bugün

gayya dan gelen

73/2 tertip, samsunlu er halil, korkusunu; çapraz tutuş, dik duruş altına saklamış, karakolun cj3 cipinin önünde etrafına göz gezdiriyordu. daha askerliğinin ikinci haftasında, yıllardır merakla, hevesle düşlediği ilk görevine çıkmıştı, fakat heyecandan çok, korku ve endişe duymaktaydı. adını bile bilmediği bu küçük, bu karanlık köy nedense içini ürpertiyordu. çok da bir şey göremediği halde, gözlerini bir müddet ılık karanlıkta, tek tük etrafa saçılmış evlerin üzerinde dolaştırdıktan sonra, komutanı ve diğer iki erin demin girdiği ahırın açık kapısına dikti. gözlerini kapıdan ayırmaksızın, zaten nizami olmayan çapraz tutuşunu bozarak, deminden beri sağ avucuna ustaca gizlemiş olduğu sigarasını yine bir çırpıda ağzına götürdü. çektiği derin nefesi üfleyemeden, aniden kapıda beliren komutanıyla göz göze geldi. halil'in yüreğini ağzına getiren meraklı korkunun tam tersine, komutan; aklında halil'e kızmaktan çok daha önemli, başka başka şeyler varmışçasına, gayet sakin bir şekilde bir sigara istedi. komutanın peşi sıra, yaşlısı genci, beş altı kişilik bir grup da, kendi aralarında fısır fısır konuşaraktan ahırdan çıktı. komutan, halil'den aldığı sigaradan ilk nefesini çekip, yeniden yüzünü adamlara döndü. halil'in merakla kulak kabartmasına rağmen, bir türlü tam olarak anlayamadığı konuşmalar; 'yoharı çıhalım gomutan!' cümlesiyle son buldu. kimisi önden buyur ederek, kimisi de ardından, komutanla birlikte, kapının az ötesindeki ahşap merdivenden, ahırın tam üzerindeki beyaz eve çıktılar.
halil, kabaran merakını bastırmak için, bir eve, bir ahıra çaresiz bakışlar atıp duruyor, fakat komutanın korkusundan da yerinden ayrılamıyordu. neyse ki, ahır kapısından seslenen, üst devresi şenol'un muzır sırıtışını gördü. yerini terk etme korkusu piç şenol'un tek bir 'gel' işaretiyle çoktan yok olmuştu bile.
ahıra girdiğinde, şenol'unkinin tam tersine, orta yerdeki kaba çıkıntının üzerine örtülmüş, kırmızı desenli battaniyenin başında dikilen tertibi hafız'ın memnuniyetsiz ve kaygılı bakışlarıyla karşılaştı. derken, çoktan çömelerek battaniyeye elini atmış olan şenol'un fıldır fıldır gözlerine döndü yine; 'gorkmaycan emme demi torun? hehehe' piç şenol'un bu sorusu üzerine, merakı iki katına çıkan halil, sanki icazet alması gerekir gibi hafız'a şöyle bir baktıktan sonra, aceleyle başını salladı.
şenol, battaniyeyi yavaşça kaldırırken, halil, belermiş gözlerini yerden ayırmaksızın ürpertiyle geriledi. halil'in bu beklendik tepkisi, şenol'u keyiflendirirken, hafız, aksi ve kaygılı gözlerle bakıyordu ikisine. şafak 21 diyen şenol, bugüne dek gördüklerinin kendisine kattığı rahatlığın etkisinden ziyade, belki de 'bu son görevim nasıl olsa' düşüncesiyle devam etti patavatsızlığa; ''cayıı cayıı yakmışlaa oğlanı beaa.''
battaniye altındaki kapkara ceset, 18 yaşındaki üzeyir'e aitti. piç şenol'un dediği gibi, cayır cayır yanmıştı sanki. kömürden farksız bedeninde, tek bir beyaz dişi seçilebiliyordu. halil; acı, korku ve tiksintiyle karışık bakışlarla, o dişe dalıp gitmişti.

