bugün

sevdiği entry'ler

callofcu

Nice guzel yaslara.

Hastasi cok olan yazar.

callofcu

Geçmiş doğumgünü kutlu olsun yazarıdır.

kalabalıktaki müstesnaya mavrasal bir nazar

sonra, bir sokağa dönüyorum. sonsuz. köşe başında birkaç serseri, şarap kokan nefeslerini ellerine bırakıp bana bakıyorlar; gözlerinde hayranlık, öfke, belki de şaşkınlık; ilk kez kendilerinden yenik bir adam görmenin verdiği. sol yanımda bir kapı açılıyor, yangınlı ağlama sesleri, pişman sessizlikler, kuran okuyor yıllanmış bir ses. ev, ölüm kusuyor. hemen ötede udi ali nahit bey, ruh üflüyor sazına, yine dertli.

bir şehre giriyorum, soğuk.
bir sokağa dönüyorum, sonsuz.
serseriler, ölüler, bir de çok dertli adam...
yas saplıyor göğsüme.
birden kar başlıyor.
bilir misiniz? ilk kar, hep benim omzuma düşer.
şimdi, inceden oynak bir hüzün giriyor koluma,
ve ben, her şeye rağmen seni seviyorum.
sonra, bir başkasını öptüğün geliyor aklıma,
affetmiyorum;

kar, af dilemesidir ankara'nın...

***

ah ulan. birkaç bakış ve bir nazar. gel kucağıma anlatayım sana:

bu popstar tarkan'ın kızkardeşiyle, kuzenimin dayısı evlendi birkaç sene evvel. ayrıca bu "kuzenimin dayısı" kısaltmasını bulana kadar iflahım sikildi haberin olsun; derdim elbette "tarkan'la hısım olduk aga"yı satmak değil, yemişim tarkan'ı, "şimdi benim yengemin, dayımın eşi olan yengemin, kardeşlerinden en ufak olanı, ki kendisi erkektir, tarkan'ın kızkardeşiyle evlendi abi. ki adı mahmut'tur. hayır kızın değil, damadın adı mahmut'tur. mahmut-tur.(batar o şirket)" diyemezdim herhalde. neyse abi, önce evlenme dairesinde nikah falan kıyıldı, inanılmaz bir kalabalık ayakta takılıyor. herkes tarkan'ı çevrelemiş, kimi fotoğraf çektiriyor, kimi muhabbet etmeye çalışıyor, kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela. o kalabalık arasında eski sevgilisi bilge öztürk'le gözgöze geldik, sevimli sevimli gülümseyerek bakıyor, ben de ona gülümsüyorum, birkaç saniye uzaktan kesiştikten sonra, biraz yaklaşmaya karar verdim. tam bu sırada üsküdar belediye başkanı mı, ümraniye eski belediye başkanı mı ne hatırlamıyorum şu an, sıradan herkesi selamlarken beni de yakaladı ve ensemden tutarak zorla kafa tokuşturdu. herif beni resmen düğünün eşşoğlueşşeği etti karının gözünde. hemen ardından teyzem arkamdan "hadi oğlum resim çektirsene tarkan'la aaa" diye diye iteleyerek karizmayı eşittirin diğer tarafına atmakta tüm azmini ortaya koyuyordu. teyzemin ısrarlarına dayanamayıp çektirdiğim fotoğrafın ise, bir dönem tarkan'ın eşcinsel ilişkiler yaşadığı dönemki fotoğraflarından zerre farkı yok baba. resmen herifi soldan soldan fordluyorum, bir de dönüp tip tip kulağını izliyorum fotoğrafta. köpek taşağı gibi. nefis.

nikahtan birkaç saat sonra yalnızca özel misafirlerin davet edildiği bir yemek verildi. taşak muhabbetiydi, goygoydu vakit geçirirken ilerleyen saatlerde aniden bir palyaço çıktı ortaya. ve bana "şu sefil alemde en çok tırstığın şey nedir azizim? he mi?" diye sorsalar vereceğim cevap palyaçodur abi. neyse, palyaço aniden hoplaya zıplaya masamıza geldi ve abimi öpmeye başladı. palyaçoyla abim çılgınca öpüşüyorlar, tüm davetlilerin önünde geniş geniş yiyişiyorlardı. öf iğrençmiş. aman haco, dünyada en çok neden tırsarsın diye sorsalar, "bir palyaçoyla abimin yiyişmesi" diye cevap veriyorum bundan sonra. neyse, palyaço ciddi ciddi abimi öpüyordu ama, kucağına falan çıkmaya çalışıyor, serseri midir, sapık mıdır, ne midir? kafası mı güzeldi ne boksa, ite kaka siktir ettik iti.

sonra babam çarptı gözüme. ulan vakti evvel abim odasına rüştü reçber'in posterini astığında, "lan galdırın şunun resmini şukrü müdür nedir, görünce cinlerim depeme çıkıyo" diyen (abim de çizmiş kafayı, insan niye rüştü'nün posterini asar ki lan? babamın haklı rüştü tepkisine karşılık otuzuna merdiven dayamış herif "anneeeeeee, ya şu babamı alsana odadaaan" dediydi), sibel can'ın kocası sulhi aksüt'ü televizyonda görünce, "ulan şu herife de uyuz oluyorum, sulhu mudur, sulfu mudur?" diyen, "ertuğrul bey, ergenekon olayları hakkında ne düşünüyorsun?" sorusunu "eee, tencere dibin kara, seninki benden kara demiş atatürk" gibi her boku harmanlayan, evde utanmasa çorbayı bile eliyle yiyecek olan bu adam, elinde çatal bıçak nasıl kibar yiyor, nasıl kibar konuşuyor. bir erkeği ancak bir kadın bu kadar değiştirebilirdi.

ulan aileye bak, herkes ruh hastası.

kafamı arkaya çevirmemle, yine bilge öztürk'ün anlamsız anlamsız ayakta dikildiğini gördüm, hadiseyi aynen çakozladım. baktığımda yine göz göze geldik, utandığını nah bu gözlerle gördüm. bir de herkese eyvallah derken, gülümsedi, hepsi bu. bu, ahlaksızlık değil. (ulan işin bok tarafı karıyı da beğenmem ha. neyse, karizması var.)

sana yalnız bir bakış hikayesi anlattım. bir nazar. diğerlerini bu kadar uzatacak değilim, merak etme.

barlarda, yaşlı, janti façalı kodamanların karşısında oturan gencecik güzelliklerin de baktıklarını çok gördüm.

---- film arası ----

- gelişim haşedim nerde!
- baba nolur otur iç şu ilaçlarını, çocuğu korkutuyorsun.
- bırakkkkkk! dans edemediği devrim, devrim değildir!
- baba nolur otur. hem bu dans değil baba. bu anadolu'nun çeşitli yörelerinden bir folklor potborisi, çeşitli halk oyunlarından bir kesit sunuyorsun bize baba. böyle olmaz. bana halayla gelme, bana tangoyla gel, salsayla gel, valsle gel baba! baba bana kuğulu park balesiyle gel baba!
- anam bizim herif de delirdi. ay bayılıy.. ay bana bişeyler oluyorrr...
torun: vay ben böyle evin tuluatını sikeyim...

bu hikayedeki yaşlı gibi ölmek istemiyorum, sevdiğim kadınla bir pencere önünde, bir sokağa bakarken, bir tarafta menekşe, zeki müren çalarken...

---- film arası ----

bana aşık kadınların bakışlarını bilirim.

sevişmek isteyen kadınların ya da.

annemin "üzdün beni" diyen.

gurur duyan sevgilimin.

ya da nefret eden arkadaşın.

hiçbiri ilk bakışın kadar yangın, hiçbiri son bakışın kadar çamur, kir, pas değildi. "güzel kadınsın vesselam. güzelsin. kadınsın. ve selam!"

***

sonra, bir sokağa dönüyorum. sonsuz...

çarpık internet ilişkileri

euzu açıklama: bahsolunan çarpık ilişkiler herhangi bir sınırlamaya tabi değildir; kadın-erkek olabilir, arkadaş ilişkisi olabilir, şey olabilir, eee, başka da bişey yok amına koyim.(bi saatlik yazının 50 dakikası üçüncü alternatifi düşünmekle geçti terbiyesiz evladı olayım)

başlığı "internet ilişkileri" şeklinde açıp yapacağımız genellemelerle yaşanan/yaşanmış güzel ilişkileri harcamayalım diyerek, çarpıklığı dile getireceğimiz içün böylesini uygun gördük. zira çok tercih ettiğim bir iletişim/sosyalleşme yolu olmasa da, benim de internet üzerinden hayatıma soktuğum insanlar oldu. neyse, "artık tartışılmaz bir vakıa olarak internet denen sosyal arazide, yanlış temeller üzerine yükseltilmiş çökmeye ya da çürümeye mahkum ilişkilerdir." deyip, entryler'deki hukuki aykırılıklarla, ne bileyim entry-başlık uyumsuzluklarıyla ya da başlıklardaki imla hataları/anlatım bozukluklarıyla vesaire uğraşacağına, entry içinde üslubum gereği özellikle deforme ettiğim bazı sözcükleri (bilin mi, görüncı, sikizleyek vs.) gammazlayarak gammazlık müessesesinde; ve bu bilinçli deformasyonların gerçekten düzeltilmesi gerektiğine inanıp rötuş isteği göndererek moderatörlük müessesesinde çığır açan pek hevesli ve işgüzar dostlarımızın gadasını alarak tanımı kurtarıyorum.

başlığa gerizekalıya anlatır gibi tanım yaptıysak, inceden mevzuya girelim papazan. şimdi ben hadisenin hareket noktasını "gerçeklik" olarak belirlemek istiyorum. klişe bir söylemdir ama bu onun doğruluk payını azaltmaz, insanlar monitör ardında olmanın verdiği rahatlıkla diledikleri kıyafete bürünebiliyor; fiziksel kompleksleri olan biri reelde taşımadığı özelliklere gerçekmişçesine insanları inandırabiliyor, normalde kızarıp bozaran, zorla konuşturabildiğin bi herif msn'de "niye konuşmuyon olm" diyerek titreşim gönderebiliyor, evde sıvazdan sıvaza koşan herif orgy'den döndüğünü bile anlatabilir, bunları hepimiz biliyoruz. biraz spesifik örneklere geçelim de artık şu giriş sıkıcılığından kurtulalım lan. kimse de bişey demiyo, kahvedeki soba manzaralı dede gibi anlattıkça anlatıyoz amına koyim.

şahsen, korkunun da telaşın da sevincin de çok gerçek olmasından yanayım, misal monitör karşısında kızla konuşurken sıçtığımızda hem sıfatın aldığı hali karı görmediği için hem de elini kolunu nereye koyacağını bilememeni rahatlıkla gizleyebileceğin için bana o göre o hadise gerçeklikten çıkıyor, yapay bir hal alıyor. bu bir avantaj ya da kendi sınırları içerisinde güzel bir şey olsa da, mesela abimin başına gelen hadise kadar asla hayatımda yer edecek bir anı ya da olay olamaz o kişinin yaşadığı:

***

vakti evvel abimin bi kız arkadaşı var, özel bitakım sebeplerden ayrılıyor bunlar (abimin siki küçük. şş şaka lan), fakat bizim üst katımızda kızın iki tane yakın arkadaşı yaşıyor ve sık sık gelip gidiyor. bizim birader de o dönem hala seviyor kızı ve ilişkileri de kısa sürdüğü için kendini tam anlamıyla ifade edememiş, içinde kalmış şeyler var. neyse aga, bi gün bu dangoza annem vermiş tencereyi, süt aldıracak. adama tatilde giydiremezsin, kırk yılın başı tutmuş terlikle çıkmış. lan terlik de bildiğin bantlı hela terliği. elinde ağzına kadar süt dolu tencere, ayakta açık mavi köpükten insanlık ayıbı bi terlik, üstte hırka falan; o sıfatın acilen akşama muhallebi yetiştirmesi lazım diyim sen hesap et mavranın çapını. o halde apartmana yönelirken anladığın üzere kapıda bizim eski yenge beliriyor:

- haluk? naber?
- ha? ühü? ıı iyilik senden?
- (gülmemeye çalışarak) ımm, napıyosun?
- ben süt alıyorum. benim olayım bu. süt alırım ben.(ulan garibim ya)
- hmm, peki, benim biraz acelem var da. görüşürüz?(karı hala tutuyo kendini)
- görüşürüz. iyi günler. görüşürüz. iyi günler.(aynen, iki kere)

hani herif, düştüğüm durumun sikikliğine mi üzüleyim, mal mal konuştuğuma mı yanayım, yoksa şu ineğini siktiğimin südünü mü dökmeyeyim diye kafada bin tilki sikerken, karşılaşma anına rahmet okutacak o herif belirir, sitenin altındaki dükkanı işleten, ota boka karışan o patavatsız kasap:

- (naradan hallice bir ses tonuyla) lan haluk! haluk! süte bakma oğlum süte bakma dökersin lan!
- abi allah rızası için gir içeri. nolur sus abi, bak allah'ın adını verd...
- lan, terliğin de ne güzelmiş, alamanya'dan mı geldi ahıahakahkaha
- (ağlamaklı) abi allah senin belanı versin. biraz insan olaydın. serdal abi, duydun mu? allah-u teala senin de belanı versin.

