çeyrek depodan biraz fazla benzini kalmıştı. korkusu katlanarak çoğalmaya başladı. önce gökyüzüne, sonra paneldeki saate baktı. 4:15'i gösteriyordu. zamanın iyiden iyiye ilerlediğini, bu kış gününde havanın kararmasına dakikalar kaldığını fark etti. zaman nasıl da akıp geçmişti. medet umarcasına, kolundaki saate baktı. doğruydu.

kar, o denli yoğun ve lapa lapa yağmaya başlamıştı ki kapanmaya yüz tutan ve artık hiçbir teker izinin görülmediği yolun güzergahını seçmekte bile güçlük çekiyordu. "bir deli ben mi kaldım bu karayolunda" diye düşündü. bir yerleşim yeri, bir benzin istasyonu, sığınacak bir dam altı, uzaklarda da olsa bir ışık da mı yoktu. yoktu... nasıl bir yolda ilerliyor daha doğrusu ilerlemeye çalışıyordu. zira, otomobil giderken kar lastiklerinin önünde biriken kar onun yalpalayarak gitmesine, normalde yakması gereken benzinden kat be kat fazla yakmasına neden oluyordu. yoğun kar yağışı başladığından beri devam eden beş saatlik mücadelesinde, kalan iki saatlik yolun yarısını ancak katedebilmişti.

yardım istemekten başka çaresi olmadığını düşündü. elini telefonuna götürdü ve gözü ekrandaki sinyal göstergesine takıldı. tek çizgi bile yoktu. inanamadı. aramayı denedi. bir daha, bir daha denedi. ümit yoktu! kar o denli yoğun yağıyordu ki bu havada ve böyle ücra bir memleket köşesinde cep telefonunun çalışabilmesi mümkün değildi.

bu devirde, bu teknolojiyle, bir insan, doğa karşısında nasıl böyle çaresiz kalabilir, zavallı bir canlı durumuna düşebilirdi. mizaç olarak telaşa kapılan bir insan değildi. hatta, soğukkanlı olduğu bile söylenebilirdi ama ardı ardına tükenen ümitleri onu ciddi bir karamsarlığın eşiğine getirmişti.

otomobil ilerleyemiyordu artık. daha fazla üstelemenin boşa benzin harcamak, biten benzinin de kendisi için ölüm demek olduğunu biliyordu. kararan hava ve adeta yağdıkça yağası gelen kar altında, gözlerinin bir karartı halinde görebildiği dar bir vadi içerisinde, varlığından dahi emin olmadığı tanrı ile baş-başa, kala-kalmıştı.

saatine baktı, 9:35'i gösteriyordu. bir ümit olan ertesi güne, daha saatler vardı. elleri direksiyonda, öylece oturdu ve bir süre, far ışığının önünden dökülen beyaz kar tanelerini seyretti. kocaman tanelerin üzerinden yansıyan ışıkların oluşturduğu renk cümbüşünü, sileceğin, kısacık gidiş-geliş süresinde ön camı örtecek kadar istekle, onu, kardan bir örtüyle sarıp içinde çaresiz, nefessiz bırakıp yok etmek istercesine yağışını izledi. bu tavrın kara ve beyaza hiç yakışmadığını, en sevdiği rengin beyaz, çocukluğunun belki de en mutlu günlerinin, arkadaşlarıyla okulu kırıp çantalarının üzerinde yokuş aşağı kayak-kaydığı karlı günler olduğunu düşündü. günahları, böylesine bir ölümü hak edecek kadar çok muydu? ecelinin, nasıl bir ilahi gücün etkisi ile en sevdiği renk ve doğa olayı olabileceğini düşündü.

sımsıkı direksiyonu tutan ellerinin arasına eğilip alnını direksiyona yasladı ve çaresizlik içerisinde yaşla dolan gözlerini kapattı. göz yaşları yüzüne süzülürken, eşini ve çocuğunu düşündü. sonra, çaresizliği için mi, onlar için mi, yoksa onlardan ayrı kalacağı için mi gözlerinin yaşla dolduğunu düşündü. ve nihayet, içinden bir türlü çıkamadığı bir açmaza düştüğünü, bunu ilk kez neden şimdi düşündüğünü düşündü.

