10. nesil silik, neden silik yediği de meçhul.
2 3 4.tel 2.perdeleri kapatirsan elde edersin muck.
--spoiler--
Yaşadığı zamana kendini ait hissetmeyen, bir anlamda muhafazakar, eğitimli, şiire, müziğe, felsefeye ilgi duyan hatta basit bir ilginin ötesinde bunlara saplanıp kalan, entelektüel ama burjuvazi karşıtı bir adamın hikayesidir Bozkırkurdu. Hayatı boyunca özgürlüğe ulaşmak için çabalamış ve sonunda ulaşmış ancak yine de mutlu olamamıştır. insani yönleriyle, yaşamdan keyif aldığı sınırlı anlarla insanlığını duyumsayan ancak bu anların dışında kalan tüm zamanlarda uzun süre belirli bir yerde kalmaksızın oradan oraya sürüklenip giden ve içerisinde yaşadığı dünyaya, topluma, çağın gereklerine ve toplumsal değişime yabancı kalan bir bozkırkurdu olarak niteler kendisini. Tıpkı bir bozkırkurdu gibi ait olduğu yerden yabancısı olduğu bir dünyanın içine düşmüş ve o dünyanın bir parçası olamamanın acısını yaşamaktadır.
--spoiler--

malajor, kendisine ait olmadığı halde adeta kendisini betimleyen bu cümleler karşısında ayağa kalkıp düğmelerini iliklemektedir.
ve bu sözlükte kıymet verdiği bütün değerli yazar arkadaşlarına selamlarını sunup müsaadesini istemektedir.

kendince bir kitap olan bu profil, yukarıya aktarılan başka bir yazarın sözleri ile ve aniden sonlandırılmıştır.
yaşam ve ölüm gibi...

hayatını, hayallerinin kötü bir kopyası olarak nitelendiren biri olarak, kendi ruhumdan tortular damıtmaya çalıştığım bu profilimin, pek de ustalık eseri olmadığını ve bu durumu da tıpkı hayatımın kör topal seyr i sülüğü gibi hoş gördüğümü ifade etmek istiyorum.
lütfen siz de mazur görünüz.

bozkırkurdu olmanın en başat karakteristiği olan firara burada da iştirak edip, dünyaya sığmayan yumruk büyüklüğündeki gönlümün ardı sıra yol alıyorum...
meçhule...

zaten bozkırkurdunun imtihanıdır aramak...
kaybettiğini bulmaya mahkum olmak...

dolayısıyla bir ayağımın içeride, bir ayağımın da dışarıda olduğu bu dilemmayı da, kapıyı çarpıp çıkarak sonlandırıyorum.
kaybettiğim şeyin ne olduğunu anlamak ve onu bulmak zorundayım, beni bekleyen ölümün kapısına varmazdan evvel...

umut mu, umut her zaman vardır.
kendim için adalet, sizin için de adil bir dünya istiyorum.

elveda...
Doğduğunda, bir kangren soğuğunun hazanına, Kanla terbiye edilmiş, koca kafası ve iri bedeniyle örtülere sarıp sarmalanan, ilk nefesini bozkırın merhametsiz bilgeliğinden alan, dimağı gelişmeye fırsat bulamamış genç ölülerin ve gelişmeye hiçbir zaman fırsat bulamayacak yaşı geçkin soluk alıp veren ölülerin arasından sıyrılıp da, masum bir gelin duvağının altında savunmasız uykulara dalan, sevginin dolayımlandığı, öfkenin doğrudanlaştırıldığı bir kültürden nasiplenerek büyümek, ne denli yekpare kılabilirse bir ruhu; ben de o denli yekpareyim işte...

Ne çok acı var diyen zarafetin, masif kıvamındaki karşılığıyım ben...
En az toprağın kadar acımasız,
En az toprağın kadar kavruğum.

Paramparçayım!
Anlıyorsun değil mi?