halil'in durduğu yerin tam bir kat üstünde, evin en küçük odasının önündeydi deminki kalabalık. içlerinden sadece ikisi komutanla birlikte içeri girerken, diğerleri kapının önünde kaldılar. elektriği olmasına rağmen, çıralarla aydınlatılmış olan bu küçük, basık odaya, daha ilk adımını atar atmaz ürpermişti komutan. yılların verdiği ustalıkla, yanındakilere korkusunu hissettirmeden odayı süzmeye koyuldu. odanın dört köşesinde, her birinin altından aşağı; ucunda topak yapılmış kağıt bağlı bir ip sarkan, dört ayrı çıra vardı. yeşilimsi tahtaları rutubetten çürüyeyazmış, üzeri telden bir sineklikle kaplı, evin arka yüzündeki boşluğa bakan küçük bir pencere, ve pencerenin önünde yarı belli su dolu, bakır bir kap duruyordu. loş denilemeyecek kadar aydınlıktı, fakat; diğer odaların aksine, tek bir halı, tek bir minder yoktu odanın içinde. kendi diplerini çok fazla aydınlatamayan çıraların, tam altlarındaki arapça yazıları sonradan fark etti komutan. kamuflajının altından, bir anda dikilse de tüyleri, yine yanındakilere sezdirmeden aydın'a doğru meraklı bir şefkatle eğildi.
bıyıkları henüz terlemiş aydın, küçük odanın tam ortasında diz çökmüş, kocaman ayırdığı gözlerini hiç kırpmadan, karşı duvara dalmış, ağzı açık, tedirgin eden bir sakinlikte, usulca ileri geri sallanıyordu.
sanki ruhu çekilmiş olan çocuğun boş yüzüne, uzun uzun dalan komutanı, birden duyulan kapı gıcırtısı kendine getirdi. yüzünü diğerleriyle birlikte kapıya döndüğünde, yerden bitme, cılız, ihtiyar bir kadın gördü. kadın onlara doğru bir iki adım atarkan, çizgilerle dolu, kırış kırış yaşlı yüzüne ait değillermiş gibi görünen, diri parlak gözleriyle komutanı kısacık süzdükten sonra, elindeki torbayı içerdekilerden genç olana uzatıp, karşı duvarın beyazlığında yalnız bir adam gibi çakılı duran çiviyi işaret etti. köyün genç imamı, büyük bir saygıyla aldığı el örgüsü, işlemeli torbayı bir kez öpüp alnına götürdükten sonra, anlaşılmaz bir fısıltıyla bir şeyler söylenip, yaşlı kadının gösterdiği çiviye astı.

Durmuş emmi, komutanın o anki şaşkın, boş bakışlarını şıp diye yakaladı. Odaya girmezden evvelki rahat, gür sesinden uzak; 'duyan olmasın' kaygısına benzer bir tavırla komutana yanaşıp, sanki kaldığı yerden devam eder gibi lafa girdi; ''ıraz gadın işte gomutan, tılsımı o yaptı. eli, galbi uzdur, bilirse de o bilir.'' sonra, baba sözü dinler gibi yüzüne bakan kafası karışık komutana, çenesiyle yerdeki aydın'ı işaret ederek sözüne devam etti; ''lakin adem'inen mansur, yaşatmazlar bunu. o telaşınan gızın peşine düştüler de, dönüşleri hayır olmaz gomutan.'' durmuş emmi'nin babacan yüzünden gözlerini ayırmaksızın, onunkine benzer, sakin bir tavırla cevap verdi komutan; ''biz burdayız durmuş emmi, savcı bey sabah erkenden gelir. ortalık aydınlansın hele bi, üçünü de buluruz, merak etme. ama askeri şimdi çıkaramam araziye.'' ıraz kadın, tek söz etmeden laflarını böldü ve odadan çıkmaları için eliyle hızlıca işaret etti. üçü de itiraz etmeden çıktıktan sonra, yaşlı kadın, bir şeyler mırıldanarak odanın ortasında sallanmaya devam eden çocuğun yanına kadar sokuldu. ne dediği anlaşılmadan mırıldanmaya devam ederek, çocuğun etrafında üç tur döndükten sonra, tam arkasında durdu. derince bir nefes alıp, gücünden hiçbir şey kaybetmemiş, ince parmaklı kırışık elleriyle, aydın'ın başını iki yandan kavradı. kafasını tavana doğru şöyle bir kaldırıp yeniden çocuğa doğru eğildikten sonra, tuttuğu nefesi yavaşça aydın'ın üzerine doğru üflediğinde, dört çıranın dördü de aynı anda patlar gibi parlayıp, birden sönüverdiler. odada birkaç saniye karanlık hüküm sürdükten sonra, çıralar yine aniden alev alıp odayı aydınlatmaya başladılar. ıraz kadın, ellerini çocuğun başından aralayıp, köhne pencerenin önüne kadar yürüdü. su dolu bakır kaba doğru eğildi, ve koynunun derinliklerinde bir yerlerden bulup çıkardığı küçük, mavi boncuğu kabın içine attı. sanki tüm bu yaptıklarını tastikleyip, kendini takdir eder gibi başını yukarı aşağı salladıktan sonra, parlak gözlerini, pencerenin ardından kıvrılan uçsuz bucaksız karanlığın taa derinlerindeki eğri söğüt tepesine dikti.