***

iyi kötü hepimiz bir şeyler yaşadık, hepimizin anıları var ve son tahlilde geldiğimiz noktada bizi biz yapan şeyler de bunlar. basitçe anlatmak gerekirse, yukarıda abimin başına gelen olay, onu monitör karşısında sıyrılınabilecek binlerce hadiseye nazaran onu daha da olgunlaştıracak, onu daha hayatın içinde kılacaktır.

internet, hepimizin hayatının merkezinde, zaten işlevselliğini kimsenin inkar ettiği yok. fakat insan, mekanizmaların açıklarından nemalanmaya teşne bir yaratık olduğu için yeri geliyor cinsel sapkınlıklarını da burada fişekliyor, sonracığıma söyleyim zaman oluyor silik karakterini insanları provoke ederek perdeliyor, vay efendimi fordlayım kimi zaman da elindekinden memnun olmayıp daha büyüğünü arıyor (enlarge your penis bannerlarını kastetmiyorum lan). mesela yakın tarihte ilkokul arkadaşım bir kızla karşılaştık otobüste. diyalog bir ara soyadı muhabbetine kaydı, ben o sırada kızın direkt yüzüme söyleyerek değil de facebook üzerinden arkadaşlık talebi gönderecek olmanın yolunu yaptığını anladım. oysa ki "madem karşılaştık bundan sonra görüşelim hacı" demenin, telefon istemek ya da açık açık facebook hesabı istemek gibi farklı ve sinsi olmayan alternatifleri de var. benim takıldığım internet üzerinden iletişime geçmek istiyor oluşu değil, hepimiz msn'di, sözlüktü, facebook'tu bir şekilde iletişim halindeyiz, bunlar internetin işlevselliği dahilindeki şeyler zaten, ama o kızın, isteğini birebir bana söyleyemezken internet üzerinden taşaklarını yaya yaya benimle konuşacak olmasını ya da facebook'taki arkadaş sayısını arttırma çabasına alet olmayı ben kaldıramıyorum arkadaş. adamın osuruğunu düğümlerim ben yoh öyle. daha fazlasını istemek dedik, hah, inkar edecek değilim, ben de eve gelir gelmez kendi hesabım olmadığı için arkadaşımınkinden girip kızın adını soyadını arattım. karıyı bulamadığım gibi bahtıma karşıma çıkan gruplara bak: süper bi fikrim var diyenler (fikrinizi sikiyim ben), aliye rona (lan bebek gibi kız arıyoruz, sinemanın iblisi çıkıyor karşımıza), baskül ailesi (vay babayın atayın), coca-cola'dan başka kola içmedim, içmem diyenler(sizin allah belanızı versin). şimdi aga, facebook'un olayı, arkadaşımızı bulalım, arkadaşlar da bizi ararken zorlanmasınlar gerçek halimizi en fazla andıran fotoğrafımızı koyalım değil midir? e kanlı canlı gördün karıyı, daha ne fotoğrafa motoğrafa bakma peşindesin sinsi sinsi? 500 tane fotoğrafı olan karı biliyorum lan, bakıcam tabii. heheh.

internet alemi, kendini olduğundan farklı gösteren ya da bunu istemdışı gerçekleştiren o kadar çok insana yataklık yapıyor ki, her gün bir kez daha şaşırıyorum yeminle. çok yeni ve sıcak bi hadise olduğu için onu da anlatmadan geçemedim, ki aslında bu entry'yi yazmama sebep de bu hadisedir:

***

çok yakın bir arkadaşım last fm'den bi karıyla tanıştı, last fm üzerinden, msn üzerinden muhabbet derken bayağı yakınlaştı bunlar. herif de ballandıra ballandıra anlatıyor, yok çok efendi kız da, muhabbeti çok iyi de, bin çeşit mavra işte. bir gün kız bizim bebeyi house party olayına davet etti, arkadaşlarını da al gel diyerek. allah var, tozmayı sürtmeyi, ortamları içizlemeyi seven adamım, kaçıracak değilim muhabbeti. fakat kızın bende bıraktığı imaj öyle bişey ki, sanki sarayda bir baloya davet ediliyoruz; elit insanlar, sakin müzik, güzel yemekler falan. ulan ortama bi girdik, yerleri bok götürüyo, tipler desen kırmızı kafalı punk ibnelerden evin içinde sarı plastik çizmeyle gezen kafası trilyar karılara envai çeşit manyak. hani benim arkadaşlar da rocker, pek sırıtmıyolar. e ben? ceketim ve kotumla adeta ortamın eşşoğlueşşeğiyim. kız geldi, mıymıymıy bi boklar anlatıyo, iğrenç bi kız, yaşı küçük, üç lafından beşi "abi". ulan deliricem resmen, nereye geldim ben? karıdan tiksindiğim için aldım kendi biramı, bi köşede ayakta takılıp milleti tip tip izlerken, baba zula çalmaya başladı ve mekandaki mübalağasız herkes dans etmeye başladı. bi tek ben ortamın al pacino'suyum amına koyim. bilahare sarhoş karının teki geldi, iki eliyle omuzlarımdan sallayarak beni dans ettirmeye çalışıyor. ulan zaten asabiyet tavan yapmış, kızınca da kendini kontrol edebilen bi insan değilim, kafamda "enis olum sakin ol, misafirsin sakin ol" düşüncelerini tekrarlayıp duruyorum:

- olay buuuuuu... olay buuuu... kopuşşşşşşşşşşşş... hadiiii dans eeeeet. hadiiiiii...
- la bırak!
- olay buuuuuuu... hadi dans et hadii amaaa
- heheh, yok ben pek sevmiyorum. sevmiyoruuum ben diyoruuum, duyuyon muuu? dans etmem beeeen.
- hadi daaaans.
- omzumu bırakır mıs...
- (zerre dinlemiyo) olay buuuu.
- lan! gözüme bak. buraya bak, gözüme bak benim. ben sarhoş karı avutur muyum lan? siktir git. la bak hala... la oğlum bıraksana lan omzumu?

bak şimdi tesadüfü dinle. ben karıya bağırıp hafif de kakarken erkek arkadaşı geldi. ulan? aytek? aytek... vakti zamanında msn bu kadar yaygın olmadığı için mirc'de okulun kanalında chat yapardık. bu aytek de okulun kanalında op'tu. orta sondayım, kanalda muhabbet ediyoruz, aşık olduğum kız da orada. ben kızın gözüne gireyim diye aytek'le acımasızca taşak geçince, bebe dayanamayıp voice'umu aldı. bilmeyenler için söyleyelim; op, voice'unuzu alıncı, ne yazarsan yaz kanaldaki kimse göremiyo, sesini kısıyolar bi nevi. lan ben de mevzunun cahili olduğum için, hala bi espri çabaları, hala kıza yazılmalar falan ama kız benim dediklerimi zerre siklemiyo, aytek'le kavga ediyo "ya versene enis'in voice'unu geri" diye. meğerse yazdıklarımı göremiyomuş amına koyim, mübalağasız iki saat voice olmadan esprilere muhabbete yamanmalara devam ettim. ulan adamın aklına da mı gelmez niye kimse gülmüyo bu amına koduğumun esprilerine diye. hasılı, bu aytek iti kanal op'luğundan aldı yürüdü, bilgisayar mühendisi oldu (nalakaysa). fakat ta o dönemden bildiğimiz, adam internetle fazlasıyla haşır neşirdi.

neyse hadiseye dönecek olursak, herife "aytek?" dememle, derin muhabbete girdiğimiz bir oldu. o da last fm'den tanışmış, msn'de muhabbet çevirmişler, partiye davetli güruhun profiline dair bilgisi varmış, ondan o deri ceketle gelmiş; olmadığı biri gibi... "ulan utanmıyo musun?" deyip, voice'unu aldım itin.

***

yemek tarifleri yayınlayıp, birbirlerine mıç mıç "canımmmmmmmm! çok güzel yapmışsın kabak tatlısınıııııı ;)))))) sevgiler!" (bildiğin kabak ulan?) diye salakça övgüler sıralamasına, arada bi kocaları izin verirse (gerçekten böyle, takip ediyoruz olm sapık gibi) buluşup piknik falan yapan 35 yaş üstü blog kadınlarının bu tasarruflarını aklım almasa da interneti faydalı biçimde kullanma alternatifi olarak görüp saygı duyarken, aynı güruhtan bir karının yemek tarifi blogunun orta yerine fotoğrafıyla beraber "merhaba! bazı beyefendiler beni sürekli taciz ediyor, görüşmek istediklerini söylüyorlar. ben böyle biri değilimmmmmm!!!!111" yazısını yazma dangalaklığını anlamlandıramıyorum. genel olarak çarpık internet ilişkilerinin ve internetten faydalanma biçimlerinin benim için bir tür özeti budur evet.

***

- sayın vaudeville for vendetta, biz yanlış yapmaktan utanmıyoruz ama yanlış yaptığımız söylenince böyle iblisleşiveriyoruz.
- hayatım biraz işim var, sonra.
- ayrıca bize yanlışımızı söyleyince arkandan sinsi sinsi iş çevirmekten de geri durmuyoruz.
- ötede dur canım.
- neden?
- ki sikmeyeyim abide-i zürriyetini.

öpüşmede masumiyet aramak

aşık olduğum, en azından bana bir şeyler hissettirebilmiş bir kadınla öpüşmek, herhangi bir kadınla sevişmekten çok daha tercih edilebilirdir benim için. küstürmeden, incitmeden, tırnaklarına kadar üşüten öpüşmeler; dönüm noktalarıyla, şehvet ve arzuyla yitirir masumiyetini. her öpüştüğün kadında bir daha, bir daha kirlenir ve yıllanmış kitap aralarında o eski masum öpüşmeleri ararsın.