Acılarımdan bir doğru oluşturamazsın...
Tebessümlerin aynı doğrultuda ilerlediği güvenilir tekdüzelikler, seyirlik bir oyun gibi,
Boğulduğum suların sürekli değişen tadına anlam veremeyişlerim bundandır, belli…

--spoiler--
Durmadan bölünüyorum
Katmerli hüznün zerresine
--spoiler--

Öylesine çok ki parçam, daha silueti gözbebeklerine düşmemiş bir yığın güzellik ve acı varken şu ruy-i zeminde, gözlerini toprak altındaki hülyalara kapatmayı seçtiğin gündeki parçalarımla, elimi göğsüme bastırmak zorunda kaldığım gecelerin bozkır ıslıklı seslerinde kaybettiğim parçalarımı bir araya getirmeye çalışsam, Korkarım ki, hançeremden meczup bir sada yükselecek yattığın mezarın kül rengi coğrafyasına!

--spoiler--
Ayrılıyorum,
Yollar gibi...
--spoiler--

Ve şimdi, bozkır yanığı ellerimi bir tarafa bırak.
Kız saçı dedikleri tütünün sarımtırak bir buhranla parmaklarımıza sindiği o kadim şehrin izbe hikâyeler türeten gecelerini anlatmalıyım sana…
Dideban tepesinin böğrünü ak bir hançerle ortadan ikiye bölen kuzey soğuklarına baktığım gün ve gecelerde, bizi biz yapan bitimsiz ayrılığın varlığına rağmen kurduğum tümleşik hayallerin safiyetini dinle...

Belki bir kurt uluması değil, lakin bir tilki sinsiliğine yatmış yosun renkli cemiyetlerin ihanet çemberini yırtıp da saf rüyasına daldığım satırlardan müteşekkil resimlerin sana ne denli benzediğini, bol yıldızlı gecede gözlerini, akan suyun sesinde kırılgan mırıltını seyreyleyip de gizliden gizliye sigara içtiğim boynuz şehrinin saklı heybetini dinle…

Dağların döşünde kaynayan uysal bir pınarın, beyaza kesen dehşetengiz öfkesini diz üstü çökerek dinlediğim saatlerde, beni durmadan sana götüren o yağız atın suya öykünerek doludizgin bir serkeşlik tutturduğunu, göğsüme çöken sancıdan anlayıp da ölüm şarkısını terennüm ettiğim sarhoşluk hallerimi dinle...

Ah şu mezar taşları…
Geçip gidiversemler eşliğindeki göz teması dilemmalarında kalakalmalara yenik düşmenin ne denli ağır bir irin olduğunu bilsen keşke…
Bilsen keşke de, gözleri meçhul, elleri meçhul, hikâyesi ve eceli meçhul bir çocuk mezarı başında cerehat acısı çekerek yakarmanın nasıl bir tutunamamışlık olduğunu anlatabilsem sana…

Gözlerinden, o koca gözlerinden doyasıya öpebilsem…

--spoiler--
Varlığım,
Yokluğun,
Yani Bir efsun şalına bürünmüş kül rengi hakikatimiz,
Paramparçadır...
--spoiler--
http://video.uludagsozluk...v/zaya-m%C3%BCzik-113793/

ruhuma dokunuyor.
insaniyet sınavından geçmiş, madalyası takdim edilmiş yazardır.
sözlük ortalamasının çok üstünde bir yazar. aynı görüslere falan sahip olmasak da sözlük ortalamasının çok üsütünde oldugu belli .
--spoiler--
sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
derdim günüm insan arasına çıkarmaktı seni
yakanda bir amonyak çiçeği
yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi

kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş, altın zincir, fasulye pilakisi
ardımızda görevliler, ekipler, hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpcülerin elleri
çöpcülerin elleriyle okşardım seni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi
--spoiler--

işte, yazarın hissiyatını tanımlayan tılsımlı dizeler.
gece gece, valizinden çıkardığı tshirt ünü derin derin soluyarak, en pahalı parfümün bile anne eli değmiş elbise kadar güzel kokmayacağını tekrar idrak etmiş insandır.
(bkz: akp sosyal medya dezenformasyon ekibi)
kürtçe, üstteki ev veya yukarıdaki ev olarak tanımlanır, hoş gelmiştir.
--spoiler--
malajor...
yani yukarı ev... yani yukarıdaki ev...
bana göre yalnız, belki de mala bekes (kimsesiz ev)...
--spoiler--