o, bu derin düşünce denizinde debelenip-dururken, saatler ilerlemiş, otomobilinin benzini bitmiş, iç-dış sıcaklık birbiri ile eşitlenmişti. dingin düşler denizindeydi artık ve arkadaşlarıyla okulu kırıp çantalarının üzerinde yokuş aşağı kayak-kaydığı günlere gitmişti. neşe içerisinde gülüp-oynarlarken küçük bir çocuğun kendisine doğru yaklaştığını gördü. iyice yaklaştığında gözlerine inanamadı. bu çocuk kendisiydi ve morarmış, soğuktan donmaya yüz tutmuş küçük parmaklarını açmaya çalışarak ellerini ona doğru uzatıyor "baba!" diyordu, "artık gidelim, çok üşüdü ellerim".

nasıl olduysa oldu fakat uyandı. sıyırıp çıkardı kendisini o derin düşten. parmaklarını hissetmiyordu. kollarının yardımıyla kurtardı onları direksiyon simidinden. vücudunun aksine, aklı-zekası inanılmaz bir hızla çalışıyor, sahip olduğu tüm bilgileri, yaşam boyu edindiği tüm öğretileri jet hızıyla tarıyordu.

birden, katılaşmış bedenini sağa-sola esnetti, kollarını yukarı-aşağı kaldırıp-indirdi. tüm gücünü toplayıp bacaklarını kurtardı ve torpido gözünden avcı bıçağını alarak arka koltuğa yöneldi. kilit mandallarını çekip koltuğu öne doğru devirdi. koltuk altındaki depo kapağını, güçlükle kavradığı bıçak yardımıyla zar-zor kırdı ve eğilerek bagaj içerisindeki üstüpü bezine uzandı. deponun tabanında kalan benzini üstüpüye iyice emdirdi.

kapıyı açmaya yeltendi fakat kar ardını kapattığından açamadı. döşemeye sırt üstü yatıp ayaklarıyla tekmelemeye başladı. tavan lambasının ışığından görebildiği kadarıyla otomobil yarı beline kadar karla kaplıydı. ancak, artık kar yağmıyordu. geçebileceği kadar bir boşluk yarattıktan sonra dışarı çıktı. gece karanlığında arabanın arkasına geçip kollarıyla bagaj üzerindeki karı sıyırdı. tekrar aracın içerisine girip bagaj açma düğmesine bastı ve geri döndü.

önce kapağı ardından stepnenin üzerindeki şilteyi kaldırdı. oradaki bijon anahtarını kullanarak stepne vidasını söktü ve stepneyi çıkardı. yol üzerindeki yumuşak karı da onu sağa-sola sallayarak temizledi. otomobilden 5-6 metre kadar geride temizlediği yere stepneyi yatırdı.

sibop kapağını parmağıyla açmayı denese de elleri bu ince işi yapmak için fazlasıyla uyuşuktu. bıçakla zorlayarak parçaladı ve yine bıçağın sivri ucunu kullanarak stepnenin havasını boşalttı. sonra, var gücüyle lastiğe bıçakla vurmaya başladı. lastiğin delindiğine emin olduktan sonra arabaya yöneldi.

benzin deposunun içerisinden çıkardığı üstüpüyü, önce stepne lastiğinin üzerine sürdü ve sonra üzerinde bırakarak cebindeki çakmağı çıkardı. bir eliyle olabildiğince kavrayıp diğerinin ayasıyla üstüpüye doğru çaktı. başarmıştı. evet! başarmıştı.

karın durduğunu düşünüp hemen cep telefonuna yöneldi fakat derin bir vadinin içerisindeydi ve sinyal çizgilerinin göründüğü-görüneceği yoktu. yine de denedi, bağlantı yoktu.

dakikalar içerisinde alevler boyunu bile aşmıştı. bembeyaz kardan örtünün üzerinden yansıyan ışıklar tüm vadiyi aydınlatmaya yetiyordu. elleri, kulakları ve vücudu, bu ani ısınmaya önce acıyla tepki verdi fakat sonra, bedenini saran sıcaklığın o hoş etkisini, iliklerinde dahi hissetti.

"dört lastik daha var" diye düşündü. "her biri, ikişer saatten sekiz saat eder". hemen önündeki aleve doğru çevirdiği saatine baktı. 4:55'i gösteriyordu. büyük bir savaş kazanmış komutan edasıyla, hınzırca gülümsedi.

edit: yazım kuralları.
Gündemdeki Haberler
güncel Önemli Başlıklar