***

bir vakit önce, uzunca süredir görüşmediğimiz normal arkadaş statüsündeki bir kızla buluşup bi yerlerde içmeye karar verdik. hafta boyunca orada burada sürtmekten cepte kuruş kalmamış; hem serde erkeklik, hem de kendi içimizde aşamadığımız prensiplerimiz var, "kıza hesap ödetmem olum" diyerek, bir yerden para bulmanın hesabını yapıyor ve yine her zamanki gibi abime yavşıyordum:

- alo, naber yakışıklı?
- ne istiyon enis?
- sikerim maradonanı. bir gün de güler yüz göster lan kardeşine?
- olm belli ki bişey istiyon, noldu?
- ya hocam biraz para şeyapabilcen mi bana, yarın bi arkadaşla buluşcam da.
- daha yeni verdik ya olum, naptın o kadar parayı?
- ya sen nabıcan orasını, veriyo musun para? valla acil.
- yok aga veremem, maaşımın yarısını sana yediriyorum.
- lan bari bi iş ver onu yapıyım, ona karşılık ver para.
- haa o zaman olur, yarın sabaha yetişmesi lazım ama.
- yarın sabah olmaz.
- niye lan?
- çok geç. yarın sabah çok geç. sen o işi iki saate bitmiş bil papazov.
- hehehe siktir. hadi oyalama işim var.

laf aramızda fena sikiyorum herifi. şimdi aga, bizim birader bir üniversitede hocadır, benim yapacağım iş de bundaki raporların, ödevlerin üzerindeki verilmiş notları toplayıp bilgisayara girmek. son derece basit, bırak dört işlemi, toplama bilsen yeter. yalnız işi yaparken bir şey fark ettim: misal, 18+17 işlemi yapılacak, direkt 35 diyemiyorum, hafif fısıldayarak yaptığım konuşma metnini aynen veriyorum abi: "sekiz yedi daha on beş. elde var bir. bir bir daha iki, bi de elde var üç. otuz beş.", yeminle hala "elde var" muhabbeti yapıyormuşum ilkokul bebesi gibi. lan bana bak, bunu kimseye söylemek yok bak yeminle hullebinize huniyle sıçarım. misafiri görünce şımarıyonuz be.

yaptığı her işten, girdiği her delikten sosyal tespit çıkarmayı seven insanız vesselam. nicedir abimin ödevleriyle falan uğraşırken fark ettim misal bunu da, bir kız öğrencinin ödev kağıdı özenliyse kesinlikle çalışkandır ve notu yüksektir; fakat bir erkek öğrenci içerikten ziyade ambalaja vakit ayırdıysa o kağıttan bi bok çıkmaz. çoğu zaman tam tersi de geçerli olabiliyor. misalen erdal diye bi çocuk var, herif kağıtları ters zımbalıyor arkadaş, adamın ödevlerini okudum okuyalı bir sefer sektirmedi, hepsinde tersten zımbaladı it horozu. ulan olmuş sabah saatin siki, götümüzde ayı bağırıyor, iki saat sonra adama teslim etmek zorundayız, bi de erdal'ın zımbasıyla şeyiyle cedelleş. bişey değil herif çatır çatır yapıyor da ha, yeminle 20 üzerinden değerlendirilen ödevden 30 aldığına şahit oldum nah bu gözlerinen. mandrake erdal. ben kül yutmam! beni tersten zımbalayamazsın!

neyse abi, düşe kalka tökezleye bir şekilde bitirdim işi, sipalileri cebimize prekazi eyledik, zarıl zarıl osurarak nefis bi uyku çekiyorum. oldum olası saçma sapan mevzular üstü üste gelir bulur beni. tam uykunun en kıymalı pide kokulu mecrasında abimden gelen mesajla bi kamyon zopa yemiş gibi uyandım, mesaj şu: "köprü trafiği, nöbetçi eczaneler, maç sonuçları, şans oyunları, vizyondaki filmler, burç yorumları... sorularını 5767'ye gönder hazırcevap yanıtlasın! bilgi:500". lan resmen çıldırdım, hemen aradım iti:

- puşt! puşt!
- alo? noluyo lan?
- senin nöbetini nöbetçini sikeyim it, şaka mı yapıyon lan sabah sabah?
- ne diyosun olum kendine gel?
- koca herif utanmıyo da. ne köprü trafiği lan sapık?
- işim gücüm var enis, bişey demiyosan kapatıyorum.
- bi de yüzüme mi kapatı... lan? alov?

sinirden sızmışım amına koyim. lakin hadise bilahare netlik kazanıyordu. abimin avea numarasını "aveabi" diye kaydettimdi, mesaj da "aveabidunya" denen avea hizmetinden geliyormuş; herif hala yüzüme bakmıyo lan.

paşalar gibi bir uyku çektikten sonra kızla konuştuk, güvenpark'ın önünde buluşup yukarı çıkıcaz, içip sıçıcaz. bir şeyler atıştırdım, giyinip süslenip çıktım evden, durağa varır varmaz otobüs geldi, atladım. yalnız otobüste yanımda oturan herifte sürekli bir hareketlilik seziyorum, görüş açımdan fark edebiliyorum, mütemadiyen oynaşıyor herif. ulan merak edip kafayı bir çevirdim, pehlivan atmış elini sike, pantolon üstünden gayıııl gayıl sıvazlıyor. herifin günahını almayalım ama dört parmak haldur huldur sike dadanınca insan evladının aklına otuzbirden gayrısı da gelmiyor. arkadaş, insanlarda nasıl bir güven uyandırıyorsak, 11 yaşından beri hep "yanında 31 çekilen adam" oluyorum.

ilkokul beş'te, hemen yanımda oturan benden üç yaş büyük tarık isimli herif şakır şakır sıvaz patlattıydı gözümün önünde. hayır şimdi herif ergenlikte zirveye vurmuş, bizim daha kafadan gayrı hiçbi bölgede kıla tüye dair emare yok, mevzu üzerine az çok bilgimiz olsa da kimse yanımızda havuç törpülememiş o vakte kadar, ister istemez ufak çaplı bi kültür şoku yaşıyorsun. yalnız herif safi cemiyete zarar bi psikopat:

- hhh.. hhhh... şu an kimi düşünüyorum biliyor musun?
- (ulan öyle bir gözüme gözüme bakıyor ki, "abi hiç düşünme, hesapsız kitapsız ver sen elime o zekeriya'yı" diyesim var) tarık bilmiyorum tarık, bak öğretmen görücek tarık yapma.
- hhh.. hhhh... kimi biliyor musun? yazın siktiğim 16 yaşındaki sevgilimi. hhhh...
- yemin et?
- her şeye yemin edilmez lan!

aynı tarık gözümde, matematik dersinde konuşuyor diye atıldığında öğretmene "kovarsan kov, canıma millet!" cevabını verip bir anarşist eylem adamı, devrimci bir figür, bir guy fawkes olmayı başarabilmiş yegane tarihsel kişiklerdendir.

bir de serkan vardı, ortaokulda serviste yanımda suratını kasa kasa, kafayı öne geriye hareket ettire ettire iki parmak ucuyla sıvazladıydı. yaşımız itibariyle birbirimizle aşık atmaya layıkıyla teşne olduğumuz içün, "göster lan dölünü" dediydim de, sikinin ucundan çıkan "mezi" tabir edilen şeffaf zevk suyunu görmemle serkan'ın iri cüssesinden beklenmeyecek derecede ergenliğe girmediğine müşahade etmem bir olduydu. aynı serkan, derste kimsenin onu izlemediği zannıyla burun ve kulağın karıştırılmasıyla elde edilen maddeleri ağzına götürmekte bir beis görmüyor, teneffüste yediği yumurtalı patatesli ekmeğiyle yetinmeyip hamburgerlerimizden iri ısırıklar almayı kendine bir misyon ediniyordu. kendisini en son iki ay evvel bir arkadaşımın babasının cenazesinde gördüm. merhum, medyatik bir kişilik olduğundan, kameraların onu da çekeceği önkabulüyle süslenip püslenip cenazeye gelmesi, serkan'ı nefis tekmelerin sergilendiği açık hava dayaklarına davet etmem için yeterli bir sebep oluşturuyordu. şaka maka ne pis arkadaşlarım varmış lan?

neyse, otobüsten indim, kızı bekliyorum güvenpark'ın önünde. bekle allah bekle, karı yok, sarıldım telifuna:

- alov? kızım nerdesin lan ağaç olduk burda?
- eniscim şimdi çıkabildim evden ya, saçım falan. kusura bakma taam mıı?
- ben bir keriz ağacıyım güvenparkında.
- hehehe yaaa?
- sıçarım zembiline. çabuk!

on beş dakika sonra kız geldi, oturduk bi mekana, içiyoruz. gecenin ilerleyen saatlerinde alkolün etkisiyle muhabbet çok saçma bir mecraya kaydı. hani oturulur, cinsellik üzerine ayıkken de konuşulur eyvallah da, mevzu fantezi boyutu ve ismi cismi belli bir arkadaşlığın girmemesi gereken tarlalara varması mevzuyu boka sardırdı:

- ben mesela aşık değilsem iki kız bi erkek olayına ters bakmam yani.
- kızım saçmalama be.
- senle de bi sevişemedik.
- haha ne?
- geç bile kaldık.
- hadi kalkalım mı?

kızı durağına bıraktım, tam dolmuşuna binmek üzereyken dudaklarıma kitlendi. yalnız hiçbir hareket yok, hela pompası gibi emiyor. kendimi geri çekmeye çalıştıysam da bırakmadı, benim aklımdansa bu basitliğin ardı, geçmişteki masumiyetimiz, aşkın selamı öpüşmeler geçiyor; ve her basit kadına dokunuşumda aklımda uyanan o pürneşe, bir o kadar temiz mazi...

geçmişte bir şeyleri eksik bıraktıysan eski sevgilinle, zerre şehvet duymadan yeniden sevmek, sevişmek istersin, böyle vurgunlara denk gelir. ne diyeceksin? sonra ne olacak?

- tozlu ellerini tutmayı, ılık ayaklarına dokunmayı ve göğsünde ruhumu dikmeyi özlüyorum. bir akşam gel, rakı içelim. sevişelim. sen yine git; bin sabah aniden, bin daha öldür beni...

saçların sıratım, suretin cennet; baktıkça güzelleşiyorsun...

mahallelerin evrimi

ütopyadan distopyaya doğru işler; iyilerin dünyasında tersinedir.

hani filmlerde dizilerde izleriz ya, herkesin birbirinin evine rahatlıkla girip çıktığı; çocukların envai çeşit oyunla oyalandığı, yaralandığı, sevdiği, ağladığı, kavga ettiği; gencoların en kabadayı masumiyetlerini nefeslendiği; babaların akşama doğru gelip topyekun mahallenin nümayişini evlere süpürdüğü; sünnetinde düğününde davete cümleten icabet edildiği mahalleler vardır hani. benim mahallem... tipik memur mahallesiydi; ankara'nın geçmişte kendine dönük, şimdilerdeyse hakkıyla etini pazarlamaya teşne bir semtinde film karesiydi mahallem. şimdilerde varoş olmakla övünen insanlar görüyorum; oysa ki varoşluk çarpık kentleşmeyi, eğitimsizliği, arabesk zevkleri ve hatta çoğu zaman suçu çağrıştırır. tek bir gecekondunun ve neden göçtüğünü bilmeyen zerre adamın var olmadığı, babaların evlatlarına dair tek hayalinin kendileri gibi orta sınıfa dahil bir beyaz yakalı olarak görmek olan, allah'ın günü börek açıp pasta yapan annelerin olduğu bu yer, elbette ki varoş da değildi.

çocukluğumda kapısını tekmeleyerek su istediğim sevim teyze'nin bir avuç çağla uzattığı sıcacık elleri, ergenliğimizde, tepemizde en harbi fırtınaların estiği o bin nevi sevdaya meylettiğimiz o vakitler eline oklavayı geçirip "çok gürültü yapıyorsun, müziği kıs" diyerek tavanı dürtükleyen almancı'nın ellerinde ılıyor; son kertede selamsız şehir insanlarının artık tokalaşmaktan dahi imtina etmesiyle iyiden iyiye buz kesiyordu. bu tersine evrim bizi de maymunlaştırıyor, donuklaştırıyor hatta o beğenmediğimiz pragmatik, işkolik ve duygusuz robotlardan biri haline getiriyordu. bugünlerde yaşadığım bir hadiseyle kafama dank etmiş, çokça da acıtmış mevzudur esasen.

birkaç gündür devam eden üniversite bahar şenlikleri dolayısıyla konser konser sürtmece, içip sıçmaca abi, vukuatımız bu. yine bu şenliklere gittiğimiz bi gün, oturup paşa paşa içerken yaldır yaldır yağmur yağmaya başladı, bizim için de gecenin nispeten erken sonuçlanması demekti bu illaki. neyse baba, döndük eve, kafa inceden kıyak, tekmeliyorum kapıyı. küt, karının teki açtı. oğlum anam falan değil, bildiğin bambaşka bi karı:

***

- minig guuuuuuuuş!!!
- anaaam, çarpıldık. taşlanan ve kovulan şeytanın şerrinden sana sığınırım. rahman ve rahim olan allah'ın adıyla! sen kimsin kadın?
- minig guuuuuş! emeeel, özleeeem, gelin gelin minik kuş geldi minik kuş!
- ayol bunun minik kuşluğu mu kalmış anne?
- kız anne, aaaaynı riç.
- (piç mi? senin tevellütünü sikerim) ne?
- oğlum ismet teyze'ne hoşgeldin desene.
- kim?
- beni hatırlamadın mı minik kuş? hani kan ter içinde kapıya gelirdin su isterdiiin, ben poğaça yapardım sıcak sıcak abinle sana getirirdiiiim, ondan sonracığıma sen hani seyhan'ın kızıyla bizim evde öpüşürdüüün, böööyle güzel güzel yiyişirdin. oh ne de güzel yiyişirdiiin. oh oh. bir bilsen ne de çok özlüyorum o seks dolu günleri.(heheh, sonları direkt karıya iftira da, hakikaten ilk seni öpmüştüm be betül; 5 yaşında...)
- aaa bildim bildim, ismet teyzeee. kusura bakma ben biraz şeyim de.
- ay anne minik kuş deyip durmasana koca adam
- yok yok desin abla ya. minik kuş he? hehehe.

fil evladı gibi de hatırlıyorum; seslenişi bile aklımda ve o asla yemediğim maydanozlu poğaçalarının, şimdi bile sikseler ağzıma koymayacağım sütlü irmik tatlısının tadı da.