mansur, ağzına gelen kan kokusuna ve taşan soluğuna aldırış etmeksizin, zifiri karanlığın sadece bir iki metresini aydınlatabilen fenerinin peşinden zorluyordu adımlarını. fenerin güçsüz ışığından çok, yolu ezbere biliyor oluşuna güveniyordu. çocukluğundan beri, kim bilir kaçıncı kez çıkıyordu eğri söğüt yokuşunu. fakat şu bir gerçek ki, hiçbirinde bu kadar telaşlı, bu kadar korkak, bu kadar cesur olmamıştı.
tırmanmaya çabaladığı yokuşun sonunda, bu küçük dağa adını veren yüz yıllık söğüt ağacı; sanki alt yamacında tek tük ışıkları yanan köyde olan bitenden haberdarmış gibi, huzursuz bir biçimde hışırdatıyordu dallarını.
mansur, ara ara duraklayarak, yan gözle dönüp seçmeye çalıştığı uzak ışıklardan birinde, ıraz kadının kendisine doğru baktığını bilir gibi, tekrar tekrar cesaretlenip yoluna devam ettiği sırada; şenol, halil'in damarını bulmuşken, deminki konuşulanlardan yarım yamalak duyduklarını, iğrenç bir sinsilikle anlatmaya başlamıştı bile;

''gız deliimiş heral, yarım akıllıımış. bu ikisi de guduruk. nevaleyi saplayicek bi delik lazım tabii, belli ki eşşekten de bıkıvemişle. derken gıza bozmuşlaa niyeti. te buraya atıvemişle, çökmüşlee depesine, veemişlee küsküyü, veemişle küsküyü.''

hafız, yerdeki cesetten ziyade, şenol'un ta kendisinden iğrenerek, sessizce kendini dışarı attığında, dursun emmi, beyaz evin önündeki ahır damında bir cigara yakmış, kendisine doğru yönelmiş olan meraklı, şaşkın ve korkmuş bakışların da verdiği istekle, hem hikayenin öncesini bilmeyen komutana, hem de o güne dek büyüklerinden duydukları kadarıyla yarım yamalak bilen diğerlerine, şenol'un kaypak ağzıyla anlattığı bu şeyleri, ta en başından başlayarak, yeniden anlatıyordu;

''şindi gomutan, allah rahmet etsin, bunların bi babası varıdı, memduh... aksi, huysuz bir adamıdı. adem'inen mansur'a düşkünüdü, amma gız çocuğunu bek sevmezidi. bir günü bağa, bahçaya gediyo bunlar, bahıyollar ki bağan su guyusu yosun dutmuş, temizlenmesi gerek. amma ortada ne mansur var, ne adem. tabii bunlar vıcır vıcır o zaman, durdukları yerde duramıyollar, gurdun guşun peşine.. derken memduh, hadi gızım diyor, bağlıyor urganı nazlı'nın beline. gız daha barnak gadar, 7-8 yaşında o zaman. anaları.. safiye.. ona da allah gani gani rahmet etsin.. zavallı, atılıyor tabii, bey diyor, delirdin mi? güccücük gız guyuya salınır mı? dediyse de, memduh dinlemiyor tabii, veriyor yavrucağın eline çalı süpürgesini, salıyor guyunun dibine, gızcağız bağır çağır...''

