bugün
- sözlük yazarlarının doğum tarihi12
- 30 üstü erkeklerin cinsel performanı14
- öpüle öpüle uyutulmak12
- hayatın film olsa adını ne koyardın12
- akp seçimi kaybederse gitmiyorum der mi?34
- harry potter türk olsaydı ismi ne olurdu21
- sadece türkiyede olacak olaylar35
- sözlük yazarlarının tavuk pilavları12
- hüdapar'a hizbullahçı diyen insan zekası16
- uludağ sözlük büyük 2023 seçim anketi22
- kemal kılıçdaroğlu'nun kürt olmaması13
- fatih erbakan'ın cumhur ittifakını reddetmesi11
- kemal kılıçdaroğlu15
- müslüman olan hiçbir ülkenin gelişmemiş olması32
- unutulmaz film replikleri26
- 2 nisan 2023 fenerbahçe beşiktaş maçı14
- bir sözlük kızının ayaklarını öpe öpe ısıtmak18
- börek isimlerinin ingilizcesi11
- elin oğlu diplomana değil yaptığın pilava bakar13
- galatasaraylı yüzsüzlüğü10
- kürt halkının chp'ye oy vereceğini zannetmek19
- millet ittifakı10
- bugün özlenen kişiye birkaç satır bırak12
- enner valencia10
- togg35
- gaz fren debriyaja aynı anda basarsak ne olur19
- 7 adet hurma yiyen birine zehir ve sihir işlemez33
- kuvayi milliye11
- kadınların aldatan erkekten vazgeçememesi17
- şu anda çalan şarkı17
- hiç kocasını aldatan bir türbanlı olmaması27
- bir erkeğe en çok yakışan aksesuar16
- bir erkeği görünüşü dışında çekici yapan detaylar12
- donald trump'ın tutuklanması10
- kadınlar ne ister35
- sosyal medyada 200 bin kişilik troll ordumuz var22
- eskimo erkeklerinin cinsel performansı11
- bir sigara mı yaksak15
- arkadaşlar imlasızsınız13
- 19 mart 2023 alanyaspor fenerbahçe maçı20
- galatasaray taraftarı8
- bana film önerenin kırk yıl kölesi olurum30
- 18 mart çanakkale zaferi23
- muharrem ince8
- ekonomi iyi diyenlere21
- iş hayatında başarılı olmanın sırları27
- anın görüntüsü21
- sel deprem kuraklık8
- 113 bin entry girmek8
- kemalistlerin israil'i çok sevme nedeni24


entry'ler (168)
Tek başına birkaç düşmanla mücadele üstesinden gelinmesi zor bir durum. internet, televizyon, bilgisayar oyunları, çok uygulamalı akıllı telefonlar şeytanın önderliğinde saf tutmuş, bütün hünerlerini takınmış cengaverler misali, tek başına karşılarına geçmiş insanı hedef almış ve olanca acımasızlıklarıyla saldırıya fevkalade açık bu varlığa vuruyor ha vuruyorlar. Bilinen kadim düşmanların yanına bu nevzuhur düşmanlar da eklenmiş ve böylece güçlerine güç katmış bir vaziyette cenk etmedeler. Düşmanlarla daha ilk karşılaşmasında bunların üstünlüklerini kabul ederek mağlubiyete kendini hazırlayan insan; zamanına, zihnine, enerjisine, yeteneklerine, sağlığına gelen ölümcül darbeler karşısında direnç göstermenin anlamsızlığıyla ikna olmuş bir şekilde teslimiyetini sunuyor çarçabuk.
Çoğu insan için sonucu baştan belli olan bu mücadeleyi tersine çevirmek tek başına çok zor. Bilgi, tecrübe, amel, sağlam irade, güçlü psikoloji vs. gibi meziyetler tek başına asla muzaffer olabilecek desteği sağlamaya haiz değiller. Bunları hepsiyle donanmış insan bulmak da benzetmeye gerek duymayacak açıklıkta zor. Bu durumda yapılacak en makul şey bu donanımları haiz birinin önderliğinde savaşmak. Cemaat halinde yapılan saldırılara karşı koymanın yolu yine cemaatle mukabele etmekten geçer.