***

ulan ne rahatlıkmış be, şimdi olduğunu düşünemiyorum bile. 11 yaşındaydım, annem o gece teyzemde kalmış, sabah beni "hadi okula git" demek için aradı, "tamam hazırlanıyorum" demenin akabinde yatağa aynen koşuzladım abi, hesapta okulu kırıyoruz. birkaç saat uyuduktan sonra büyük bi keyifle kalktım, elimi yüzümü yıkadım, kahvaltı yapmak üzere mutfağa doğru gidiyorum. o vakitler bir sebepten buzdolabımız koridordaydı, bir şeyler almak için dolabı açtığım sırada arkamda bi hareketlilik sezdim, dönmemle abimin uykulu sıfatıyla karşılaşmam bir oldu. ulan abimin okula gittiğine ve evde yapayalnız olduğuma kendimi öyle bi inandırmışım ki. hadi onu siktir et, dönem itibariyle paso cin peri masalları anlatıp sabah akşam birbirimizi korkutuyoruz. biraderin sıfatı görür görmez aklımı yitirmeme ramak kaldı abi, ulan dedim bizim herifin kılığında cin bastı haneyi, vallahi o deve yaşımda inandığım şey bu. benim ellerin ikisi de avuçları öne bakma suretiyle havaya kalkık ve korkudan sağa sola sallıyorum, suratta ağlamak-delirmek-yumurtlamak arasında bir ifadeler karışımı, ağızda "abiiiieeee, allaaaah, abiie, hıaaaah, git laaaaan" haykırışları hakim. abimin bi gözü kapalı ve hadiseyi anlamaya çalışıyo, söylediği tek şey de tipime baka baka sakin sakin: "nooluyo lan?"

sen o korkuyla dal taşak (bi tek şort var) merdivenleri sekizer onar zıplayarak sokağa doğru koş, koşarken yavaş yavaş "ulan bu herif okula gitmemiş olmasın benim gibi anamın yokluğundan istifade" düşüncesi kafaya yerleş, ayağındaki daşı doprağı temizle. değinmek istediğim ve bugüne nazaran enteresan olan da, mahallede kimsenin "bu pezevenk napıyo" diye bakmamasıydı, evet normal şartlarda da sokak ortasında dal taşak ve ekseriyetle deli divane koşanlar bizlerdik.

madem başladık hikayeyi de bitirelim. götün götün ve kapıda dikilen kişinin abim mi, yoksa abim suretinde eve musallat olmuş bir cin mi ikileminden tam manasıyla sıyrılamamış vaziyette merdivenleri çıkarken ilgili kişinin hala bir gözü kısık, saçları hala dağınık ve ağzından çıkan tek söz hala "noluyo lan?"dı. mevzunun bi de abim gözünden olan tarafı var tabii. adam diyo ki "lan annem gelmeyecek diye akşama kadar uyurum dedim, bi tıkırtılar bişeyler duydum, kalktım noluyo diye. baktım bu da gitmemiş okula domalmış domates hıyar topluyo sebzelikten. herif arkasını bi döndü, eller titriyo, sıfat saniye saniye değişti. aha dedim ben uyurken adam delirmiş. lan bi de yüzünü yıkamışsın ya, ben onları ter sandım. delirerek terliyon sandım." hahah lafa bak, delirerek terliyon sandım. abimin hayal dünyasının gerçekten hayranıyım.

sonraları birilerinin tayini çıktı, kimilerinin çok uzak semtlerde kooperatif taksitleri bitti derken, biz de yavaştan büyüyor ve her şeyden ölesiye nefret ederken, en olmadık şeye de ölesiye tutuluyorduk ya. düğümü gevşese de mahallenin ağzı daha açılmamıştı, daha da güzeli henüz masumiyetimiz saklıydı içinde. birkaç ay olmuştu binbaşının kızı müge, üst kata taşınalı. çok garip bi iletişimimiz vardı müge'yle. birbirimizle oturup hiç konuşmadık ama paso kaçamak bakışlar, kapıda karşılaşıldığında çatlayan ve titreyen sesimizle "günaydın/iyi akşamlar" deyişimiz, biz janti façayla arz-ı endam ederken onun pijamalarıyla, o allanıp pullanmışken bizim donumuz götten el aman vaziyetteyken karşılaşmamız. hani tatlı da bir telaş, yalan yok. belki bahtsızlığımızdandır, müge'yle aynı okulda okuyan bir arkadaşım vardı, bize geldi bir akşam ve balkona çıkıp yanımda telefona sarıldı, gevrek gevrek konuşuyor. tahminen diyalog şu şekilde gerçekleşti:

- alo, naber müge?
- iyidir senden?
- iyi. tahmin et neredeyim?
- bilmem?
- sizin bi kat aşağısı. enislerdeyim.
- ha şu yakışıklı çocuk mu?
- (bozuldu. sebebini sonra anlayacaktım) evet, o yakışıklı çocuk. neyse, öyle bi sürpriz yapıyım diye aradım.
- peki sağol aradığın için, görüşürüz.
- hadi görüşürüz iyi geceler.

ulan gazı aldık biz tabii, yavaştan çocuğu işliyorum ilerleyen günlerde. mevzunun içinde ben varsam, hadisenin normal seyretmesi mümkün mü? her hareketimiz faul, her topumuz falso ve elbette yine ofsayt:

- lan şu müge çok güzel kız di mi?
- eeeeh yeter be. bambambambam, güzel kız güzel kız. yeter. bambambambam, başka bişey demiyon.
- ne bambam lan? ne diyon olum? bambam ney? güzel dedik bişey mi dedik?
- seviyorum olum ben o kızı bi senedir. mektup yazdım.
- (hasiktir. eyvallah. boğaza yumru otur) heheh, mektup mu kaldı lan bu devirde hehe. olm şeyapın, okulda konuşsana.

konuştu arkadaşım, olmadı. bize de şu gün, hemen burada, hangi karıyı yesek diye birbiriyle savaşan arkadaşlara inat, belki safça ama ne şartta olursa olsun arkadaşının kadın gözüyle baktığına kadın gözüyle bakmamanın masumiyetini, o mahallenin çocuğu olmanın mirası belki çağdışı kararlılığımızı temizliğimizi yad etmek düştü. fazla durmadı binbaşı. yıllar sonra müge'yle aşti'de karşılaştık. yakışıklı bir çocukla el ele yürüyorlardı, göz göze geldik. bense "sikerim aşti insanına yaptığın karizmayı, bayılmak üzereyim lan sıcaktan" diyerek serin bir duvar dibine vermiştim götü en sefil halimde. biliyorum ki bir gün güzel bir kızla el ele yürürken yine karşılaşacağız müge'yle ve ben onu en pespaye haliyle izleyeceğim. bu arada sırtımı verdiğim duvar da mescit duvarıymış sonradan gördüm, karı dilenci sanmadıysa iyi. heheh.

ha şehirleşen, şehirleştikçe yozlaşan, "para"lanan mahallelere istisna oluşturacak yerler hala var, yok değil. bir vakit, nicedir memleketinde misafir etmek isteyen arkadaşımı bir şekilde geçiştiriyorduk fakat son tahlilde davete icabet etmek gerekliliği doğmuştu artık, kırmayalım hesabı. ulan adana. yazın siki. bizim güneye gitmemiz senede bir, onda da en kabadayı bir ay kalıyoruz, üstelik de otel gibi gayet steril bir ortam. e doğma büyüme ankara çocuğuyuz, belgesellerden afrika'yı izleye izleye sıcak memleketlere dair bi önyargımız oluşmuş. otelde değilsin, götün açıkta yataman, maymun mu kurcalar, samur mu yoklar bilemen. en küçük böceğinden en taşaklı hayvanına mahlukatın kervanı cemiyete bir numaralı düşman amına koyim. lan bitki bile ambiyansa ayak uydurmuş adam yiyo sen ne hikayesinden bahsediyon? sağolsun, tek tek yataklarımıza cibinlik asan kadınlar ve tam da söz verdikleri gibi kuzu çevirtip boğma rakı açan adamlar üzerinden fikrime istisna bir ceyhan mahallesine selam durmadan geçmek olmaz.

mevzuyu toparlayaylım agalar. çürümeler yozlaşmalar selamsızlıklar samimiyetsizlikler hileler ve hurdalar, tepeden, en yüksekten değil; senden benden mahallelerden başlıyor, semtlere, şehirlere ve ülkelere sıçrıyor. "iyi akşamlar" diye girdiğin bakkalda "aleyküm selam"la, "selamun aleyküm" diyerek selam verdiğin kasapta "buyur arkadaşım"la karşılaştığın bu tahammülsüzlüğe bir bak. mahallene bak. çocukluğunda yatağında yattığın hacı amca'ya, yemeğini yediğin yahudi mahir'e, suyunu içtiğin alevi zarife teyze'ye bak. şimdi de kaldır başını en basitinden sözlükte tartıştıklarına bak. siyaseti teorisyenlerden değil, sahtekar politikacılardan öğrenmiş; dini, alimlerden değil yobazlardan öğrenmiş; sorgulamayı bilim adamlarından, filozoflardan değil, militan sosyal virüslerden, komploculardan öğrenmiş haline bak. hayatını bu topraklara ve halkına adamış bir güzel adamın bir kolpa milliyetçi tarafından haince sırtından vuruluşuna, ama doğru ama yanlış hayatını devlete karşı olanlarla mücadele etmeye adamış bir adamın aynı devlet tarafından öldürülüşüne uyan sonra. neyin kavgasını verdiğini gör ve düzeltmeye kendinden, mahallenden, sözlüğünden başla. çünkü bu anlamsız kavganın ve tüketen evrimin çıktığı tek nahiye var; hiç acısını ölesiye tattınız mı:

ay rı lık...

samimi olunmayan arkadaşın evinde misafir olmak

başlığa baksana bi. tam şey gibi di mi, hani açıklama yaparak girersin ya, "ulan 75 farklı kombinasyon denedim, hepsinde 50 karakter sınırını aştı. sözlükte miyiz bir kelime bir işlem'e mi katıldık amınayim? hem yıllardır trt'de devam eden bir kelime bir işlem'in ikramiyeleri hangi fondan ödeniyor lan? benim cebimden çıkmıyor mu olm bunun parası? ben mecbur muyum sayıştay üçüncü daire'den emekli bi herife allah'ın günü 752 türk lirası kazandırmaya? hem bu nasıl bir herif ki verilen 2-5-8-11-ünlü-ünsüz malzemesiyle 926 sonucuna ulaşabiliyor? dört işlem yapacaksın it, faktöriyelle mi çözdün, "i kare eşittir eksi bir" düsturuyla mı sayıları karmaşıklaştırdın anlamadım ki ben seni arkadaş? bırak oğlum kotancantı, la bırak." dedikten sonra, "her neyse dostlar, başlığın aslı şu olacaktı" diye de eklersin ya. eklemez misin? hangisine hayır dedin anlamadım ki.

neyse, harbiden başlığın aslı, "öyle çok muhabbetinin olmadığı, belki arkadaşının arkadaşı olan bi herifin evine bi sebepten ve de mecburiyetten misafir olmak" olacaktı, sonuç bir yaklaşık çıktı. ayrıca o tırnak içindeki yazıya "-tır" diye bi şey ekleyince tanım oluyor aynı zamanda, sakın heveslenmeyin etimesgut zırhlı gammaz birlikleri, sakın! akbabalık yapmayın olm. ben seni gambazlıyor muyum? he? canbaz seni. ergün penbe.(ulan gammaz'ı bilerek yanlış yazdığımı göstermek için ne sündürdüm be. iyice sevgilim gibi oldunuz lan, her bokun hesabını veriyoruz)

mevzuya geçelim abi. ya vize öncesi not almak için gitmişsindir evine elemanın, içeri buyur etmiştir nezaketen, sen de nezaketen girmişsindir ya da ne biliyim mevlüt vardır beleş kıymalı pide ayran cebellezi etmek için dayanmışsındır elin herifinin kapısına falan; yani bi sebepten o yabancı herifin evindesindir. konuşacak bişey bulaman, ailesiyle ne sıfatla tanışacağın belli değildir, resmen çıban gibi sivriliverirsin o evde. ha bi de benim gibi bahtsızlık bayrağını her sabah 6'da göndere çekmekle yükümlüysen, sıçmışındır. anı var lan anı heheh, dinliyon mu? bak biliyosan anlatmıyım.