diye anlatmaya devam etti dursun emmi. memduh'un, öz kızını kuyuya salışını, safiye kadının ve nazlı'nın ağlayıp çırpınışlarını.. kuyuda kızın başına gelenleri.. kuyudan çıktığındaki aklını yitirmiş halini.. hepsini tek tek anlattı;

''gayya derik biz o guyuya. o gün bugün ot bitmez üstünde. neyise.. bi çıkarmışlar ki bunu, beti benzi atmış... ne duyar, ne gonuşur.. bahtığı yere dalıp gider olmuş. he, o günden sonaa ahraz oldu işte. sonacığıma, gece vakitleri çıkıp çıkıp gideridi bu, dağ bayır gezeridi. meğersem götürürlerimiş gızı, gozüne gorünürlerimiş. şeytan deresi derik, yobaz bi ova var, kimseler getmez oraya. düğün ederlerimiş orda. abileri gaç kere ordan toplayıp getirdiler... bi de mesela, zar zor yatırırlarımış bunu, sabah bi uyanırlarımış ki, gızcağızın sağı solu mosmor.. hallenirlerimiş uyurkene... sonaa eyi kotü memduh'u razı edip ıraz gadına gotürüyollar bunu. tabii ıraz gadın bahıbahmaz annıyor olan biteni, cin dutulmuş buna diyor...''

dursun emmi, komutan ve diğerlerinin gözlerindeki müphem korkuyu, ve tüylerinin diken diken oluşunu çıt çıkmayan sessizlikten sezdikten sonra, anlatmaya devam etti;

''guyudaki cin, buna deli divane aşıh olmuş. 'sen benim yuvamı dağıttıng, gayrı benim malımsıng' diyesi de bahanesiymiş.. ıraz gadın buna bi tılsım yapdıydı, soonası bi de yoharı köydeki bi hocaya gotürdüler, rahmetli oldu şindi. bek sağlam hocayıdı, buna bi musga yazmışımış. ne güzel, düzeldiydi gızcağız. gene ahrazıdı, amma dağ bayır gezmiyorudu gayrı. derken bu sübyanlar, uçgura düşmüşler. bizim ahara çekmişler bunu. aydın oğlan efendidir de, ötekine uydu demek. kör rifat'ın oğluydu üzeyir, babası mapus, ana deseng yok. gendisi de ahıllı uslu değelidi heç, çalar çırparıdı. ne deyim, kül oldu gitti...''

şenol, halil'in ürperen yüzüne anlatmaya devam etti;

''boğuşullaaken musgası düşüveemiş gızın. sona zangıı zangıı titreyivemiş aha bu duvarlaa. bu sabiyi çaapıvemişlee, öteki de aklını yitirik. sona da alıp gaçıımışla gızı...''

halil'in donuk bakışlarını bir müddet gülmesini tutaraktan izledi şenol. sonra dayanamayıp birden koyverdi kendini;

''puhahaha, olum guzum ne cini ne şeytanı bea, inandın mı lan torun? hahaha. erifin gafa gırık olum, sallıyo bol keseden bea. bunlaa böyük ihtimal oynaşalım derken, aha bu gablolara dokandılar.''

deyip, muhtemelen olay esnasında olan bitenlerden sonra şimdiki halini almış olan, yukardaki evden uzanıp, ahır kapısının sol üst köşesinden içeri giren birkaç ucu açık kabloyu işaret etti.