şayet malajor'un hikayesi mehmet uzun'un kaleminden dökülecek olsaydı, muhtemelen böyle bir sadelik ve etkileyicilikle başlardı hikayemiz. malajor, böylesi cümlelerle girmeye başlardı gönlümüze, dimağımıza.

sadeliğin vuruculuğu yerine, baharda fışkıran bozkır yeşilini, hışırtıları bir senfoniyi çağrıştıran kavak ağaçlarını ve dağ keçilerini ve daha bir çok şeyi aynı anda sıcağa boğan sarı sıcağa selam vermekle hasbihale başlayacak olsaydık, yani ustalık işi olan betimlemelerle söze başlasaydık, şüphesiz yaşar kemal'in kaleminden esinlenmiş olurduk.

üstatlar, kendi deryalarından damıtarak ve muhtemelen malajor'a yeni bir hüviyet kazandırarak anlatabilirlerdi malajor'u. lakin benimki bambaşka bir şey...

benimki bambaşka birşey; çünkü bir insanın hayatında, kendisini ait hissettiği çok az yerler ya da sadece bir yer vardır. kişinin bütün somut ve soyut birikimlerini muhakkak surette etkileyen, her şeyi bir parçacık da olsa kendine benzeten, bireyin hayatını bir bakıma kendisi ile özdeşleştiren bir yer... evet, vardır her insanın hayatında böyle bir yer... ve böyle bir yer, insan hayatında bu denli derin ve geniş yer kapladığı için de, sosyolojik tahlillerin soğuk ifadelerinden ziyade, daha insancıl, daha samimi ve daha naif bir uğraş olan edebiyata konu olmayı hak etmektedir. işte malojor da benim için öyle bir yerdir. hem şahsımda sahip olduğu anlam bakımından kaleme ve kağıda konu olmayı hak etmektedir, bu yönüyle kıymetlidir, hem de beni oldukça zor bir işin ağırlığı ile yüzyüze getirmektedir, bu yönüyle de zorlayıcıdır. neticede, bir üstadın kalemine konu olmak, ya da bir başkasını kaleme almak başkadır; bizzat odakta olduğun bir hikayeyi anlatmak bambaşkadır. en azından benim naçizane fikrim bu yöndedir.

malajor... evet, yukarıdaki ev demektir. neye göre yukarıda diye sorulacak olursa, bağlı bulunduğu köyün konumuna göre yukarıda olduğunu, ondan ötürü böyle adlandırıldığını söyleyebilirim. çetin bir coğrafya... virjin topraklar... gergin bir siyasi atmosfer ve olabildiğine doğal ve katışıksız bir hayat. türkiye'nin doğusuna, sınırlarına gidiyoruz. bir tarafta türkiye coğrafyasının engebeli ve sarp bölgesi, hemen öte tarafta iran coğrafyası... malajor, kaba bir tarifle, böyle bir coğrafyadaydı. bağlı bulunduğu köyün beş kilometre uzağında ve rakım olarak da daha yüksek bir konumda yer alıyordu. ve malajor, sadece bir ailenin yerleşkesiydi. bir baba, ki bu adam benim dedem olur, iki eşi, yedi oğlu, kızları ve onlarca torunu... malajor, onların saklı cennetiydi.