Modern zamanlar, yeni bir solukla dizayn edilmiş hankah ve tekkelere hiç olmadığı kadar muhtaç. Halihazırda cemaat evleri, yurtlar, sohbet yerleri, medreseler, dergahlar vs. adları ne olursa olsun insanlara manevi yol göstermeyi amaçlayan müesseselerin doldurdukları boşluk maalesef çok küçük. Belki de ne kadar modern düşüncelerle yeniden tasarlanmaya çalışılırsa çalışılsın bu kurumların hala sadra şifa olamamalarının nedeni bu resimdeki en önemli aktörün yani alim-zahid-mürşit liderlerin eksikliğidir.
Her hali ile size Peygamberi hatırlatan, konuştuğunda ağzından sadece hak çıkan, içinizdeki sıkıntıyı gülümsemesiyle def edebilen, Mercedes CLS63 veya BMW M6 kullanan değil, bir cemaatin yanına girdiğinde kimsenin ayağa kalkmasına müsaade bile etmeden boş yer kapının eşiği, ayakkabıların yanı bile olsa hemen oraya oturan, iki kattan fazla elbiseye sahip olmayan, tevazunun tanımını bizzat davranışları ile anlatan, okullar, yurtlar, iş yerleri, şirketler, bankalar, kurban kesim yerleri, TVler, radyolar, gazeteler, dergiler, dershaneler, yayınevleri sahip olmak bir yana bunların açılmasını teşvik dahi etmeyen çünkü kendi vazifesinin asla bunlar olmadığını çok iyi bilen, borç isteyecek kadar az parası olan, TV ve radyolara çıkmayan, kendini dini anlatmakta tek otorite görmeyen, dinin kurtuluşu için kendisinin vazifedar ve önemli olduğunu zannedecek bir zihni zaafiyeti olmayan, hasılı kelam şu anki yol göstericilerin yaptıklarının hiçbirisini yapmayan ama Peygamber gibi, Hz. Ömer gibi, Hz. Ali gibi, imam Şafii gibi, Muhasibi gibi, Cüneyd-i Bağdadi gibi, imam Gazali gibi, Said Nursi gibi olan bir mürşit ancak bizim düşmana karşı sağlam ve sebatkar durmamızı, sabırla mücadele etmemizi sağlayabilir.
içeri girdiğimizde modern zamanların sıkıntısını hemen atmamızı sağlayacak ilahi nurların merkezi, yolları kaybetmemize, şaşırmamıza karşın yolumuzu gösterecek tabelaların yazıldığı, Kuran ve hadisi bize yudum yudum içiren, zahire de batına da eşit önem veren, şeriatsız bir tarikat ile tarikatsız bir şeriatın tehlikelerinin farkındalığını kurumsal bünyesine yedirmiş, sadece tek bir kitaba, tek bir kaynağa, tek bir alime bağlı kalmadan büyük medeniyet birikimimizin bütün kaynaklarından bizlere doyasıya tattıran, çalışana da memura da fakire de çalışmayana da amire de eski günahları altında ezilene de gayrı ciddiye de zengine de yüzü bir türlü gülemeyene de, evinde işinde huzurunu kaybedene de kibrini alt edememişe de güzele de güzelliği dışa vurmayana da kendini özel hissettirecek derecede muamele gösteren cennet misali bir tekke hepimiz için bir tekkenin fevkinde bir kale vazifesi göreceği için çok mühimdir.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=72
Çoğu insan için sonucu baştan belli olan bu mücadeleyi tersine çevirmek tek başına çok zor. Bilgi, tecrübe, amel, sağlam irade, güçlü psikoloji vs. gibi meziyetler tek başına asla muzaffer olabilecek desteği sağlamaya haiz değiller. Bunları hepsiyle donanmış insan bulmak da benzetmeye gerek duymayacak açıklıkta zor. Bu durumda yapılacak en makul şey bu donanımları haiz birinin önderliğinde savaşmak. Cemaat halinde yapılan saldırılara karşı koymanın yolu yine cemaatle mukabele etmekten geçer.
Modern zamanlar, yeni bir solukla dizayn edilmiş hankah ve tekkelere hiç olmadığı kadar muhtaç. Halihazırda cemaat evleri, yurtlar, sohbet yerleri, medreseler, dergahlar vs. adları ne olursa olsun insanlara manevi yol göstermeyi amaçlayan müesseselerin doldurdukları boşluk maalesef çok küçük. Belki de ne kadar modern düşüncelerle yeniden tasarlanmaya çalışılırsa çalışılsın bu kurumların hala sadra şifa olamamalarının nedeni bu resimdeki en önemli aktörün yani alim-zahid-mürşit liderlerin eksikliğidir.