lisenin başındayız hacıbaz, 6-7 kişi okuldan kaçızladık, ne yapsak ne bok yesek diye düşünürken, o 6-7 kişi arasından; aynı ortamda takıldığımız ama fazla samimiyetimin olmadığı eray diye bi herifin evine gitmeye karar verdik. gayet taşaklı, kayseri'nin zenginlerinden bi arkadaş, vardık gittik evine. üstelik de evlerinin alt katında bizim evin halleri mi, ferhunde hanımlar ve onun sahte yüzleri mi, bi dizi çekiliyor, saçma da bi ortam yani.

girdik eve, tabii hareketli adamız o zamanlar, çabuk adapte oluyoruz ortama, kahkaha muhabbet gırla. arkadaşımın odası üst katta, evde bir tek arkadaşımın ablası var (kendisi ta o zaman tıp okuyordu, şimdi muhtemelen ruh ve sinir hastalıkları hastanesi'ndedir, yalnız hasta olarak mı doktor olarak mı onu şeyapamıyorum şu an). evde bir tek arkadaşımın ablası var-mış demem daha doğru aslında. nedense, bir şımarıklıktır gidiyor, alt kata inen o ahşap, cila dolayısıyla son derece parlak/kaygan görüken merdivenlerde kayma isteği doğdu biz tek katlı evde yaşayan insan evlatlarında. takımımın ve kendimin ikinci kayışında kafamı sol tarafa çevirmemle, bir çift hayret eden gözle karşılaşmam bir oldu.. şimdi anladın mı o "-mış" ekinin görevini? bakın dersanedeki hocalara o kadar paralar bayılıyorsunuz, hangisi benim yöntemlerimle anlatabiliyor dilbilgisini? he mi? neyse baba, ben merdivenleri götümün üstünde tek tek inerken, her basamakta ablamızın boyuna 15 santim daha yaklaşıyordum. sağolsun, anlayışlı insan çıktı, görmezden geldi, "eraycığım ne yersiniz ne yapayım?" sorusuyla suni bir gündem de yarattı üstelik.

ablanın eray'dan "tost yap" cevabı alması üzerine oturduk mutfak masasına 7 kişi, bekliyoruz. kaşarlı tostlarımız tabaklarımıza konulurken, tahtını siktiğimin eray'ı da önümüzdeki bardaklara coca cola light doldurmakta idi. fakat kendisi, normal şartlar altında sağ elini kullanıyor olmasına rağmen, nedenini çözemediğim bir şekilde sol eliyle şişeyi tutuyor, üstelik benim koordinatlarım ise eray itinin sol tarafında yer alıyordu. yani o kolanın masaya, üzerime, tabağıma, daha açıklayıcı olmamız gerekirse önümdeki bardak dışında herhangi bir yere dökülmemesi için hiçbir sebep yoktu. kendisini, "eray dökücen bak abi onu sol elinle tutuyon, ben bi de ters tarafındayım ona göre. eray ben asabi adamım eray" şeklinde uyardıysam da, ev sahibi olmanın verdiği özgüvenle gerçeğe kulaklarını tıkıyordu. aradaki sahneleri atlayıp hemen neticeyi belirtecek olursam, yaklaşık 10 saniye sonra önümde duran nar gibi kızarmış kaşarlı tostum, bir tabağa komple coca cola light doldurmuş, keyifle yüzer halde beni dikizliyordu. ben daha olayın şokunu atlatmamışken, arkadaşlarım paylaşmamak için o efsane tostları iki saniyede gövdeye indirmişlerdi.

gerginlik tabii ki bununla da bitmiyordu. anlayışlı ablamız, tostumun ıslandığını görünce bana yeni bir tost yapmaya karar verdi ve bu esnada masada bulunan bütün dostlarım tostlarını bitirmiş ve üst kata, yani eray'ın odasına doğru çoktan yola koyulmuşlardı bile. bense, ayıp olmasın diye yanımda dikilen, zerre samimiyetimin olmadığı eray, ve onun ablasıyla başbaşa kalmış, bi an önce tostu yiyip siktir olup gitmek istiyordum. hatta tost most da istemiyor, sadece, evet sadece siktirmek istiyordum.

herifle nasıl bi kopuk iletişimimiz varsa, tostu on dakikada mideye prekazi edenece bana, yani cengiz kurtoğlu dinleyen herife deep purple'ı övdü durdu pezevenk.

hadisenin üzerinden 10 sene geçti, liseden mezun olduktan sonra bir allah'ın günü görmediğim itle lisedekilerle buluştuğumuz bi içki masasında takılmak mecburiyetinde kaldım. ve inan her dakika, lan bana ne kadar uzak hayatlar var be dedim.

- eray olum iyice kararmışın lan?
- evet abi yaa, ağrı'daydım, dağa tırmandık abi, rehberlik yaptım, karda yandık abi yaa.
- (seni rehber edinen medeniyet çöker be dürzü) hee iyi bakalım. saçlara rasta olayı he?
- evet abi ya. rasta ya. abi ot var mı ya ot? ha? takılalım abi ot olayı. kafam açılmasın abi ya.
- sabır... yok sevmiyorum ben pek. biradan şeyapıyoruz, hani muhabbet edelim içelim hesabı, bak toplanmışız kaç sene olmuş.
- abi ne birası ya, tıssıh, bira içiyo adamlar ya, hamallık abi ya sizinki ya.
- eeeeh yaa çekip durma lan. duyabileceğim yerlerde sopa istiyorum deme eray. götünü pergellediğim. kim çağırdı bunu lan?

***

- sayın vaudeville for vendetta, çok uzun yazıyorsunuz. sanıyor musunuz ki okunuyor?
- vay ben senin bakış açını genişleteyim.
- buradaki ergenlere ve üniversite gençliğine hikayelerinizi anlatıyorsunuz. peki, nasıl bir tatmin peşindesiniz?
- hayat pencerenden gireyim senin, it.
- ayrıca entrylerinizde tanım yapmıyorsunuz!
- oğlum seni çok değişik döverim lan.

kör bir meleğin şeytana aşkı

kör, sağır bir dünyadan, hilkat garibesi bir hikaye.

güzel bir kızdı tuğçe. buğday tenli, uzun boylu; o zeytin irisi güzel siyah gözlerine halel gelmesin diye muhafızlar gibi çevrelemiş upuzun kirpikleri ve beline bir ok gibi iniveren dümdüz saçlarıyla, afet-i devran bir karaşın. yüzü her daim güler ve o tebessüm edince dudakları ile çenesi arasında belli belirsiz bir gamze çukurlaşıverir; dünyadaki tüm iyilikler son bulduğunda kopacak olan kıyameti geciktiren de oydu belki. bebek gibi kokması da o sebepten...

iyi bir kızdı tuğçe. iyilik, görev bilinciyle değil de kalpten, bilerek, isteyerek, içinden geldiği için dünyayı katkılamak, insanların yanında olmaksa, evet tuğçe bir iyilik meleğiydi. gıkını çıkarmadan annesinin yardımına koşan, emek yorgunu babasını mütemadiyen iltifatlara boğan babasının bir tanesi, kardeş gibi gördüğü dostunun göz yaşına ortak ve kimi zaman da üç kuruş parasıyla çoluk çocuğu sevindiren neşeli, cıvıl cıvıl, bir peri...

sınıfından fazla dışarı çıkmazdı. arada bir kantine iner, arada bir de tuvalete giderdi. okuldaki ikinci senesinde, yine kantinden bir şeyler almış sınıfına dönüyordu; atilla'nın onu ilk görüşü de o güne rastlar.

atilla yakışıklı bir çocuk. oldukça zengin ve gerek babası gerek arkadaşları gerekse de kızlar tarafından çokça şımartılmış bir genç.

atilla, tuğçe'yi görür görmez yanındakileri dürttü:

- şşş, şu kız kim lan? oha, ilk kez görüyorum... iyiymiş aga. harbiden çok iyiymiş.
- valla ben de ilk kez görüyorum.
- şşş atilla, sen yaparsın bu kızı haa. jjj, aynen cebellezi moruk. heheheh

araya ortak arkadaşlar sokuldu, tanıştılar, sevgili de oldular. tuğçe, atilla'yı ilk gördüğü anda ruhu titremişti adeta, sonradan olacakların habercisi belki de.

uzunca süre birlikte vakit geçirdiler. her okul çıkışında beraberlerdi ve hafta sonları mutlaka buluşuyorlar, buluşmadıkları günler saatlerce telefonda konuşuyorlardı. aylarca böyle sürdü...

tuğçe fazla konuşmazken, atilla hep hareketli ve girişkendi. tuğçe, bir melek kadar iyiyken, atilla çoğu kez haddini aşıyor, hatta zaman zaman zalimleşiyordu bile. zengin bir kız sayılmazdı. hatta fakir bile denebilirdi. oysa atilla, tuğçe'nin aklının alamayacağı kadar zengindi. peki bu bir çelişkiler erotizmi, zıtlıklar romantizmi miydi? hayır, tuğçe'nin atilla'dan hiçbir beklentisi yoktu ki? bu, düpedüz aşktı...

bir gün "her şeyi sana anlatayım diye yaşıyorum sanki" dedi atilla'ya. atilla anlamamıştı, anlamadığını belli eder şekilde yüzünü ekşitti, başını kaldırmadan bir kulağını onda doğru uzattı. o bu hareketleri yaparken tuğçe sözlerine devam ediyordu: "çevremde olup biten her şey, etrafımda dönen her şey seninle konuşmak, paylaşmak için oluyor sanki. her şeyimin senin olması ne güzel!"

atilla uzun zamandır huzursuz; tuğçe'yse bunu göremeyecek kadar aşık. gülümseyerek anlatıyor: "biliyor musun, benim için bütün duygular sensin. mesela sevinçli bir şey öğrensem, bunu atilla'yla yaşamalıyım diyorum hemen. ya da birinin başına kötü bir şey gelmiş olsa, önce seni düşünüyorum, böylelikle tam derinde paylaşabiliyorum o üzüntüyü. bir şey senin başına gelmiş gibi düşünmesem, hissedemiyorum onu. jean-marc'ın chantal'a aşkı gibi..."

***

atilla dört yaşındayken annesini kaybetmişti. ünlü bir işadamı olan babası, annesinin eksikliğini hissettirmemek için, belki de babalığın bu şekilde icra edileceğini düşünerek her istediğini ona vermiş, sık sık yurt dışı seyahatlerine göndermiş, ara sıra yaptıkları konuşmalarda da onun hayata karşı dişli ve acımasız olması gerektiğini üst perdeden ve ezerek dikte ediyordu. atilla ise gündüzleri herkesi ezen, herkese kötü davranan, parasının açtığım tüm kapılar ardına kadar açılana kadar tekmeleyen bir zalim, geceleri cenin pozisyonunda uyuyan ana rahmine dönme arzusundaki bir zavallıydı.

atilla'nın, çevresinde konuşulanlardan ve çevresindeki insanlardan kolayca etkilenen bir yapısı vardı. uzun zamandır arkadaşları ve sınıfındaki kızların dillendirip durduğu "tuğçe çok güzel kız, senden iyisini bulursa affetmez aldatır" ya da "kız hem güzel, hem çulsuz. paranı yiyor senin, seni kafesleyip paranla neler yapacak kim bilir" gibi sözler aklından hiç çıkmaz olmuştu. tuğçe'ni her hareketi yapmacık, her sözü sinsi planının bir parçası gibi gelmeye başlamıştı. bir yandan "kimse bana oyun oynayamaz!" diye ego patlamaları yaşarken, bir taraftan da tuğçe'nin başka biriyle olma fikri onu delirtiyordu. her dakika bu huzursuzlukla baş edemez hale gelmiş, saplantıları uykularını da esir almıştı.

birkaç gün sonra tuğçe'yi arayıp, babasının cuma günü bir yurt dışı seyahatine çıkacağını ve geceyi beraber geçirip geçiremeyeceklerini sordu. özel bir gece olacaktı.

tuğçe çok heyecanlanmıştı. birileri görür diye dışarıda rahat rahat öpemediği adamı, kimseye hesap vermeksizin öpebilecek, uzun uzun sarılıp kokusunu içine çekecek, göğsüne yatıp izlemeyeceği bir filme göz ucuyla bakacak, belki bir kadeh şarap içip başı da dönecektir, kim bilir? hemen annesinin yanına koştu, kedi yavrusu gibi tüm şirinliğiyle yaklaştı:

- anne, cuma günü ayşen'in doğum günü varmış, gidebilir miyim?
- babana ne deriz kızım?
- ya söyle işte ayşen'de kalacakmış de. hadi bak atilla da geliyo, bişey olmaz.
- iyi hadi hadi ben hallederim babanı tamam.

