bugün

"Deniz köpüğünü dalgaların ucundan toplamağa kalkınız, avucunuzda birkaç damla tuzlu su kalır." *

Dünyayı mezbahaneye çeviren sorunlular arasında yaşayan sağlıklı insanın duygu ve düşüncesinin alabora olmaması olası mı? Bataklık suyunu kevser niyetine içenlerin iniltileri duymazdan gelinebilir mi?Gözlerinizin önünde olanlara sırt çevirip de 'iç bade sev güzel' türküsüyle ömrünüzü tüketebilir misiniz? Bu soruların yanıtı evetse, birkaç damla küflü sudan başka bir şey kalmayacaktır avuçlarınızda, şiir adına. Tüm zamanlara bakıldığında şiirin açmazlar içinde olduğu görülüyor. Yaşamın açmazlarda oluşu, bunu bir gerekirlilik kılıyor sanki; küçümsemeler, alay etmeler, dil bilmemekle suçlamalar, halka yakın-uzak olmalar gibi yaklaşımlarla zamanın şiiri yargılanıyor. Olabildiğince çalkantılı ve sınıflara ayrılmış toplumlarda her ses söz söyleyecek bir kulak buluyor. Toplum, yapısına koşut olarak değişimi kuşanırken, bunun ayırdında olan şairin şiiri hiçbir zaman çıkmaza düşmemiştir. Sosyal yapının yansıması olan şiir iyi ya da kötü olarak sürekli gündemde olmuştur. Mistik boyutta da böyledir bu durum; Zebur Tevrat'a, Tevrat incil'e, incil Kur'an'a yerini bırakırken insanlık hiçbir zaman şiirsiz kalmamıştır.

Geçmişten günümüze doğru ustalarımız neler demişler, şöyle bir bakalım;
"Bir çözülme, bir gevşeklik, isteksizlik. işin kötü yanı 1965'te okurların ilgisizliğine hiç aldırmadan işlerini sürdüren yazarlar da, 1966'da oldukça bıkkın göründüler. Kaç yıldır gittikçe yoğunlaşan bu ilgisizlik nereye varacak, kestiremiyorum." *

Yaklaşık kırk yıl sonra, bugün de benzeri sözler söyleniyor ama şiir ırmağı derinlerde bir yerde, kimseleri umursamadan akışını sürdürüyor. O günlerde "tükendi, bitti" denilenlerin şiiri yürekleri serinletiyor bugün. Olumsuzluklara rağmen şiir kendini onarıyor. Aynı, duygu ve düşünceyle bakmıyor şairler dünyaya açılan pencerelerden. Güzelin yaşaması için şiir yarış halinde olacaktır sürekli. Ama birincilik katı daima boş kalacaktır. Çünkü şiir kendisiyle yarışmaktadır ve bu yarışın galibi yoktur. Şiirin kendine özge büyüsü (buğusu) böyle olmasını gerekli kılıyor. Bizden önce böyleydi, bizden sonra da böyle olacaktır. insan var oldukça o güzele ulaşmaya, onu yakalamaya çalışacaktır. Yüzyılların içinden geçip giden insanın duygu ve düşüncesi bir an da tepeden tırnağa yenilenmiyor; o öz, usul usul değişen biçime uyarlıyor kendini. Yeni seslerin eskiyle örtüşmesi kanıtlıyor bu durumu:
"Dergi okurları var, onların yanında dergi yazarları da var. Bir takım kimseler; edebiyatçı kalmadı edebiyatçı yetişmiyor, diye dövünüyorlar ya, aldırmayın siz onların dediklerine; görmüyorlar, görseler de gizliyorlar. Hem, bilirsiniz, çağımızda yetişenleri beğenmemek, geçmişi özlemle anmak insana daha bir kibarlık verir. Ucuz bir kibarlık." *

Elli yıl öncesi de günümüzden aşağı kalmıyormuş demek ki. Bu yarım yüzyıllık şiir tarihi incelendiğinde, yazıldığı zaman diliminde karalanmalarına rağmen, yıllandıkça an'a hitap etmeleriyle okuru şaşırtan ve derin anlam karşısında bir kez daha düşünmeye sevk eden ne güzel şiirler çıkıyor karşımıza. Günümüzde yazılanların değerlendirilmelerine hayli zaman olduğu anlaşılıyor böyle bir ölçüye göre.

