bugün

Anatol France, Edebiyat Hayatı isimli kitabının bir yerinde şöyle diyor: "Her birimizin iki veya üç felsefi görüş taşımasını bile hoş görmeliyiz, çünkü bir doktrin ortaya atmış değilsek bir tek felsefi görüşün doğru olduğuna inanmak için hiçbir sebep yoktur. Bu tek taraflılık ancak bir buluşla ortaya çıkan için doğru olabilir. Geniş bir ülkede nasıl en geniş iklimler yer alırsa, engin bir kafa içinde de bir çok tezatlar toplanabilir. Ben yolumu, bilinmezin yolunu bildiklerini iddia eden papazlara, bilginlere, büyücülere veya filozoflara sordum; hiç biri bana kesin olarak doğru yolu gösteremedi."

Yukardaki deyiş doğrultusunda düşünürsek, günümüz şairinin eskisinden fazla arayış içinde olmadığı gerçeğiyle buluşuyoruz. Bu gerçek şiirin ustası kabul edilenler tarafından da doğrulanıyor. Nedenine değinme gereği duyulmadan fotokopi şiir yazıldığından dem vuruluyor. Dergi sayfalarındaki yüzlerce şiir bir çırpıda yok sayılıveriyor. Peki bu şiirler de eksik olan ne? Şairin bilgisi, değil mi?Dayatmalarla, baskıyla yetiştirilen bir gençlik şair sıfatıyla yaşamı yeniden yorumlamaya kalkıştığı an da, yazıp söylediklerinde hem kendisi hem de okur tarafından eksik bir şeyler sezinleniyor. Kansız bir vücudun cılızlığı, cansızlığı tedirgin ediyor duyguları, aklı. Biraz da okur için yazdığını bile bile, gerçekte okuru hiç umursamayan şair, doğaçlamalarıyla "ben de varım bu arenada" diyebiliyor. Bu dünyada herkese yer var. Herkesin örtüşebileceği birileri var mutlaka. Herkesin kendi güzelini aradığı yerlerde, biz kendi yolumuzu bilelim, kendimizin imamı, bilgini, büyücüsü olalım. Hayatın ve türevi olan insanın derinine inerek ama.

Şiirin hipotez, hüküm,ispat üçgenine sıkıştırılmış bir teorem olmadığı biliniyor. insana ait ne varsa, şiirin malzemesi olduğu da biliniyor. Böylesine dipsiz kuyu karşısında karşımıza çıkan, sınırsız ve sonsuz evrene benzemiyor mu? Bu bağlamda, zamanı ve mekanı kendimize göre küçültüp de bakarsak, doğanın da insana ait bir malzeme olduğu gerçeği çıkar karşımıza. Bir çiçeğin taç yaprağından yola çıkıp evrenin gizlerini sorgulayan dizeleri örnek gösterebiliriz bu duruma. işte, bu noktada insanlığa ve doğaya ait tüm bilgiler kendiliğinden devreye giriyor. Şair ya süsleme sanatçısı olacaktır ya da süsü ve derinliği, birbirlerini tamamlayan öğeler olarak kullanıp görüntülerin bütün yüzlerini yakalamaya çalışacaktır. Burada iki tip şaire ulaşıldığını görüyoruz; derinliği umursamayan ve derinliksiz yapamayan. Bir avuç da olsa var olan okur, zamana ve mekana göre her iki tipin şiirlerinden zevk alacak ve kendince yeni yaşamlar oluşturacaktır. Ya da tam tersi, şaire ve gündemdeki şiire sırtını dönerek hiç umursamayacaktır.
Bu noktada zevklerin, gelip geçen yıllar içerisinde değişkenlik arz ettiği göz ardı edilmemelidir. Bugünün doğru bilineninin, yarın eğri olacağı unutulmamalı. Fotokopi şiirlerin içinde barınan özle veya özsüzlükle yarın kimlerin örtüşeceğini kimseler bilemez bugünden. içinde insan kokusu olan taş parçası, bir köşesinden filizlenecektir günün birinde.

Şiirimizdeki akımlardan kimi sanat sanat içindir, kimi sanat toplum içindir ilkesini benimserken, kimi de hayalle yaşananı gerçeğin bir çatışması olarak ele alıp, içe kapanışın şiirini benimsemiştir. Onlarca yıl önce yazılan bu şiirlerin her birinin günümüzde de alıcısı çıkıyor. Birilerine haz veriyor. Örneğin, Faik Ali Ozansoy'un şu dizeleri karşısında nasıl ürpermezsiniz?

"Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey/Mehtaba dalıp yar ile sohbet ne güzel şey/Dünyamızın üstünde bütün ruhlar uyurken/Yıldızların altında ibadet ne güzel şey"

Şair bu şiirin ilerleyen bölümlerinde, insana özge nitelikler olan aşk, muhabbet faslını ele alıp Allah'la hızlı bir rekabete girişiyor. Aradan yıllar geçmesine rağmen her sözcüğü insan kokan dizeler eskimiyor demek ki. Oysa aynı akımın şairlerinden Hüseyin Siret Özsever'in, Ali Nihat Tarlan'a adadığı şu şiiri hiç okumamış olsak bile kaybımızın olacağını sanmıyorum:

"Ey benim ruhumun güzel gecesi/niye erken ağardı böyle saçın/dördü bulmuş saat de ..çın,çın, çın/yüzünün kalkıyor siyah peçesi."

Ben okumamakla kaybımızın olmayacağını söylüyorum ama birisi çıkar çok çok beğendiğini söyleyebilir bu şiiri. Kiminle, ne zaman, hangi şiirin örtüşeceğini kestirmek zor galiba. Bu konuya biraz iyimser yaklaştığımın bilincindeyim. Geçmişe saygı, diyelim. Has şairlerden birine dönelim yüzümüzü. Yaşadığı zaman diliminde tımarhanelerde sürünen, alkol komalarına giren Neyzen Tevfik Kolaylı'nın hangi şiiri yok sayılabilir bugün?

"Kuru laflar ile endişemi ihlal etme/kulak asmaz davula dinleyen elbette kösü/bu mudur Ahsen-i takvim ile medheylediğin/bu mu insan diye halkettiğin eşek sürüsü"

Çıkar uğruna birbirlerinin gırtlaklarını kesen insanlarla omuz omuza yaşadığımızı göz önüne getirdiğimizde, yukardaki hicivde eşeğe hakaret edildiğini düşünebiliriz! insanımsılar bu sözü fazlasıyla hak etmiyor mu? Uygarlığına imrenilen Avrupanın orta yeri daha dün kan gölüydü. Şairin dediği gibi:
"Türkü yine o türkü sazlarda el değişti/yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti"

Özü insan sevgisiyle dolu olan şu dizeler karşısında hayran olmamak olası mı?

"Kapılmışım aşk oduna bir kere/katlanırım her bir cefaya cevre/uğraya uğraya devirden devire/bütün kainatı aşarak geldim"

Gelinen yer yaşanılan an'dır. Mekan ister tımarhane olsun, ister saray, Neyzen için önemi yok bunun. Onun işi, insanın hal ve gidişini sorgulamaktır güzel bir dil ile.

Yukarda andığım isimlerle yaklaşık aynı yıllarda yaşamış olan şairlerden biri de i.Alaattin Gövsa'dır. O ise hayatı bakın nasıl tanımlıyor:
"Zerreden arza kadar her şeye hakimse devir/bir ölen bir daha doğmaz demenin yok sebebi/kimbilir kaç kere geldik de habersiz gideriz/doğarız menbaa bin defa dönen damla gibi"

Yeri geldiğinde şiirden de yararlanıyor bilimsel buluşlar. Ateş dolu bir kafadan fışkıran bir sözcük, çözüm bekleyen bir denklemin anahtarı olabiliyor. Tanrı'nın yargılanması ya da uçuşan "ruhlar"ın betimlenmesi, aklın (ayırdında olmadan kendi hayrına) varlığı sorgulamasıdır. insanın kazanımıdır bu durum:

Heceyi nakış gibi işleyen Orhan Seyfi Orhon'a dönelim yüzümüzü:
"Dostlarım, toplanın öldüğüm zaman/riyayı o günlük bir yana atın/tutunuz tabutun bir kenarından/bir derin çukura beni bırakın"

Kimisi olumsuzluklara kapatır gözünü, kulağını. Özü böyledir. N'apılsa değişmez. Değişimin anahtarı elinde değildir çünkü. Kargadan bülbül sesi çıkmayacağını bile bile, illaki bülbül gibi öttürmek için gırtlağını sıkmanın ne anlamı olabilir? Tuzu kuruluğun şiiridir onu ilgilendiren. Dünya yanıp, kanarken o yangında ve kanda güzeli görür. Onun güzeli algılayışı böyledir ne yazık ki. Kılıcı, kalkanı betimler kimi. Sınırlar çizer dünya atlasına. Kısrakları şaha kaldırır feth üzre. Elindekiyle yetinmez, hepsini ister dünyanın. Hayali bile ürkütür kimilerinin.

Kaybolan Şehirler'i anlatır içli sesiyle Yahya Kemal Beyatlı. Eski'yi özlerken, yeniye dair ipuçları verir. Varşova'nın karlı bir gecesinden şöyle seslenir:
"Bir erganun ahengi yayılmakta derinden/duydumsa da zevk almadım kederinden//Zihnim bu şehirden,bu devirden çok uzakta/Tanburi Cemil Bey çalmıyor eski plakta"

Dünyanın sokakları çiçek bahçesi oluncaya kadar, çok seslilikteki güzelliği dinlemek, algılamak bu koroya katılmak zorunda insan. Çoğalırken incelecektir çünkü. * *