mansur, var gücüyle tırmandığı yokuşun sonunda, yumruğunu bozmaksızın, sağ kolunun yeniyle yaşlı söğüde yaslanmış, geniş geniş inip kalkan göğsünün durulmasını beklerken, bir yandan da elindeki feneri etrafında dolaştırıp, çevreyi kolaçan ediyordu.
evvela birkaç metre ötesindeki su şırıltısına çevirdi başını, kayapınar'ın soğuk suyu, her zamanki dinginliğiyle, adını aldığı koca kayadan usulca uzanıp, derme çatma tahta oluğundan akarak karanlığa dökülüyordu. mansur, fenerinin cılız ışığını koca kayanın etrafında dolaştırdı. yoldan gelip geçen kimselerin ve çoğunlukla çobanların uğrak yeri olan pınarın hemen her yanında, insanlardan izler vardı; karpuz kabukları, şişeler, boş sigara paketleri, naylon poşetler... anlık bir esintiyle, o poşetlerden biri yerinden oynayınca, mansur birden irkiliverdi. fenerin ışığı aynı hızla poşetin savrulduğu yöne doğru kaydı. pınarın sol yanında birbirine bağlı iki yalak vardı, oluktan akan su, bu hayvan yalaklarını doldurduktan sonra usulca taşıp, önceden yeşertip çiçeklendirdiği yolundan süzülerek, mansur'un ayaklarının dibinden eğri söğüt'ün kalın köklerine ulaşıyordu. mansur, kendine doğru kıvrılıp gelen su yolunu baştan aşağı süzerken, fenerin ışığı -sanki kendiliğinden- su kenarındaki bir taşa saplanıp kaldı. koyu gecenin çıldırtan sessizliğinde, pınarın şırıltısını bile bastıracak şekilde hızlanmıştı kalbi. daha yeni yeni durulup düzene girmiş soluğu, göğsünü deminkinden daha beter doldurup zorlasa da, son aldığı nefesi veremeden öylece donup kalmıştı mansur.
gördüğü şey; gündüzleri çobanların çay demlemek için uydurdukları, birkaç ufak taşla çember yapılmış ocaklardan biriydi. fakat karanlıkta bile yüzünden okunabilecek bu dehşetin sebebi ocak değil, ocaktaki küllerin üzerinde duran bir çift ayaktı. sarı solgun, küçücük bir çift ayak...
mansur, ne yapacağını, ne düşüneceğini, ne söyleyeceğini bilemeden, bembeyaz yüzünü kaplayan ve koca koca titreyen gözleriyle durduğu yere saplanıp kalmıştı.

uluk meyve kokusuna benzer, sası, çürük bir koku karanlığa yayılmışken, söğüde yasladığı sağ kolunu usulca kendine çekip, zaten başından beri sımsıkı olan yumruğunu daha kuvvetli bir şekilde sıkarak göğsüne bastırdı. ağzında yuvarladığı tükrüğünü, kupkuru boğazından aşağı salıp yutkunurken, duyulur bir sesle yukarı aşağı gidip geldi adem elması. tüyleri diken diken olmuş parmaklarının arasında titreyen fenerini daha yukarı kaldırmamak için dirense de, merakı korkusuna kavi geldiğinden, dayanamadı. hatta başını biraz daha öne doğru eğip, daha çok sokuldu karanlığa. cılız ışık, küçücük ayaklardan yukarı doğru tırmanırken, mansur'un duyduğu dehşet de, aynı şekilde bacaklarından yukarı tırmanıyordu. fener bir müddet sonra yine sabitlendiğinde, görüğü şey karşısında mansur'un kalbi artık göğsünü delip çıkacak raddeye gelmişti. ayakların sahibi bir çocuktu. gecenin bir yarısı, eğri söğüt tepesinde, pınar başındaki bir ocağın içinde, soğuk küllerin üzerinde tek başına dikilen küçücük bir çocuk...

küle bulanmış topacık ayaklarının üzerinde, paspal bir esvap içinde, elleri iki yanına salınmış, nefes dahi almaksızın, kımıltısız durmuş, mansur'a bakıyordu. korkudan kanı damarlarından çekilen ve sırtından başlayıp tüm vücuduna yayılan bir soğukluğun içinde öylece donup kalmış olan mansur'un soluk rengi, çocuğun koca gözlerine iyice dikkat kesildiğinde büsbütün attı.
kulakları, dudakları ve burnu bildiğimiz çocuk yüzüydü, fakat gözleri... mansur'un, şu ana kadar duyduğu tüm şaşkınlık ve korku bir anda silinmiş. gözlerini diktiği gözler karşısında, içini yepyeni, bambaşka bir ürperti kaplamıştı. küçük, masum yüzünün ortasında, iki karanlık çukur gibiydi çocuğun gözleri. göz rengi, göz bebeği dedikleri şöyle dursun, tek damla parıltı, tek damla ak yoktu. her ikisi de içine düştüğü geceden daha koyu bir karanlıkla, ve sanki sonsuza uzanan zifiri bir derinlikle kaplıydı.