Aşk, o sürekli çoğaltan duygu, zamanın her kıvrımında insanı sıcacık sarıp sarmalamıştır mutlaka. Dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun, aşkın dili aynıdır. Öyle ki, onlarca yıl önce yazılmış dizelerin bir yerlerimizi ürpertmesi doğruluyor bu düşünceyi. Bu bağlamda, Z.Ömer Defne'nin şu dizeleriyle nasıl örtüşmez insan:
"Senin yanındayken, avuçlarımda/suda sabun gibi eriyor zaman/ve sanki yağ gibi kayıp gidiyor/bir balık ellerimin arasından"

Aşk içinde geçip gitmeli insanın ömrü. Üşürse aşk üşütmeli yüreği. inanıyorum ki, gözleri açık gitmez, böyle yaşayan insan. Küçük hesapların peşinde bir yanış atı olmaz. Kendinden öncekilerin bıraktığı güzelliklerin ayırdına varır ve gelecektekilerin mutluluğunu düşünür aklının bir yerinde. Evrenin koordinatlarının geometri kitaplarına sıkıştırılamayacağını bilir. Hüznü ve sevinci bir başka çiçek açar bu yüzden:
"Bir yılan gibi, bir nehir akar/bir minare içinde merdiven/ben. Yoktu seninle böyle duyduğum ey başım."

Aklı zorluyor. Kuru söze, içi boş dizelere yaslanmıyor Mustafa Seyit Sutüven. Günümüzde tartışılan önemli bir konuya da şu dizeleriyle açıklık getiriyor onlarca yıl önceden:
"Görmedim ilham atını/ben bu şiir sanatını/bir deli kızdan okudum. Sanatı öğretti bana/ben de bu tezgahta ona/türlü kumaşlar dokudum"

Kendinden başkası için söyleyen şairlerden biri de Ahmet Muhip Dranas'dır. Dünya durdukça şiir okurları tarafından benimsenecektir onun Fahriye Ablası. Ya şu dizeleri! Kendini arayan insana bir şeyleri anımsatacaktır:
"Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir/kağıtlarda yarım bırakılmış şiir/insan yağmur kokan bir sabaha karşı/hatırlar bir gün camı açtığını/duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu/çöküp peynir ekmek yediği bir taşı. Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir"

Belki kaba bir ölçü olacak ama eğer bir şiir okurda ürpermeler uyandırıyorsa, dilinin ucunda düğümlenen ama anlatılamayan duygular biriktiriyorsa o şiir yeryüzünün malıdır artık. Bu oluşumun bilimsel bin açıklaması varsa onu da birileri yapacaktır elbet.

Okul yıllarımızda ölmekten korkan bir şair olarak tanıtılırdı Cahit Sıtkı Tarancı, Şiiristanının kapısını kendi ellerimizle aralamaya başladığımızda onun böyle biri olmadığını anladık:
"Ve gönül tanrısına der http://ki:/-Pervam yok verdiğin elemden; her mihnet kabulüm, yeter ki/gün eksilmesin penceremden"

Dışardan bir tanrıya gereksinme duymuyor şair. insan ömrünün bir kerelik ve çok kısa olduğunu, bu yüzden adam gibi yaşamalara gereksinimimiz olduğunu anlatıyor. Köpüklü sular, rüzgarla yarışan bulutlar, başı karlı dağlar, henüz patlamış bir gül tomuru, toprağın kokusu, doğanın türevi olduğunu anımsatıyor insana. Aşk biraz da bu değil mi?

Duyguların dizelerle resmi mi yapılırmış?, demeyin. işte, Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Karadut isimli şiiri; aşk kokusunun, benimsemenin, ürpertilerin oluk oluk aktığı dizelerin rengarenk resmi:
"Kara dutum, çatalkaram, çingenem/nar tanem, nur tanem, bir tanem/ağaç isem dalımsın salkım saçak/petek isem balımsım ağulum"

insanın, yaklaşık binbeşyüzyıldır sorgulamadan tapındığıyla hemhal olmasının anlamsızlığını şu dizeleri ne güzel açıklıyor:
"Sen, istediğin kadar bize cennetini methet/göklerine zümrüt döşe ve hurilerle tefriş et/sen gel benim canımı al, sonra da cennete ilet/sen onu cinlere vaat et, cansız neme lazım cennet/sen bana canımı terk et, kara toprak bin bereket"

Yakarma yok, korku yok. Aklın sınırsız derinliğinin tanrıyla birlikte içine aldığı bir evren var şairin şiirinde.
Arındıran şiir ırmaklarında yeniden buluşmak dileğiyle. * *