malajor, çocukluğumun tılsımlı mekanıdır. yaşamımda bana bahşedilmiş en ilginç deneyim ve insana ve doğaya ve cümle canlıya duyduğum sevginin tohum ekicisidir. benim için, kendimi anlamlı kılmam için, üzerinde durup da düşünmeye, irdelemeye ve daima yad etmeye mahkum olduğum, bunu da severek ve şükranla kabul ettiğim bir armağandır. malajor, hem sadeliği ve güzelliği; hem de hüznü ve burukluğu kendisinde barındıran bir mekan/bir hatıra olduğu için, bir ömür boyunca duygularımın her türlüsüne denk düşecek, her halime bir karşılık verebilecek yığınla detaya sahiptir. benim için böylesine önemli olan bu mekan, açıktır ki, kendisini emekle, aşkla ve bir o kadar da cesaretle inşa eden şahsın varlığında vücut bulmaktadır. evet, dedemi kast ediyorum.

--spoiler--

kalabalık ailesinin büyüğü...
becerikli ve oldukça yakışıklı...
yüreği ile yaşayan ve yüreği ile konuşan...
seveni de çok; düşmanı da...
kalıplara riayet etmek, duruma ayak uydurmak gibi basit oyunları olmayan...
cesur...
iran coğrafyasından bulup getirdiği arap atları ile meşhur...
keskin nişancı...
iyi bir avcı...
ve nihayetinde düşkünden yana, zorbalığa karşı dik!
--spoiler--

onun kararı ve emeği ile kuruldu malajor.

maddi açıdan darlık yaşayan bir ailenin oğlu olarak doğdu. çalıştı, çabaladı ve gözünü budaktan sakınmadı. çoğu gece at sırtında sınırları aştı. köyler arasında mekik dokudu. toplum içine karıştı. bölgenin bir realitesi olan ağalık oluşumuna, sembolik bir saygı bile duymadı. yeri geldi itiraz etti, yeri geldi kararmış gözleri ile kavgaya tutuştu. dize getirilemedi. askerlik yaparken de becerileri ile hemen sivrildi. bir ömür boyunca isminden hemen sonra, bir soyadı gibi kullanılan, kendisine yapışan çavuş rütbesi ile görevlendirildi. o, bundan sonra gürgin çavuş'tu. yörenin tekmil insanı, onu çavuş diye çağırıp, yeni nesiller de onu çavuş diye öğrenecekti. hem yiğitliği ile, hem de endamı ile kendisinden söz ettirirdi. çokça dedikodusu yapılırdı. çokça bekleyeni vardı... yaktığı gönüller, halen anlatılagelir. iki evliliği de bir bakıma bu profili tamamlıyordu. işte malajor, böylesi ellerin ürünüdür. hem cesaret ve emeğin getirdiği başarının, hem de her daim kavgalı olma halinin dayattığı bir gerçeklikti. çünkü bulunduğu köy, kendisine yöneltilmiş, kendisine bilenmiş imtiyazlıların öfkesi demekti. rahatsız ettiği, imtiyazlarına itiraz ettiği ve itibarlarını sarstığı ağalığın baskısı, kendisini seven, kendisine gönül veren dostlarının da bu durumdan etkilenmesi ve ailesi için ihtiyaç duyduğu huzurlu ortam arayışı, malajoru inşa eden yolun startını vermişti. köyün dışına çıkardı ailesini. dört parçada, kerpiç tuğladan ve samanla karılmış çamurdan harçla inşa edilen malajor, toplamda on oda, bir misafir damı, tandır evleri, kilerler, yüzlerce küçükbaş ve büyükbaş hayvana dulda olan ahırlar ve evlerin çevresini kuşatan yüzlerce kavak ağacı ve tarlalardan ve bahçelerden müteşekkildi. çavuş'un çabaları, kendisine hem bir itibar, hem de civarda parmakla gösterilecek bir mal varlığı kazandırmıştı. evlatları ve torunları ile bütünleşebilmiş, kendisinin idare ettiği küçük bir yerleşkesi ve nev i şahsına münhasır bir aile kültürü söz konusuydu.

