bugün

Taşra sözcüğünün anlamı şöyle tanımlanıyor sözlükte: "Bir ülkenin başkenti ya da en önemli kentleri dışındaki yerlerin tümü, dışarlık."

Bir de taşra ağzı var: "Yazı dilinin dayandığı belirli bir kent konuşması dışındaki bölge ağzı" olarak tanımlanan.

Konumuz şiir olduğuna göre, hayatın nabzını tutan dizelerin kentlerin uzağında yazılıp yazılamayacağını sorgulayalım kendimizce.

Kentleri önemli kılan unsurun kuru ve birbirini yiyen kalabalığı olduğunu sanmıyorum. Şiirin stratejiyle de bir ilintisi olamayacağına göre bu unsuru da bir kenara bırakalım. Kentlerin dokusu ve kültürel mekanların çeşitliliği, sürekli artan kımıltılar kalıyor geriye. Bir de, ki en önemlisi, siyasi ve ekonomik açmazlar yüzünden, hergün birbirine biraz daha yabancılaşan hatta düşman kesilen karanlık bir kalabalık. Önceden var olan, son yıllarda hızla artan köyden kente göç gerçeğini de göz önüne alırsak, dilin de harmanlandığını görüyoruz koca coğrafyada.Bu bağlamda, iletişim araçlarının en kuytu ve ücra yerlere yayın yaptığını göz önünde bulunduralım. Şimdi, asıl olana, şairin bilgisel ve sezgisel yapısına geliyoruz; Sezgi yerine doğuştan gelen yeteneği de diyebiliriz. Genlerini oluşturan doğa, ona böyle bir beceriyi bağışladıysa, kendisi de yaşamın bilgisini edinip, zaman ırmağının izini sürmeyi başarabiliyorsa, içine doğduğu dilin sokaklarında,caddelerinde, kasabalarında, kentlerinde aradığını bulmaması için herhangi bir neden kalmıyor demektir.

Bence, nerede olursak olalım, kafatasımızın içindeki beynimizin açlığını doyurmalıyız önce. Bize öğretilenlerin doğru olup olmadıklarını araştırmalıyız. Doğumumuzdan itibaren kuşatıldığımız değerlerin içinden benimsemediklerimizi, aklımızda soru işaretleri oluşturanları elimizin tersiyle itme cesaretini bulana kadar birer kitap kurdu olmamız gerekiyor. Aklımızın ıssız ovaları ancak böylelikle dal budak salar, bereketlenir. Ayrımına varmadan incelir duygularımız. Sonra, bir dağ başında bile, aşka ve şiire giden yolun izini sürebiliriz. Bu noktada, şiir yalnızca bilgi işi midir, diye sorulabilir; zır cahil birinin yazacaklarının da şiir olduğunu kimseler iddia edemez. Böyle birinin aşkı da, sözü de, ömrü de kısırdır.

Tanzimat'la başlayan, Cumhuriyet'le devam eden yeni şiir ırmağının yakın izleyicileri, okurları olarak rahatlıkla şunu söyleyebiliriz; taşra, şairin düşlerinde ve düşüncesindedir artık. Yüzyılının bilgisini kuşanmış bir şair dağ başlarında da diline ve dizelerine hakim olabilir. Kısacık ömürlerini ıssız mekanlarda tüketen Rüştü Onur'u ve M.Tayyip Uslu'yu saygıyla anıyorum şimdi. 'istisnaların kuralı bozmayacağını' söyleyebilir kimileri. Sınıflara bölümlenen insanın, itildiği katlarda ilelebet kendisine verilenle yetinmeyeceğinin de anlaşılması gerekiyor artık. Aklıma geliveren şair Emily Dickson'ın da adını anmak gerekiyor 1800'lü yıllarda yaşamış olan bu bayanın, salt içini dökmek için yazdığını anlatıyor şiir tarihi. Doğduğu kasabada bile tanınmayan, sağlığında sadece üç veya dört şiir yayınlamış olan, yazdıklarını masasının çekmecesinde saklayan şairin, ölümünden sonra mektupları arasında bulunan yüzlerce şiirinin sarılı olduğu paketin üzerinde 'yakılacak' ibaresi varmış. iyi ki de yakılmamış ve dünya edebiyatı saçının tellerinden topuklarına kadar şiir soluyan bir şairle tanışmış. Diyeceğim o ki, eş dost kayrasıyla dergilerde, antolojilerde yer bulabilen kimi şairlerin yazdıklarını törpüleyecektir zaman. Kitaplar, dergiler, seçkiler arasında geriye doğru yirmi, otuz yıllık bir geziye çıkın,ne demek istediğimi anlayacaksınız. Taşrayı aklının içinde taşıyanları şiir asla kabul etmez. Denizin kıyıya vurduğu atıklar gibi, zaman da eleğinden geçirir sözü ve yazıyı.

Güzellik, kayaları delip filizlenen bir tohum gibi, çirkinin arasından sıyrılarak zamanın ve mekanların aynasına mutlaka yansır. Özü bu eylemi gerekli kılmaktadır çünkü. Bu doğrultudan baktığımızda, düşüncelerimizin, yazdıklarımızın, söylediklerimizin güzel olduğuna öncelikle kendimiz inanmalıyız. Böylesi bir inanca sahip olmanın yolu okumalardan, araştırmalardan, eleştirilerden geçiyor. Yüzde doksanımızın şair geçindiği bir coğrafyada aşkın ve şiirin tükenmek üzere olduğundan sıkça söz ediliyorsa, 'ben yazdım, oldu' diyenlerin iyice tanınmalarının zamanıdır artık. Hayatın bilgisi herkese gerekli, ama şaire daha fazla gerekli.

Dergilere gelince; gönül istiyor ki her kasabada edebiyatın gereklerini kuşanmış dergiler çıksın. Halk, magazin cambazlarının oyuncağı olmaktan kurtulsun. Aklını güzelin bilgisiyle, yumuşaklığıyla, inceliğiyle donatsın. Onlarca yıldır derinleştirilen kör kuyulara düşmekten kurtulsun. Görünür ve duyumsanır bir güç var ki, bunların olmasını ne yapıp edip engelliyor. Okuyacağımıza da karışıyor, yazacağımıza da. Dergilerin işlevi bu noktada başlıyor; yer verilecek ürünlerin seçiminde kılı kırk yarmaları gerekiyor ki bir işlevi yerine getirmiş olsunlar. Bir çürük incirin bir çuvalı berbat ettiğini bildiğimize göre, güzelin yanına çirkini koymanın anlamı yok. Böylesi bir tavırla çıkacak her yayın ölü doğmuş demektir. Ne doğduğu mekanın, ne de öte mekanların edebiyatçıları tarafından benimsenir. Canını terleyerek, kan basıncını yükselterek yazan şairlerin böylesi bir tercihte bulunmaları da en doğal haklarıdır.Bizi en güzel gösteren aynaya bakmak, ona yönelmek gerekmiyor mu?

Sözün özü; taşrada aşk ve şiir vardır.Aramayı bilelim. *