***

büyük bir ev. tuğçe şimdiye kadar hiç bu kadar büyük ve şık bir ev görmemişti. hayran hayran her köşesine bakıyordu, fakat onu bu kadar mutlu kılan güzel bir evin içinde dolaşmak değil, sevdiği adamın her gün buraları adımlıyor olmasıydı onu bu denli istekle bakmaya teşne kılan.

atilla yine huzursuzdu. bir şey bekler gibiydi. oturduğu yerde düzenli olarak dizini titretiyor ve tuğçe'yi dişlerini sıkarak izliyordu. bir süre böylece sessiz oturdular. sonra, tuğçe'nin bir sözü akşamı ve sessizliği karnından boynuna dek yırttı: "ne kadar güzel! işte benim kocamın evi de böyle olmalı!"

tuğçe, bu güzelliği atilla'ya ve atilla'yı bu güzelliğe layık görürken; o ise pek tabii yanlış anlıyor, "tuğçe'nin gözü paranda, senden iyisini bulur bulmaz basar tekmeyi" sözlerini hiç bu kadar yakından duymadığını düşünüyor.

atilla, "demek öyle, demek senin kocanın böyle bir evi olmalı" diye söylenerek sakince mutfağa yöneliyor. tuğçe, tam olarak dediklerini duymamış olsa da sevimlice gülümsüyor ona. tuğçe: çok yanlış zamanda, çok yanlış bir yerde...

atilla elinde büyük bir bıçakla salona giriyor ve "orospu!" diye bağırarak tuğçe'nin gırtlağına savuruyor bıçağı. daha önce kimseye yumruk atma cesaretini bile gösterememiş olması sebebiyle gırtlağa isabet ettiremiyor, tuğçe'nin sağ kulağına geliyor o soğuk bıçağın darbesi.

sessizlik...

ağrılı... derin bir sessizlik...

tuğçe: çok yanlış zamanda, çok yanlış bir yerde; anlıyor... fakat atilla'nın ikinci vuruşu boynunu baştan başa yırtıyor. tuğçe'nin kalem gibi parmakları çaresizce titriyor, gırtlağından gelen hırıltıdan başka ses yok, gıkı çıkmıyor. kan fışkırdıkça daha bir zevkle vuruyor bıçağı atilla, "kimse benimle oynayamaz" diyor, "kimse benimle oynayamaz"

güzel başı, gövdesinden ayrılmış, öylece yatıyor tuğçe. bir annenin kefene sarılmış cansız bedeninin mezar dedikleri bir kuyuya savruluşu gibi, ya da bir babanın çaresiz ağlayışı gibi, iyinin yenildiğini haykıran bir sahne.

atilla biraz sakinleştikten sonra babasını arıyor:

- baba. baba, tuğçe'yi öldürdüm!
- ne? ne diyorsun oğlum?
- tuğçe'yi öldürdüm baba.
- nerdesin şu an?
- evdeyim. evde öldürdüm tuğçe'yi. bana oyun oynadı.
- sakinleş. sen iyi misin? hemen birini gönderiyorum ilgilensin. ben de hemen dönüyorum türkiye'ye. iyi misin sen?
- iyiyim. iyiyim.
- merak etme oğlum, hallederiz. hallederiz.

halletti de.

***

tuğçe, güzeller güzeli bir bahçede uyandı. hemen ötede annesi ve babasını görüp yanlarına koştu. annesinin melek kokusunu içine çekerken, babasının ellerini tutuyordu. tuğçe, bu güzel bahçede, hiçbir şeye özlem duymuyordu...

(herkesin başına gelebilecek bir hadise için "ailesi kızına sahip çıksaymış" diyebilen zalim devlet büyüklerine, hatırana zerre saygı göstermeyip seni çıkarları için kullanan medyanın iki yüzüne, katilini koruyan kollayan cümle lanet olası yüreksiz ve onursuza, orada burada "parası için cem'le birlikteydi zaten" diye söz kusan orospulara ve sana kıyanlara inat, huzurla uyu güzel münevver...)

hayatı uçlarda yaşama karizması

heee, nicedir birilerine giydirmiyordum, sen de sanıyon ki ben böyle taşakları yaydım, öküz gibi bakıyom; ne işler dönüyo, ne dolaplar çeviriyon farkında değilim he mi? hiç merak etme, sana üstünde yaşayabileceğin bi uç buldum pezevenk. gel.

hayatı uçlarda yaşama karizması şudur sevgili kardeşlerim: bilindiği üzere burada hepimiz ilkokul beşinci sınıfa gitmekteyiz. kimimiz daha bu yaşımızda temkinliliğin ve garanticiliğin kitabını yazarak, kırılmayan ve özenli bir yazı yazmamızı sağlayarak öyüretmenin gözüne girmemize yol açan 0.7 uç kullanırken; kimimiz riksi seven, ardenalin bağımlısı kişilik özelliğiyle ve mühendis olan babasına özenerek 0.5 uç kullanır. kimisi de sanatsal yönünü gözler önüne sermek istercesine, yazdıklarınızı silmeye çalıştıkça defteri karaya, gapgaraya boyayan faber castell'in bırak kalemdıraşla, testereyle açmayı gerektiren kalın kurşunkalemlerinden kullanır. ve sevgili sınıf arkadaşlarım, şu gördüğünüz adam, emrah, o ise 0.6 kullanıyor. işte, hayatı uçlarda yaşama karizmasının hakkını da o veriyor. alkış! şakşakşakşakşak(daha önceki bir entry'mde değindiğim, derste yanımda otuzbir çeken tarık'ın da bu efekte katkısı yadsınamaz dostlar...)

olm manyak mısınız lan? hiç dinlemiyo musunuz beni, bu herif saçmalıyo muuu, kafayı mı yediii, bi derdi mi vaar, götünde kıl mı döndüü? bak diyolar ki, "aha bu vodvil efendi uzun uzun yazıyo, aslında hiç kimse okumuyo. beton gibi entry'nin arasında bi yerinde bizim kabilemize sövse kimse farkında bile olmayacak". doğru mu lan? hiç sesin de çıkmıyo iki saattir saçmalıyom? valla öyleyse gönül koyarım ha, bak vallahi hatrım kalır. "oku!". bak araya cebrail'i de soktum. ayıp. bu arada emrah denen herifte harbiden 0.6 kalem ve uç vardı. ya yeminle söylüyorum oğlum, hani bugün bi ilkokul beşinci sınıfta derse girip "0.6 ucu olan var mı?" desen, "kim ulan bu eşşoğlueşşek? koca herif, önlüğü giymiş gelmiş" demeden evvel 0.6 uç soruyon diye yatırırlar tımarhaneye, o açıdan haklısın inanmamakta. ben de bilmiyorum nereden buldu, nereden ettiyse deyyus. teneffüste elinde kalemiyle top oynadığını bilirim be. nabacaksam çalıp, ondan bundan uç bile isteyemiyon.

gelelim asıl mevzuya sizi gidi anadolu davşanları. mevzu kendi içinde birkaç alt dala ayrılıyör. nedir efendim, bi ergenlikte bu uçlarda yaşama karizmasını tatmak isteyen prekaziler vardır; bir de koca herif olmasına rağmen ergenliğini aşamamış; aşka, politikaya, aslında genel olarak cümle konuya ve hayata dair kesin sınırlar koyup tartışmaya dahi açmayan, yine bundan farklı olarak giyim kuşam ve hayat tarzıyla da uçlarda yaşayan dürzülerden müteşekkildir. mevzu fena dallanıp budaklandı, iki saat konuşurum ben artık.

açık tondan girelim, ince ince koyulaştırırız. hayatı uçlarda yaşamanın karizmatik bir duruş olduğunu düşünen ergenlerimizde genel olarak dinlediği müziğe göre bir giyim tarzı belirlenir. göt kadar kız çocuğu bülent ersoy makyajıyla takılır, ne bileyim, kimisi punk olmuştur saçı falan garip gureba renklere boyar ya da kazıtır (o da yazın ha. okul vakti eli ağır okul müdürünün tokadından götü yemiyo), emolar bu aralar zaten çok popüler, anlatmaya gerek yok. yaşının gerektirdiği şeylerdir diyerek sakince yaklaşmayı çok isterim. ama bu sakince yaklaşacağım anlamına gelmiyor tabii. sizin ben tipinizi sikiyim.

ayrıca bu bir kısım ergen kardeşlerimizin; doğru ve yanlışın, siyah ve beyaz kesinliğinde yargılandığı bir dünyaları da vardır. kafalarında belirledikleri idolleri ne bok yerse doğrudur, birebir kendi hayatlarında da icra edilmelidir; düşman belledikleri her kim varsa (genelde bu kişi otorite olur, anaydı babaydı hocaydı) onların da yaptıkları tek bir doğru iş yoktur. bu da her sike isyana sürükler bu toros gaplanlarını. mevzuya teğet geçen ufak bir anımı paylaşıcam şimdi seninle, sen de açsın çitlenbik, al:

***

henüz ufak bir veletken, sevimli bi kopil olmamızdan mütevellit beni, ankara'nın yerel bir televizyonunda yayınlanacak olan 23 nisan sabah programına çıkarmaya karar verdi pederle valide hanım. askılı bahçevan kotum, fırfırlı beyaz gömleğim, siyah zemin üzerine beyaz puantiye papyonum ve annemin neden bu modelde ısrarcı olduğunu o yaşta dahi anlayamadığım sağ tarafa adeta bir hınçla yapıştırılıp taranmış saçlarımla 23 nisan özel programı'nın belki de tek eşşoğlueşşeğiydim. bu sırada henüz ergenliğe adım atmış olan sevgili abim kıskandı mı ne bok yediyse, triplerden triplere koşuyor. yok ben gelmeyecem diye bağırış çağrışlar, kapıyı vurup çıkmalar, yolda belde beni yumruklamalar, herif kafayı yedi amına koyim, terör estiriyor.

neyse, verdiler elimize bi tarafında ay-yıldız, öteki tarafında atatürk'ün resmi olan karton bayrağı, 23 nisan şarkısı eşliğinde kameralara sırtara sırtara, haşır huşur sallıyoruz. yaklaşık 15 veledo bu şekilde beklerken beklerken, beni hayatımın şokuna uğratacak o pezevenk çıkageldi: bir palyaço. o saniye altıma sıçtım abi, "anam! palihanço!" bilgisayarını yeni açanlar için söyleyelim, bende oldum olası palyaço korkusu var baba. hani, cidden fobi düzeyinde, gördüm mü saldırmama ramak kalıyo heriflere. anam sen beni bi tedirginlik al. köşede köşede korkudan sikimi tutuyorum. bebeleri sırayla şarkı söylemeye çıkarırken bu palyaço pezevengi, sıranın geldiğini anlayınca anam sen beni zırlama al. lan kıpkırmızı olmuşum, görüntüler falan var, yemin ediyorum gözlerim bile kırmızı. bişey değil, annem "enis televizyona çıkacak, mutlaka izleyin" diye yedi düvele haber vermiş, ailecek rezil olduk. gelen yorumları aktarıyorum:

* ay çocuk işte hayatım, şımarıyorlar, şımarıyorlar, hahayt! (yüksel teyze, anamın gün arkadaşı. senin ben pürneşe hallerini sikeyim)
* onun ben daşşaanı yerim daşşaanı. hani bakıyım çükün de ıstırıyo mu lan? hıhıhıhı.(olmaz olsun böyle amca be)
* ııı, çok hoş, çok hoş. vallahi çok güzeldi, bayıldık. çok güzel bir program oldu gerçekten.(izlememiş pezevenk)
* ben çıksam ağlamazdım.(yan komşumuzun oğlu doğan. hasbelkader bi yerde karşılaşırsak sıçtım gagana doğan)

ulan anı anlatıcaz diye asıl mevzudan sapıyoruz. şimdi program yayınlanırken elbette kamera arada bir seyircileri de alkışlarken, yapmacık yapmacık sırıtırken gösteriyor. kamera 15 kez seyirciye döndüyse her seferinde abim bambaşka triplerde. birinde herkes sırıtırken bu tip tip izliyo (gözünden izlediği yere bir doğru çizersek vardığı yer ben oluyorum amına koyim), birinde sıkıntıdan patlamış dişlerini sıkıyo, birinde yine bişeye isyan etmiş ağladı ağlayacak halde anneme sızlanıyo(ulan aileye bak, güya eğlence programına geldik, her ferdi zırıl zırıl zırlıyo). hani demem o ki, kardeşin farklı bi atraksiyona dahil olmuş, tadını çıkarsana? hiçbir ihtiyacını karşılamaktan geri durmayan, allah var hiç de sorunlu olmayan bir ailenin mensubusun, mutlu olmaya baksana? yok. herkes düşmanı dürzübaşın. yavrum şimdilerde de naif bi herif, vallahi tanıyaman.