dağın öte yanında ise, mansur'unkine benzer bir başka telaş karışıyordu geceye. şeytan deresi denilen geniş düzlükte, kopkoyu karanlığın ortasında, neredeyse eğri söğüt'ten bile seçilebilecek kadar beyazdı adem'in yüzü. sanki bastığı yere saplanıp kalır gibi, yürür değil de, sürünür gibi ağır ve zor atıyordu adımlarını. uzundur karanlığa alışmış olan gözlerini kocaman açarak, uzakta hayal meyal varlığını sezdiği söğüde doğru ilerlemeye çalışırken, içinde duyduğu dehşetli korku, baştan ayağa tüylerini diken diken ettiği halde, inanılmaz derecede metanetli bir şekilde, soluk soluğa sayıklıyordu;

''kul e'ûzü birabbinnâs. melikinnâs. ilâhinnâs. min şerrilvesvâsilhannâs...''

mansur ve o kapkara gözler, uzun uzun bakıştılar, sonra mansur, kendini toparlayıp, ıraz kadının bir kağıt tutuşturarak kapattığı sağ elini göğsünden ayırmadan, aynen yaşlı kadının öğütlediği gibi, içinden, deminden beri ezber ettiği sureleri okuyarak yoluna devam etmek istedi. tam, sağ omzundaki patika yola kendini atmıştı ki, çocuğu bir adım ötesinde, yine karşısında buldu. o an, yüreğini resmen ağzında hissetti. yakından çok daha korkunç görünen çocuk, bu kez başını hafif yana yatırmış, yine aynı karanlık gözleriyle bakıyordu. mansur'un dili dolandı, sureler, dualar şöyle dursun, bildiği her şeyi unutmuştu sanki. tek kelime edemiyor, tek adım atamıyor, sadece burnunun dibindeki tuhaf çocuğa donuk gözlerle bakıyordu. derken, çocuğun o kanlı canlı, diri görüntüsü silikleşmeye, sanki tam çekmeyen bir televizyon kanalı gibi hayal meyal titremeye başlamıştı. sonra, mansur'un elindeki fenerin ancak bir üzüm tanesi büyüklüğündeki ampulü, ani bir cızırtıyla patlayıp sönünce, ortalık birden tastamam bir karanlığa büründü.
karanlıkta tir tir titreyen mansur, ne ağlayabiliyor, ne haykırabiliyor, ne de takır takır birbirine vuran dişlerini durdurabiliyordu. hiçbir şey göremediği, gömülüp kaldığı karanlığın ortasında, yapayalnız ve çaresizdi.
sağ elini göğsünden ayırmaksızın, sol elini karanlığa uzatıp önünü yoklamak isterken, kıllı, sıcak bir şeye dokunduğunu fark etmeye kalmadan, yüzünde hırıltılı bir nefes duydu. o dakikada hiç düşünmeden arkasını dönüp, titreyen bacaklarına aniden yüklenen bir heyecanla koşmaya başladı mansur.
nereye gittiğini bilmeden, bastığı yerleri hiç görmeden, tamamen hislerine ve ezberine güvenerek, o ana kadarki ömrünü geçirdiği yolların zifiri karanlığında, ensesinde sıcak bir nefes, ve kulaklarının içinde giderek artan, hırıltıya benzer yankı yankı bir uğultuyla, akıp gidiyordu. dakikalarca koşmaya devam etti, bu sırada nasıl olmuşsa, akşamdan beri hiç görünmeyen ay, gökyüzünde peydah olmuş, ve az da olsa ortalığı aydınlatmıştı. uğultunun ve nefesin peşini bıraktığını anlayan mansur, adımlarını durdurup, öne doğru hafifçe eğilerek taşan soluğunu dizginlemeye çalışıyordu ki, dehşet içinde, eğri söğüt'ün dibinde olduğunu fark etti. sanki deminden beri dakikalarca koşan kendisi değilmiş gibi, tek bir adım bile ilerleyememişti. hayretle doğrulup, aklını toparlayarak yeniden kontrol etmek istedi. önce yaşlı söğüde göz gezdirdi, sonra ayın iyiden iyiye aydınlattığı tepede, başını kayapınar'a çevirdi, hepsi tastamam yerinde ve gerçekti. içindeki korku, yerini tamamen hayrete bırakacaktı ki, kayapınar'ın tepesindeki çocuğu gördü. aynı deminki esvapların içinde, aynı çukur gözlerle, ve fakat, bu kez ay ışığının da etkisiyle daha gerçek, daha net, daha korkunç görünüyordu. kıkırtıyla kayadan zıplayıp, pınarın önüne düşüverdi. mansur'un kilitlenmiş, nefessiz bakışları arasında, düştüğü yerde bir müddet yine dalgalanan bir silüete dönüştükten sonra, bir saniyeden daha az bir sürede, yine mansur'un burnunun dibinde beliriverdi. suratına doğru ok gibi fırlayıp gelen ve saçlarını geriye doğru dalgalandıran çocuğun nefesiyle, sıçrayıp kendini geriye fırlatan mansur, söğüdün alt yanına doğru yuvarlandığında, başını korumak için kollarının arasına alıp ellerini siper ederken, sağ avucundaki kağıdın yokluğunu, bayılmadan hemen önce keskin bir acıyla fark etti.

