bugün

oda ve çocuk

"benim odam ne tarafta" dedi en sona kalan. masada birşeyler karalayıp ayakta mahkumları bekleten gardiyana uzatan memur kafasını kaldırıp çocuğa baktı. çocuğu kolundan tutan ve onun yanında kalın pos bıyıkları ve şakaklarındaki grileşmiş saçlarıyla bir cellat gibi duran gardiyan ise kahkahayı patlattı.

"burası babanın oteli mi lan pezevenk ne odası" deyip çocuğun kafasına doğru tokat attı. masadaki memur ise kafasını asabi bir şekilde sallayıp evraklarına geri döndü. son imzaları ve mührü de attıktan sonra ayaktaki gardiyana:
"şurayı imzala da bitsin bugünlük çilemiz abdullah" dedi, kağıdı masanın ucuna bir kalemle uzattı. abdullah, çocuğun kolunu bırakıp kalemi kağıdı aldı, imzaladı evrakı, sonra tekrar yapıştı çocuğun koluna. memur evrakı aldı, kalın ve eski bir bej dosyanın içine gelişigüzel yerleştirdi ve ayağa kalkıp askıdaki ceketini alıp giyindi. giyinirken bir çocuğa bir de yanındaki abdullah’a bakıyordu. çocuk abdullah’ın yanında okuldan kaçarken okul bekçisine yakalanmış bir ilkokul çocuğu gibi duruyordu. yüzü hastalıklıydı, saçları 3 numaraydı ve acemi bir berber tarafından alelacele kesildiği belli oluyordu.
"şu ibneyi hücresine götür abdullah."

***

abdullah ve kolundan sımsıkı tuttuğu çocuk, hapishanenin koridorlarında ağır ağır ilerliyorlardı. çocuk abdullah gibi yavaş yürüyemediği için zorluk çekiyor, adımlarını abdullah’ın adımlarını seyrederek onunkilere uydurmaya çalışıyordu. bu uyum çalışması sırasında da ikide bir tökezleyip düşecek gibi oluyor, ama tam o sırada kolundan sımsıkı yakalamış olan abdullah çocuğu sinirli sinirli düzeltip hizaya getiriyordu.
"ulan kahpenin dölü, azıcık adam gibi yürü yoksa yere çalacam seni ha" dedi çocuğun gözlerine hiddetle bakarak. çocuk:
"tamam abi"
"abi değil pezevenk, baş gardiyan diyecen baş gardiyan... neymiş?"
"baş gardiyan abi"
"ulan" dedi abdullah, bir yandan da copunu çıkarıp çocuğun kabasına iki kez yerleştirdi "yavşak dölü baş gardiyan diyecen diyom halâ abiyi ekliyon ibne". çocuk inleyerek yere düşer gibi oldu, ama abdullah gene kaldırdı çocuğu, bir kez daha vurup copu kemerine taktı.
"bak sen şu pezevenge... resmen taşah geçiyor devletin memurlarıyla..."

***

hücrenin önüne geldiler, abdullah çocuğu duvara yasladı ve cebinden hücrenin anahtarlarını çıkardı, kapıya soktu ve hücreyi açtı. çocuk yediği copların etkisiyle acı içinde duvara dayanmış halde terli bir at gibi bütün vücuduyla soluyordu. yere düşmemeye gayret ediyordu, çünkü biliyordu ki yere düşerse baş gardiyan gene coplayacaktı kendisini.
"bileklerini uzat" dedi abdullah başka bir anahtar çıkararak. çocuk bileklerini uzattı ve abdullah kelepçeleri çözdü. çocuk bilekleri kelepçeden kıpkırmızı olmuş halde baldırlarını ovalamaya çalıştı. ama eller ellemez copun değdiği yerlerin acısıyla bundan vazgeçti. abdullah çocuğu kolundan tutup içeri soktu.
"aha odan burası küçük bey, yedi numara... biraz havasızdır, biraz da karanlık. güneş görmez bi de. ama bi isteğin olursa eben sikilene kadar bağır ben koşar gelirim." dedi kalın pos bıyıkları burarak ve kahkahalar atarak. sonra kapıyı kapattı ve çocuğun üstüne kilitleyip gitti.

***

çocuk, hücredeki ilk bir saatinde karanlığın içinde karanlık dışında düşünülecek ve de anımsanabilecek başka birşey olmadığını düşünerek dehşete kapıldı. baldırlarının acısıyla duvarın dibine çökmüş, ayaklarını düz uzatarak oturuyordu. kısa boylu olmasına ilk kez burada seviniyordu, çünkü odası hem çok alçak hem de çok dardı. boyu azıcık uzun olan bir adam bırakın boydan boya uzanmasını, şu an kendisinin yaptığı gibi sırtı duvara dayalı olarak bile duramazdı.

ilk bir saatten sonra aklına annesi geldi, sonra kardeşleri, sonra ilkokulu,ortayı ve liseyi beraber okuduğu arkadaşları mesut, ali ve hasan geldi. tek tek onları düşünmeye çalıştı.

