bugün

Bir masanın etrafında dört kişi oturuyor; papyon kravatlısı elinde tuttuğu kitabın içeriğini anlatırken yerlere göklere sığdıramıyor. Güzelleme sözcüklerini sürekli yinelediğinin ayrımında bile değil. Zümrüt gibi siyah saçları olanın top sakalındaki aklar, kafadaki zümridiliğin boya olduğunu söylüyor izleyiciye. Diğer iki kişiden biri, oturuşundan yansıyan umursamazlık havasıyla muhalif bir kimlik taşıdığını duyumsatıyor sanki. Diğeriyse, elleri dizlerinin üzerinde titreyen mahcup bir öğrenci edasıyla gülücükler dağıtıyor çevresine. Papyon kravatlı, önceden belirlediği dizeleri okuyor kitaptan ve zümridi saçları olana dönüp dönüp bakıyor. Okura büyük hazlar veren bir şair olarak niteliyor onu. Bu sahnede okurun görüşüne gereksinme duyulmuyor. Yalnızca büyük hazlar aldığı söyleniyor ki yanlış da burada başlıyor; bir okur olarak benim nelerden hoşlanıp hoşlanmadığıma bir başkasının karar vermesi, benim insan olarak değer yargılarımın küçümsenmesi hatta yok sayılmasını dayatıyor. Doğruluğu tartışılabilecek olan bu söylemi şairi hariç tutarak mecliste bulunan diğer iki kişiye de onaylatmak istiyor papyon kravatlı. Mahcup öğrenci görünümündeki kişi, unutulan övgü sözcüklerini ardı ardına sıralıyor bu arada. Muhalif bir kimliğe benzettiğim dördüncü kişinin ise gerçekten de haz, beğeni, güzel, çirkin vb. kavramlara dair söyleyeceklerinin olduğu anlaşılıyor. Bu doğrultudaki bütün gayretlerini ustalıkla karşılıyor papyon kravatlı ve elinde tuttuğu kitabın bir şaheser olduğunda ısrar ediyor. Zümrüt gibi siyah saçları olan kırçıl sakallı şair bu tanımlamaya ya da "yağlamaya" inanıyor mu?Bunu bilemiyoruz. Ama dayatma ve kuşatma altındaki kalabalığa hiç söz vermeden, bir şiir kitabının ve şairinin böyle lanse edilemeyeceğini biliyoruz.

Sevgili Hüseyin Atabaş diyor ki;"bir dönemin şiir serüvenini incelemek aynı zamanda o dönem insanının ruhsal durumunu, yaşam serüvenini de gözler önüne sermektir. Bu çaba; toplumsal koşulların, insanın iç çatışmalarının, dış etkilenmelerinin, özlemlerinin ve arayışlarının da aynası olur. Çünkü, şiir yaşamla bağları olan en güçlü sanattır, içine doğduğu ortamın koşullarından etkilenmesi kaçınılmazdır."

Eteklerinden kan damlayan bir coğrafyada yaşayanların beğeni düzeyleri, haz alma duyguları dil bilincinden yoksun magazin proğramcıları tarafından belirlenirken, yaşamlarını sanata-edebiyata adadıklarını söyleyenlerin yaşadıkları zaman diliminin olgularını görmezden gelerek dayatmacı bir tavırla "şaheser" belirlemelerini anlamak gerçekten zor. Ham kalabalığa estetik duygu aşılanmasının yolu böyle olmasa gerek. Son zamanlardaki yapıp etmeleriyle güdülen bir yaratık konumuna düşürülen insana hak ettiği değeri edebiyatçılar da mı vermiyor yoksa?

"Sanat sanat için" de olsa, özünde yine insan var. Bu gerçeği yadsımak olanaksız. Durum bu iken bu gerçeğin yadsınması tumturaklı bir şer dönemi yaşadığımızı gösteriyor. Şiir iklimine ulaşılamadı henüz. isim babalıkları zaman tarafından yapılacak olan şaheserlerse çok ötelerde şimdilik.

Thomas Mann bir öyküsünde şöyle soruyor:"Edebiyatın pisliklerden arıtıcı, kutsayıcı etkisi, bilgi ve sözcüklerle tutkuların yok edilmesi, anlamaya, bağışlamaya ve sevmeye götüren bir yol olarak edebiyat, dilin esenliğe kavuşturucu gücü, insan ruhunun en soylu biçimi olarak edebi ruh, kusursuz bir insan, bir ermiş olarak edebiyatçı, buna böyle bakmak, yeterince alıcı gözle bakmak değil midir sence?"

Konumuz şiir olduğuna göre, şairi ermiş katına çıkarıp orada dondurursak, hayatın kımıltısına kendi ellerimizle felç indirmiş oludruz. Ya da herhangi bir şairin bütün yazdıklarının birilerince kusursuz ilan edilmesi dünyanın dönmediğini söylemek gibi bir şeydir. Bu durumda, sonsuzun artı ve eksi uçlarının herhangi bir noktasında şiire yer belirlemek anlamsız olmuyor mu? Çevresiyle uyum içinde, düzenle barışık, gelene ağam, gidene paşam düsturuna uyarak yüksek tirajlı yayın organlarında (ki sistemin birer parçasıdırlar), şiire ve şaire dair ahkam kesenlerin anlattıkları pek de inandırıcı gelmiyor bana. Hergün yinelene yinelene aşınan ve aslını yitiren böylesi söylemlere kalabalık da inanmıyor. Şiire rağbetin iç karatan durumu yansıtıyor bu gerçeği.

Bu umutsuz tabloyu tanıdıkça, kendini bütünlemeye uğraşan masum, basit ve canlı olana karşı özlem duyan, dostluğun, teslimiyetin, senli benliliğin, insan mutluluğunun özlemini çeken, sıradanlığın hazlarına karşı o yakıp kavurucu özlemi içten içe hisseden şairlerimiz de var. Bunca özleme rağmen gökyüzüne yakın dağbaşları kadar yalnızdırlar. Deniz kokusuna doğru yataklarını derinleştiren ırmakların akışına benzer coşkuları. Yalnızdırlar.

Genelde edebiyatın, özelde şiirin şer döneminden söz ederken, egemen anlayışın dümen suyunda yazanların, söyleyenlerin, birbirlerini göklere çıkaranların bir üstyapı yaratmak gibi kaygılarının olmadığını anlatmaya çalıştım. Şiiri büyük bir kente tutsak edip, geriye kalan uçsuz bucaksız coğrafyayı yok varsayanların ve bu konuda ısrarcı olanların kötü siyasetçilerden farkları olmadığına değindim. Bir masanın etrafında oturan dört kişinin, bir şiir kitabına dair konuşmalarını aktarırken, edebiyat arenasında oluşturulan pazarlardan birini tanımanızı istedim. Böylesi pazarların etrafında saf tutanlara şer cephesi ismini uygun gördüm. Siz ne dersiniz? bilmem... *