***

aslında uludağ sözlük'te ergen bir grubun var olduğundan haberdar değilim dersem yalan olur. bu anlamda, en azından onlara doğru şekilde yaklaşıp yanlışa yönlendirmememizin daha iyi olacağı kanaatini de gütmüyor değilim. hayata dair oluşturdukları yargıların kısa vadeli ve fazlaca değişime uğrayacağının garantisi veriyorum ben. siyasi fikirler babında, bir gün ülkücü, ertesi gün komünist, sonraki gün dünyada bütün olup bitenlerin sorumlusunun yahudi ve masonlar olduğuna inanıp komplo teorileriyle çılgın atarak ergenliğini tüketmiş biri olarak vereceğim tavsiye çok net: asla siyasi bir oluşum, örgüt, dernek -ya da her ne sikimse- içinde fiilen bulunmayın, henüz çok erken, ayrıca ileride pişman olursunuz. sizin yapmanız gereken "tek kitaplı insanlar"dan olmadan, komünizmi de liberalizmi de milliyetçiliği de faşizmi de anarşizmi de okuyarak, teorisyenlerden öğrenmeniz olacaktır. fikirlerinizi kavramlarla boğuşarak oluşturun, birbirinizle değil.

ulan nefret ederim böyle didaktik didaktik konuşan heriflerden de be. yaş aldıkça sikim sokum heriflere dönüyorum galiba. işin bok tarafı, harbiden haklı olmam.

neyse, ergenleri bitirdiğimize göre geçelim ergenliğini aşamamış, uçlarda yaşayan dostlarımızaaa.

bu arkadaşların başlıca özelliği, ne şekilde oluşturduklarına dair zerre fikrimin olmadığı hayat görüşlerine dair hiçbir siki sorgulamıyor oluşlarıdır. sözlükte de sıkça karşılaşıyorum; özellikle siyasi tartışmaların döndüğü başlıklarda büyük bir çoğunluğun düştüğü yanlış, sebeplerin değil de sonuçların tartışılıyor olmasıdır. ve tekrar altını çizerek söylüyorum, sebepleri değil de sonuçları bu denli hararetle tartışan insanlara benim ciddi anlamda tahammülüm kalmadı, okumaktan kaçar oldum.

şunu bilmek gerekir, bütün ideolojik düşünceler de, iktisadi doktrinler de, politik ayrımlar da aslında insan faydası odaklıdır, hepsinin ortak paydası insandır. fakat insancıllığa tekabül ediyor mu, etmiyor mu tartışma o eksende dönmelidir. ama maşallah hepimiz bilim gibi, felsefe gibi, din gibi deryalardan sapmışız, oltalardaki ufacık yemler için birbirimizle boğuşuyoruz. tartışma teması bu şekilde oluştuğu için de taraflar iyice uçlara kayıyor ve kendi tarafının kör bir savunucusu olmak bir maharetmiş gibi sunuluyor. yani nick altında "süper yazar", "ayarlardan ayarlara koşan yazar", "adamın kimyasını siken yazar" yazan her yazarın gerçekten iyi yazdığına siz inanıyor musunuz? ben açıkça söyleyim: sloganist solcuları da, şoven milliyetçileri de, militan dincileri de ve uçlarda olmanın sağlayacağı karizma beklentisiyle, edindiği siyasi görüşün -onun bunun gazıyla- yegane temsilcisi gibi davranmasını tiksinerek izliyorum. bi dur, bi dinle lan. karşındaki ne diyo, ne anlatıyo, anlamaya çalış. sikik bi sözlük köşesinde fanatizm gütmenin hayatına bi katkısı yok, uyandırayım.

siyaset miyaset geç, benim asıl tav olduğum heriflere gel: "hayat götümüzü sikti adamları". vaaay be. vaay koçeroma bak be.

- nooldu?
- hayat götümü sikti abi.
- noldu ki? sebep ne?
- aşk acısı abi.
- başka?
- eee, o. o kadar abi?
- senin ben konçertonu sikeyim.

yahu kardeşim eyvallah, aşk acısını hiç de hafife alıyor değilim. hatta kesinlikle hafife almıyorum; adamın hayatını sikertiverir valla, o konuda rahat olalım. fakat ben, sadece aşk acısı çekmiş olmanın hayatı bu derece ağlak şekilde tekmeleme hakkını vermeyeceğini düşünüyorum. zira telafisi olan bir şeyi, nice acılarla, nice hayatın gerçek ihanetleriyle kıyasladığımda o kadar sakil duruyor ki o yenilmiş adamı oynamanız. erkeklerden yola çıkacağım. medeniyet bazında aşamadığım bir şey var bu anlamda ve bundan da inanın hiç gocunmuyorum. erkek adam, ağlak olmayacak kardeşim. hayatla bir derdin varsa "isyan" edersin; ötesi ağlak, vıcık vıcık bir, bir, kelime bulamıyorum, iğrençsiniz lan. ah muhsin ünlü, zarifoğlu, sabahattin ali, küçük iskender isyan eder, ben onlara başıma taç ederim; tuna kiremitçi, cezmi ersöz, kürşat başar ağlak ağlak zırlar; ben onlardan tiksinirim. işte sana bakışım bu kadar açık, bu kadar net.

hiç sokakta yattın mı mesela? şeyden bahsetmiyorum, hani elinde biran, yazın sikinde, denize nazır bir dışarıda yatmak değil bahsettiğim. kışın ortasında, meşhur ankara ayazında. ben en az 10 kez yattım. mevzuyu dramatize etmiyorum lan, bişey anlatıyoruz. neden yattın, manyak mısın diyeceksin. yahu ne bileyim kardeşim; çocuktuk yattık, aşıktık yattık, sarhoştuk yattık... benim diyeceğim başka. yine kışın sikinde arkadaşımla sokakta yattığım bir geceyi bitirdik, çocuğu otobüs durağına bıraktım, bindirdim, kendi otobüs durağıma yürüdüm. bütün gece bi apartmana sığın, kapıcı uyansın başka apartmana girmeye çalış, kapıyı açama, kapının önündeki paspasta arkadaşınla sarılarak uyumaya çalış, oradan kaç banklara sığın, 16 yaşında bir salak olarak bedenimin ve ruhumun kaldıramayacağını sandığım bir tecrübe. ve sevgili arkadaşım, benim sana o soğuğu, kelimelerle ifade edebilmemin imkanı yok. her neyse, mevzu bu değil. arkadaşımı otobüsüne bindirip kendi durağıma yürürken kafamda sürekli "bi an önce eve gidip sıcak bi duş almam lazım. sağlam da bi kahvaltı yaparım, oooh 2 gün uyucam şerefsizim" düşüncelerini tekrarlıyordum. tam bu esnada, otobüs durağımın hemen yanındaki tüp geçidin ayağında bir kıpırtı sezdim. tüp gecidin ayağındaki boşlukta benim yaşımda bir çocuk, dizlerini karnına çekmiş, üzerine gazete sermiş şekilde uyuyordu: dudakları mosmor... işte ben o gün, empati denen zıkkımı öğrendim. o yüzden, aşk acısı çekiyorum, hayat çok acımasız diye hayatın en acımasız mecralarında gezen adamı, üstelik de bu derece iğrenç bir ağlaklıkla oynamaya devam eden dürzü, "kimse farkımda değil lan, iyi ekmeğini yedik marjinalliğin" diye sinsi sinsi sırıtıyorsan bil ki; seni uzaktan uzaktan izlememi sağlayan dürbünümü götüne sokmak üzere birazdan yola çıkıyorum.

***

velhasılı kelam, hayatı uçlarda yaşamayı karizmaya artı unsur zanneden biraderim, yaklaş, yakından daha karizmatiksin. şrrrak!(kandır, tokadı bas ibneye)

böyle büyürdü her düş

büyümenin hikayesi.

ilkokul dördüncü sınıftayım. hani, hala futbolcuların gol sevinçlerini mahalle maçlarında taklit ettiğimiz dönemler. misal bir gol sonrasında caniggia'yla maradona'nın dudaktan dudağa öpüştüğü sene mahallede ne yiyiş dönmüştü be. yeter ki gol olmayagörsün; golü atanı atmayanı, rakip takımdan olanı aynı takımdan olanı, kalecisi forveti, istisnasız herkes gol sonrası bir anda yiyişmeye başlıyordu. kim daha çok gol yerse, maçı o kazanıyordu. öyleydi bizim kurallar. ayrıca atılan gol sonrası kasap, manava "senin kavunlar da tazeye benziyor. bi koklamak lazım ;)" gibi imalarda, göndermelerde bulunuyor; pattiz suğan satan amca bir köşecikte triportörünü sikiyor; köşedeki mandıranın sahibi suat abi, kendinden geçmiş bir halde bir yandan başından aşağı çökelek dökerken bir yandan striptiz yapıyordu. sapkın bir mahalleydik. (ulan taşak bi tarafa, mahalleye yeni taşındığımız vakitler peder elimden tutup evin karşısındaki bakkala götürmüştü. yanımda adama "şermin bey, şermin bey" deyip duruyor. ufağız, evin yerini şaşırdık günün birinde; bakkala sorayım niyetiyle girip "şermin amca bizim ev nerdeydi?" dedimdi. dükkandan tekmelenmek suretiyle siktir edilişimin sebebini bilahare anlayacaktım: herifin karısının adı şermin'miş. ulan bizim peder de nerden duyduysa... iyi katil olmamış şermin pezevengi. hadisenin 20 sene sonrasında karaladığım şu satırları, ta o günden selam duran mahallenin baş sapkını peder beye ithaf edelim heheh)

ilkokul dördüncü sınıftayım ve dersaneye gidiyorum. tabii bizim zamanımızda anadolu liselerine giriş sınavı ilkokuldan sonra yapılıyordu, ondan gidiyoruz dersaneye. yoksa anamın "bu çocuk galiba gerizekalı. 10 yaşına geldi, hala okuma yazma bilmiyor, hala gazetelerin resimlerine bakıyor" demesinin buna pek etkisi olduğunu sanmıyorum. ula peder almış getirmişse tan gazetesi'ni ben nabim? (fena sıçtık bu arada pederin ağzına ha)

yılın son iki ayında, dersanenin tüm sınıflarındaki başarılı öğrencilerden müteşekkil bir hafta sonu grubu oluşturulmuştu. bu özel gruba ilk teşrif ettiğim gün, servisi kaçırmam sebebiyle derse biraz geç kaldım. kapıyı çalıp içeri girişimle çağla'yı görmem bir oldu, hala hatırlarım: uzun boyluydu, saçları kumral ve küt kesilmişti; üzerinde mavi bir kot ve kırmızı bir hırka vardı; bacak bacak üstüne atmış, güzel kızdı. bense enteresan gömlek aşkımın o günlerden kalma olduğunu ispatlıyormuşum meğerse: altın sarısı ve kahverengi desenli gömlek de neyin nesi amına koyim? 10 yaşındasın be... aslında gömleğin kendi başına belki bir tarzın parçası olarak kabul edilebilirliği olsa bile; onun altına giydiğim, tamamen annemin işgüzarlığı olan gül kurusu rengindeki pantolonum, sanıyorum ki bir erkek çocuğuna yapılabilecek en büyük haksızlıktır. 15 yaşına kadar bu kadın yaptı benim alışverişimi birader, düşün artık yaşadığım travmayı. sonraları öğrenecektim, ben kapıdan girer girmez "tam benim tipim bu çocuk" diye bir laf etmiş yanındakilere. nasıl da yaşımızdan ziyadesiyle büyük davranıyormuşuz... (bizim peder ibneymiş, totoşmuş. iki paragraftır herifi yiyip bitiriyoruz, bu paragrafta da eksik kalmayalım dedim.)