geniş ve açık ovada, genzini yakan çürük kokunun ortasındaki adem'in birkaç metrelik çevresi, sanki geceninkinden ayrı, daha koyu, daha başka bir karanlıktı. ve adem, var gücüyle ve her defasında daha yüksek sesle okumaya devam ettikçe, etrafındaki bu çemberden karanlık; tıpkı ortasına taş atılmış durgun bir su gibi, dalga dalga yayılıp dağılıyor, sonra gerisin geri toplanıyordu.
sımsıkı bir yumruk yaptığı sağ elini göğsüne bastırırken, sol eliyle çok daha sıkı kavramış olduğu kız kardeşi nazlı'nın kolunu, mümkün olduğunca güçlü, mümkün olduğunca narin çekiştiriyordu. dalgalanan karanlığa kah kahkahaları, kah çığlıkları karışan nazlı ise, anadan üryan tepiniyor, adem'in pençesinden kurtulmaya çalışıyordu.
deminden beri etraflarında, anlaşılmaz homurtular ve kahkahaya benzer çığlıklarla dönüp duran belirsiz gölgeler, gittikçe kalabalıklaşıyor, ve yer yer parlayıp sönen ateşler gibi belirmeye başlıyorlardı.

mansur, gözlerini açtığında, göğsüne bağdaş kurmuş, kendisine bakan o karanlık gözleri gördü. ölümden dirilir gibi derince aldığı ani nefesle yerinden doğrulup kaçmak istedi, ancak ellerini sadece boşluğa yaslayabildi. zar zor başını yana çevirip bakabildiğinde, yerden birkaç metre yukarda, boşlukta asılı olduğunu dehşetle anladı.
bunca olan bitenin arasında, şaşılacak şekilde, kağıdı avucundan düşürmüş olduğunu hatırlayıp kendine kızdı. fakat bu soğukkanlı dalgınlık sadece bir lahzacık sürebildi. döşünde bağdaş kurmuş olan şeyin çocuksu, körpe yüzü, eskiyip yaşlanmaya, kırışıp kararmaya başladı. üzerindeki yırtık pırtık esvap kaybolmuş, yerini, kemikleri tek tek sayılabilecek, cılız, kıllı, çirkin bir beden almıştı. küçük burnu, kuruyup dökülmüş, tombul yanakları içine çöküp, çopurlaşmış, ve dudaksız ağzını iğrenç bir tebessüm kaplamıştı. artık bir çocuk değil, tastamam korkunç bir yaratıktı.
mansur, göğüs kafesinde ani bir soğukluk hissetti. yaratık, uzun, kirli tırnaklı parmaklarını, mansur'un göğsüne daldırmış, ve saatlerdir çırpınan kalbini büyük bir hazla avuçlamıştı. bedeni yere temas etmediği halde, toprağın zangır zangır titreyip, koskoca dağın yaprak gibi savrulduğunu hisseden mansur'un son duyduğu şey; üzerine doğru eğilip, burnunu burnuna dayayan yaratığın çirkin ağzından, anlamadığı bir dilde dökülen hırıltılı cümleler, ve yana düşen gözleri sönmeden önce, son gördüğü şey de; adeta kökünden sökülüp, kendisi gibi yerden yükselmiş olan kayapınar'ın, gökyüzündeki parlak aya doğru süzülen suları oldu.