çocuk küçükken annesi ona çay bardağıyla şekiller verdiği portakalı kurabiyeler yapardı. ilkin her gün yapardı, sonra kardeşi doğunca haftada bir yapmaya başladı. sonra diğer kardeşi ve ayda bir kurabiye. en sonunda hiçbir zaman kurabiye. annesini çok seviyordu.

sonra kardeşleri... ilk kardeşi, çocuk henüz üç buçuk yaşındayken doğmuştu. sonra belli aralıklarla diğerleri... üç buçuk yaşından beri ağabeylik yapan ama hiç büyümeyen bir "çocuk"... kardeşleri kavga ettiği zaman gidip onları kurtarırdı, çoğunda dayak yese bile en azından kardeşlerinin dayak yememesini sağlamış olurdu.

sonra arkadaşları; mesut, ali ve hasan... onları da kendi öz kardeşleri gibi çok seviyor ve kıskanıyordu. çünkü çocuğun doğduğundan beri görmediği babasının aksine, bu üçünün her akşam eve gelen bir babaları vardı. dayak yedikleri zaman gidip yardım isteyebilecekleri, kardeşleri dayak yediği zaman kendileri hiç karışmadan kardeşlerinin öcünü alabilecek bir babaları. ne kadar kıskansa da çok severdi bu üçünü. beraber okudukları dönemlerde hep kavgalara, okuldan kaçmalara ve tuvalette sigara içmelere adı karışan dört çocuk.

bütün bu duyguların arasında sırtı duvara, kıçı nemli zemine yaslı halde uykuya daldı çocuk.

***

sabah -bunun sabah olduğunu, gardiyanların işe başlamış olmasından ve etrafta baş gardiyan dışında başkalarının da sesinin duyulmasından anlıyordu- yüzünü ilk kez gördüğü bir gardiyan kapısına copla vurdu ve kapıdaki küçük deliğin sürmesini çekip bağırdı:
"uyan ulan, birazdan müdür bey gelip seni görecek"
çocuk hemen doğruldu. kaba etlerinde halen bir sızı vardı. avuçlarıyla gözlerini ovalamaya başlamıştı ki içeri uzun boylu, yüzü tıraşlı, parlak saçları düzenlice taranmış takım elbiseli bir adam girdi. adam o kadar uzun boyluydu ki hücreden girerken kafasını vurmamak için kapıdan eğerek giriyordu. içeri girer girmez önce bir sesini temizledi ve:
"günaydın çocuk" dedi, "adın nedir?"
"adım fırat’tır müdür bey." dedi çocuk bakışlarını yere indirerek.
"ya soyadın?"
"soyadım kılıçer’dir."
müdür anlar gibi başını salladı ve ardındaki gardiyana bir bakış fırlatarak tekrar çocuğa döndü ve sordu:
"suçun ne senin fırat?"
fırat başını nemli zeminden kaldırıp müdüre baktı. bu bakış müdürü dehşete düşürmüştü. bu bakışta hem bir öfke hem bir pişmanlık izi vardı. çocuk, hem kederli bakıyor hem de mağrur bakıyor gibiydi. müdüre birşey söylemeden başını tekrar yere indirdi. müdür, çocuğu üstelemedi ve elini çocuğun omzuna vurup:
"allah kurtarsın fırat, allah kurtarsın" deyip hücreden dışarı çıktı. gardiyan da müdürün çıkmasını takiben hücreyi çocuğun üstüne tekrar kapatıp kilitledi.

***

müdür, çocuğa ziyaretinden hemen sonra evrak memurunun odasına çıktı. kapıyı vurmadan içeri girenin müdür olduğunu gören memur hemen ayağa kalkıp:
"günaydın müdürüm, hoşgeldiniz" dedi, "nasılsınız?"
"iyiyim rıfat, iyiyim... buyur otur" dedi müdür. kendisi müdürden evvel koltuğa kurularak. memur, cıgara paketini çıkardı gömleğinin üst cebinden, dibine vurdu ve açığa gelen iki dalı müdüre doğru uzattı.
"sağol," dedi müdür, zippo çakmağını çıkardı, önce kendi cıgarasını sonra memurunkini yakarak önünde duran küçük sehpaya bir kül tablası çekti ve konuşmaya başladı:
"bu yeni gelen çocuk," dedi dumanını üfleyerek "fırat kılıçer, dosyası sende mi?"
"bende müdürüm, arşivleyip dolaba kaldırdım. bir iki güne de bilgisayar kayıtlarına da girerim."
"mühim değil acelesi yok. şunu sorucam; okudun mu bu çocuğun dosyasını, suçu neymiş? dün abdullah zorbası biraz hırpalamış çocuğu, konuşmadı çocuk ondan mı acaba?"
"yok müdürüm sanmam. ben dün baktım dosyasına, polisin sorgusunda da konuşmamış zaten."
"suçu neymiş de bize göndermişler bu çocuğu?
"cinayet müdürüm."
müdür şaşırarak:
"cinayet mi?" dedi, "nasıl olur? o çocuk ha... vah vah..."
"ya, öyle işte müdürüm. üstelik annesini, kardeşlerini ve çok yakın üç arkadşını vurmuş..."
müdürüm yüzünde acıma ifadesine karanlık bir gölge oturdu. memurla göz göze geldi. memur sanki cinayetleri kendisi işlemiş de şimdi burada anlatıyormuş gibi başını eğdi ve devam etti:
"çocuğun babası küçükken ölüyor. annesi de orospuluk, metreslik yapmaya başlıyor. diğer kardeşlerinin babaları hepsi zengin ve iyi aile babası sözde iş adamları müdürüm. kadına nafaka bağlamışlar ama illegal nafaka, bir nevi sus payı. çocuk herşeyin farkında, ama ne zaman ki arkadaşları başlıyor senin anan orospu senin anan yollu diye üstüne gitmeye, çocuk cinnet geçirip hepsini doğruyor... dördü çocuk dokuz kişi... sadece birkaç saat içinde müdürüm. akıl hastanesinden de sağlamdır yazıs var çocuğun. o yüzden bizde."
memur anlatacaklarını bitirdi ve cıgarasını söndürdü. müdürün cıgarası ise upuzun bir kül birikintisi halinde parmaklarının arasında duruyordu.