malajor, sarp ve yüksek bir kayanın hemen dibinde inşa edilmişti. civarda karahisar kalesi olarak adlandırılan bu yüksek kaya, hem malajorun gizemine ve güzelliğine katkı sunar, hem de hikayenin finaline hazin bir son armağan eder.

yaz aylarında bağrına bastıklarının arasına beni de kabul eden malajor, benim için bol yıldızlı geceler, av etleri ile dolan sofralar, türlü türlü hikayeler, naftalin kokulu sandıklar, halen sıcaklığını hissettirebilen sevgiler, dostluklar, salatalık aşırdığımız bahçeler, tekmil velet sidik yarıştırdığımız eğlenceler, çobanlıklar, serin çeşmeler ve berrak dereler, her biri birer efsunla ve eğlence ile örülü oyunlar demekti. malajor, çocukluğumun bam teli demekti.

dünyanın kaderinden midir bilinmez, yoksa o coğrafyaya has bir final midir bilmiyorum ama, bu hikaye, hüznü son durak kıldı kendine. malajor viran, malajor metruk... şimdilerde belli belirsiz duran kimi kalıntılardan ibaret.. şimdilerde ürpertiyor yürekleri... insanlar, o şen ve huzurlu insanlar gitti. o topraklarda kundağa sarılan bebeklerin ağlamaları, kahkahaları ve ilk sözcükleri yükselmiyor artık malajor'dan... gençlerin kuytuda köşede tüttürdükleri sigaraların dumanı da, sigara dumanı ile birlikte yapılan muhabbetlerin de esamesi yok artık. kafile kafile misafirler, el evine gelin giden kızların düğün alayları, malajora katılan yeni gelinlerin şenliği... yok artık insan sıcaklığı malajor'da...

hikayenin burasında; ''eeee hayat işte'' derken buluyorum kendimi. hayat işte kalıbına sığınarak hem efkarımı hem de tıkanıklığımı noktalamak zorunda kalıyorum. çünkü söylenebilecek pek bir şey yok. benim de sonrasını anlatmaya pek isteğim yok...

malajor viran; malajor metruk...

--spoiler--
çatışma dönemi...
karahisar kalesi sarp, çetin...
kurşun sesleri ve dağları döven havan toplarının gümbürtüsü...
malajorun yanıbaşında son bulan, sayısı meçhul, genç hayatlar...
gerginlikler...
artan tehdit algılamaları...
ve göç...
ve şehir hayatı...
zorluklar...
omuzlara tortusu sinmiş ağır hatıralar...
--spoiler--

yıllar sonra...
malajor'dan ayrılıp da şehre göçmüşlük ve tükenmek üzere olan bir ömür...
soğuk ve karlı bir kış sabahı, bindirildiği ambulansta gürgin çavuş, son defa göreceğini sezmişçesine dağlara el sallar... dudağından dökülen cümlesi, memleketinin dağlarına veda sözcükleriydi.

xatıré te çiyayé welat. ( elveda, memleketimin dağları )

bu sözcükler, malajor hikayesine konulmuş bir nokta gibiydi. ki sonrası, yani o emektar ellerin yokluğunda, uğraşlar maişet derdi ile sınırlandı. malajor da kapattı sinesini herkeslere.

ama bende bitmeyecek şeyler bıraktı malajor... geçmişte, şimdi ve bundan sonra, okuduğum bütün betimlemelerin istisnasız bir şekilde malajoru tasvir ettiği, en mutlu rüyalarımın vazgeçilmez BiR ŞEKiLDE malajoru dekor olarak kullandığı ve bütün muhabbetlerin burukluğa aktığı anda, dile getirilmese de çekilen her derin nefeste, malajor'u yad etmek gibi bir sürü arıza detaylara sahibim.

malajor viran; malajor metruk...