ıraz kadın, ahırdan gelen silah sesiyle irkilmiş olsa da, odadan çıkamayacağını bilir gibi, hiç istifini bozmadı. komutan ve diğerleri, telaşla ahıra doğru koştururlarken, az ilerdeki hafız, hiç oralı olmaksızın, kımıltısız durmuş, donuk gözleriyle, çalışmadığı halde kendi kendine yavaşça yokuşu tırmanan cipe bakıyordu.
komutan, ahıra daldığında, halil, bembeyaz bir suratla, aklını yitirmiş gibi bağır çağır fırlayıp çıktı. komutan ve diğerleri, ne hafız'ı, ne halil'i gördüler. diken diken olmuş tüyleriyle, kapı eşiğinde öylece kaldılar. şenol'un, havada asılı bedenini şaşkınlık ve korkuyla bir müddet izlediler. sonra gözleri, yerdeki cesedin ağzından, gözlerinden ve kulaklarından taşıp ortalığa yayılan böceklere ilişmişti ki, şenol'un gözlerindeki yardım çığlıkları, boynu, kütür kütür bir sesle ters dönerken sönüverdi. dursun emmi ve diğer ikisi, tıpkı karanlıkta kaybolan halil gibi, bembeyaz yüzleriyle arkalarına bile bakmadan koşmaya başladıklarında, hafız, ağır aksak adımlarla, büyülenmişcesine cipin ardından gidiyordu.

bu telaş arasında, aklını koruyabilen, ve belki de ıraz kadını merak eden tek kişi olan genç imam, rüzgar gibi merdivenlere fırladı. komutan, şenol'un havada asılı halde, tutuşup yanmaya başlayan ölü bedenini izlerken. imam, yukarıya çıkmış, ve küçük odanın kapısı önünde dikilmiş kendisine bakan çocuğun simsiyah gözleriyle karşılaşmıştı. çocuk, korkunç bakışlarını çekip, odaya daldığında, imam alelacele bir şeyler okumaya başlayarak peşinden atıldı. ancak, kapının yerinde, sadece soğuk, beyaz duvar vardı. genç imam, okumaktan vazgeçmeksizin, hayretle kapıyı aramaya koyulmuştu ki, her taraf zelzele olur gibi, büyük bir gürültüyle sallanmaya başladı.

şenol'un yanmış bedeni yavaşça yere inerken, adem'in son çığlığı şeytan deresi'nin karanlığını kaplamıştı. nazlı, ters dönmüş bembeyaz gözlerini, yerdeki ağabeyinin ölü bedeninden alıp, kahkahalarla etrafını sarmalamış gölgelerin peşinden, anadan üryan bir halde, neşe içinde sekerek kayboldu karanlıkta.

ve neden sonra, ölü adımlarla zar zor yukarı çıkan komutan, artık yüzünde hiçbir hayret ve korku ibaresi olmaksızın; çarpık bacakları ve ters dönmüş elleriyle eşikte yatan imamın üzerinden atlayarak daldığı bomboş odada, kapkara gözlerle yanıp sönen bir çocuk silüetiyle göz göze geldiğinde, eğri söğüt'ün bir gecede kurumuş, yapraksız dalları, tıpkı birer kırbaç gibi sallanıp, ağaran günü karşılıyordu...

Ahmet Akkuş
6 Nisan 2012 - istanbunalım.