ilkokuldaki aşk meşk mevzuları bellidir; ya teneffüste dansa davet oynarken ayarı verirsin kıza, ya araya birilerini sokarsın, konuştururlar, seni seviyorum-ben de seni (siktirin be), oldu bitti. çağla'yla da bu şekil olmuştu. gel gör ki ben yavrum saf, çeyrek aklımla fena halde kaptırmıştım kıza. üstüne bir de dersanedeki son günümüzde bir daha nasıl görüşeceğimizi doğru düzgün müzakere etmeden servislere dağılıp evlere siktir olmuştuk.

resmen divaneye bağladık iyi mi? evin içinde ölü palamut gibi gezmeler, paso depresif bir hal, ulan şarkı yazdığımı biliyorum be. "bak lan şarkı yazdım çağla'ya, dinle bak: rımmmmm... dırınırımm... dırınır... dinle bak, dinliyon mu? dırınırrım, dırınırım..." şeklinde gözyaşımla süslediğim musiki icrama 7 yaşındaki amcaoğlumdan ağır dereceden kahkahayla karşılık alınca bir hayalkırıklığına uğramadım değil tabii. ayrıca kendisi beni, arabesk-fantezi dalında yılın en hızlı çıkış yapan eşşoğlueşşeği ödülüne de layık gördü.

o vakitler abimle ranzada yatıyoruz. o abim ki ergenliğe yeni girizlemiş, her gece 31, her gece horozu boğmaca. ve sayesinde her gece mevzumuz belli:

- abi! abü! sallama şu yatağı yaa
- hınfhınf... ınnh... hınfınh... hınnhh...
- abü!
- hı? ha? ne var? siktir yat uyu enis sen daha uyumadın mı?
- ya sallama yatağı ya. anneeeee, abim yataa sallıyo!
- ulan it...
- haluk! niye söküyorsun yavrum kardeşinin pankreasını?

bu çağla mevzusundan sonra işler tersoya döndü tabii. her gece zırıl zırıl ağlıyorum ve ağzımdan çıkanlar "çağlaaaaaaıaaa. ühüüühüü... çağılaaaaıaa...", bunlardan ibaret. babam "ulan 10 yaşında hamile kalan ilk erkek çocuğu benim oğlum. hay senin allah belanızı versin bee" diyerek önüme çuval çuval çağla döküyor.

abi yüreği demek ki, dayanamadı, "gel götürücem ben seni çağla'ya" dedi bir gün. dersanede velilerin irtibat halinde olmasını sağlamak için verdikleri, öğrencilerin telefon numaraları ve adreslerinin yazılı olduğu kağıdı valideden çaldı; beni çağla'ya götürecek. bir güzel giyindim (ne güzeli ne güzeli? ön tarafında bir filin yüzü, arkasında aynı filin götü olan açık mavi bir tişört, altımda türbe yeşili bir pantul. hepsine bi yere kadar eyvallah da, ayağımdaki hastabakıcı terliği neden anne?), biraderin elinden tuttum, aynen çağla'nın evinin oraya. çok uzak bi mesafe değildi ama otobüsle gitmiştik. 1975'te macaristan'dan ithal ettiğimiz ikarus marka otobüsle şehiriçinde 200 basan şoförüyle (şoförün aynasının yanında "şoför tehlikeli ve yasaktır" yazıyordu. geçtim adamla konuşmayı, herifin kendisi bizzat tehlikeli ve yasaktı), abimle tek koltuğa oturmuş olmamıza rağmen önümüzde dikilip "hehheh. aslanlarım benim şimdi bana yer verirsiniz siz. aslan bunlar aslan! heheyt! aslanlarım benim. heh heh. heh. hadi bakalım." sözlerini sevinç dolu bir yüz ifadesiyle zikrettikten sonra yüz ifadesini zerre değiştirmeden arkalara doğru süzülen asker emeklisi sıfatlı sabunluğuyla manyaklarla dolu bir otobüstü bu da.

çağla'nın evini bulduktan sonra civarda 2 saat kadar takıldık. bilahare evin kapısında çağla'yı gördükten sonra sevinçle yanına koştum, gözleri parladı. 3-4 saat parkta oturduk; ben 10 senelik ömrümün en mutlu anlarını yaşarken, abimse hemen 50 metre ötede o mahallenin belalılarına yeni öğrendiği taekwondo hareketlerini sergileme gafletine düşünce 14 senelik ömrünün en nadide dayağını yiyormuş.

o gün, evimizde herkes usluydu.(peder hariç)

***

üniversitedeki beşinci senemdeydim. hayatımın aşkı olduğunu sandığım kadınla ayrılalı henüz çok zaman geçmemiş; onun bunun üstünde tepinme meşguliyetlerindeyiz. benimle birlikte bir arkadaşım da kendine özgü sebeplerden depresyona girmiş, kendini eve kapatmış. ben vukuatın ilk şokunu atlattığım için hayata dönmüşüm ama bizim pezevenkte tık yok.

şu hadiseye de değinmeden geçmeyelim: karı kız mevzularında son derece başarısız olan bu kardeşime vaktiyle ramazan ayındayken, beğendiği hatunlardan biri derste kağıda bir şeyler yazıp buna uzatmıştı. heyecandan götü teslim edecekken kağıtta yazan "sabah dişlerimi fırçaladım. orucum bozulmuş mudur?" cümleleriyle karşılaşması kendisini oracıkta fenafillaha ulaştırmıştı. karı, arkadaşımın saçlı sakallı halini görünce dindar bir şahsiyet olarak mı algıladı bilemem ama herifin verdiği cevap, tarih boyunca islamiyet üzerine yazılmış bütün kitapları yeniden sorgulamamıza sebebiyet vermişti: "diş macunu kullanmadığımız müddetçe orucumuz bozulmaz". ulan üsluba bak, sanki bana fetva yayınlıyor, mektubat yazıyor eşşoğlueşşek.

bir gece toparlansın, biraz dağıtalım hesabı plan yaptık arkadaşlarla, aradım:

- alov? nabıyon lan kavanozdaki adam? akıakıakı.
- napim abi yatıyorum ya.
- ulan akşamın 7'sinde ne uykusu bu sığır? 7 a.m'de ne uykusu olm bu? a.m mi, p.m mi hep karıştırıyom bunları da.
- p.m abi.
- sus, bağa cevap verme. akşam çok acayip işler olucak kardeşim. çok acayip içki olayları var. seni de bekliyoruz.
- abi ben gelmeyim, çıkasım yok.
- asıl sürprizi duymadın lan. arda okuldan iki tane de karı çağrıyormuş.
- geliyorum abi.
- hehehe, yılan seni. 9 a.m'de arda'da oluyüsün.
- p.m abi.
- anayın amı anayın.

akşam toplandık, yavaştan demlenmeye geçerken kapı çaldı. biz iki kız beklerken, istanbul'dan gelen misafirlerini de kapıp getirmişler. yalnız kızı görmen lazım biraderovski. hani, kızların istanbul'dan gelen misafiri değil de, kuğulu park'tan çalıp getirdikleri kuğu dersin, o kadar söylüyorum. çerkesmiş üstelik, çerkeslere zaafım da malum...

bütün gece karı anlattı, ben dinledim; bi ara sazı elime alayım dedim, sıçtım. fakat allah seni inandırsın, kıza dair zerre kötü niyet yok içimde. lan öyle temiz bi sıfatı var ki, adamın nefsi uyanmıyor be. ha "verse sikerim" o ayrı heheh. gece boyunca zaten el temasından başka da yakınlaşmamız olmadı.(pandiklemedik lan karıyı, öyle koltukta el ele tutuşmaca bebe gibi).

diğer karılardan da iş çıkmayınca yatakta arkadaşımla beraber yatmak zorunda kaldım. yalnız, gece bir rüya gördüm, inanaman. rüya anlatmaktan da dinlemekten de iğrensem de, bunu belirtmem lazım abi. güya eski karım (rüya müya. rüya da olsa öyle karıyı boşayan akl-u hikmetimi sikeyim) ve onunla beraber 6 tane afet-i devran karıyla aynı evde takılıyoruz. ama hissediyorum yani, çok acayip işler olacak. bakalım neler olacak diye beklerken bi anda evi bok basıyor. yerler, duvarlar, her yer lağım suyu, bok, püsür... leş gibi de kokuyor. lan bir uyandım, yanımdaki arkadaş ver etmiş babam osuruğun gözüne, cayır cayır... herif nasıl bir osurduysa resmen rüyanın seyrini değiştirdi amına koyim.

neyse abi, uyandık, kahvaltı mahvaltı muhabbetleri tabii. telefonlar alındı karşılıklı, iki gün sonra aşti'den ufak bir öpücükle uğurladık.

ulan bir anda yıllar evveline döndüm. her şey, tam olarak 15 sene önceki gibi. yani abim hala ranzada otuzbir çekiyor. heheh saçmalamayın. tüm hissettiklerim aynı; 15 sene evvel çağla'yı arayan çocuk gibiyim. "ulan" diyorum kendime, "kalk git. tıpkı 15 sene önceki gibi kazanacaksın."

bir gece aniden janti façayla; yanıma sadece telefonumu, çakmağımı ve cüzdanımı alarak yola çıktım istanbul'a. varır varmaz öğle vakti aradım, akşama doğru buluşmak üzere sözleştik.

yine güzeldi, kuğu gibi. o anlattı, ben dinledim; ta ki hasbelkader, inceden utanarak, erkek arkadaşından bahsedip kulaklarımı ateşle tıkayana dek. başka arkadaşlarla da görüşeceğimi söyleyip apar topar siktir ettim karıyı, sonra ne o aradı, ne ben.

hayalkırıklığı büyüktü tamam; her ne kadar hissettiklerime aşk demek mümkün olmasa da, hem kabuğum bir cılız tokatla çatlamayacak kadar sertleşmişse de, bir soru aklımı kurcalayıp duruyordu: aşk denen o güzel kız çocuğu bu kadar çirkef, bu kadar kirli ve bu kadar çirkin mi büyüyecekti?

***

önceleri bir düştü aşk, gülümserdik uyurken;
sonra bir düştü aşk, dudağından kaldırdık kahpelerin.

önceleri bir düştün güzel kız, ağlayarak uyandım;
sonra bir düştün gözümden, şimdi kupkuru gözlerim.

önceleri bir düştüm, hayat bana imrendi;
sonra bir düştüm, anladım: böyle büyürdü her düş...

callofcu

https://m.uludagsozluk.com/e/12024689/
Eskiden böyle güzel hikayeler yazan yazarlar vardı. Kezbanlar bilmez hatta erector bile bilmez.

hayat arabamla 2005 mil

Kulaklarımda hep aynı şiir.

oğuz arda sel kütüphanesi

(bkz: up)

oğuz arda sel kütüphanesi

Keşke güzellikleri yaşatacak projelerin insanları olsaydık, ama olmuyor di mi konu insan olunca...
Acıyı dindirmeyen, tesellisi olmayan acıların asıl sahibi yaşayamayanları isimleriyle yaşatmak o yüzden çok önemli...
her tür desteği hak eden projelerden biri....

oğuz arda sel kütüphanesi

Desteklenmesi ve duyarlı her insanın, taşın altına elini koyması gereken bir girişimdir.

Umudun, geleceğin, eğitimin sembolü olan çocukların, talihsizce aramızdan ayrılan çocuk bile olsa, adının bir kütüphanede yaşatılmasından daha hoş ve göz yaşartıcı ne olabilir ki?

Rahat uyu Oğuz Arda...