Her hali ile size Peygamberi hatırlatan, konuştuğunda ağzından sadece hak çıkan, içinizdeki sıkıntıyı gülümsemesiyle def edebilen, Mercedes CLS63 veya BMW M6 kullanan değil, bir cemaatin yanına girdiğinde kimsenin ayağa kalkmasına müsaade bile etmeden boş yer kapının eşiği, ayakkabıların yanı bile olsa hemen oraya oturan, iki kattan fazla elbiseye sahip olmayan, tevazunun tanımını bizzat davranışları ile anlatan, okullar, yurtlar, iş yerleri, şirketler, bankalar, kurban kesim yerleri, TVler, radyolar, gazeteler, dergiler, dershaneler, yayınevleri sahip olmak bir yana bunların açılmasını teşvik dahi etmeyen çünkü kendi vazifesinin asla bunlar olmadığını çok iyi bilen, borç isteyecek kadar az parası olan, TV ve radyolara çıkmayan, kendini dini anlatmakta tek otorite görmeyen, dinin kurtuluşu için kendisinin vazifedar ve önemli olduğunu zannedecek bir zihni zaafiyeti olmayan, hasılı kelam şu anki yol göstericilerin yaptıklarının hiçbirisini yapmayan ama Peygamber gibi, Hz. Ömer gibi, Hz. Ali gibi, imam Şafii gibi, Muhasibi gibi, Cüneyd-i Bağdadi gibi, imam Gazali gibi, Said Nursi gibi olan bir mürşit ancak bizim düşmana karşı sağlam ve sebatkar durmamızı, sabırla mücadele etmemizi sağlayabilir.
içeri girdiğimizde modern zamanların sıkıntısını hemen atmamızı sağlayacak ilahi nurların merkezi, yolları kaybetmemize, şaşırmamıza karşın yolumuzu gösterecek tabelaların yazıldığı, Kuran ve hadisi bize yudum yudum içiren, zahire de batına da eşit önem veren, şeriatsız bir tarikat ile tarikatsız bir şeriatın tehlikelerinin farkındalığını kurumsal bünyesine yedirmiş, sadece tek bir kitaba, tek bir kaynağa, tek bir alime bağlı kalmadan büyük medeniyet birikimimizin bütün kaynaklarından bizlere doyasıya tattıran, çalışana da memura da fakire de çalışmayana da amire de eski günahları altında ezilene de gayrı ciddiye de zengine de yüzü bir türlü gülemeyene de, evinde işinde huzurunu kaybedene de kibrini alt edememişe de güzele de güzelliği dışa vurmayana da kendini özel hissettirecek derecede muamele gösteren cennet misali bir tekke hepimiz için bir tekkenin fevkinde bir kale vazifesi göreceği için çok mühimdir.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=72
Kuran ile olan irtibatımızın çok sıkı olmadığı kesin. Hayatın her alanı için bir sözü olan ve içerisinde her türlü derdimize kati devalar barındıran Kitab ile aramızdaki bu gevşek ilişki düzenli alması gereken kalp ilacını sadece kalbi ağrıdığında hatırlayan adamın durumuna benzemektedir. Ama bir farkla: ilaç kapsülünü bir bütün halinde alıp içmiyor içerisini boşaltıp sadece kabını mideye atıyoruz. Bir ölüm vakti veya Ramazanda veya en iyi ihtimalle bazı Cuma günleri, manasını anlamadan sadece yüzünden Kuran okumanın vereceği faydadan çok şey beklemenin safdillikten başka bir izahatı yok.
Bize bağışlanan malın, paranın hayır yolunda harcanması gerekliliği Kuranda çok sık bir şekilde vurgulanmakta. Aşağıda bu vurgulardan bir kısmını bir ihtar ve hatırlatma mahiyetinde anlayışınıza ve dikkatlerinize arz ediyorum. Aslında aşağıdaki her bir ayet hakkında bir yazı yazılsa yeridir. Zira her bir ayet kalbin en hassas noktasına o derece etkili bir şekilde dokunuyor ki Ancak bu harikulade sözlerin fani kelime ve cümlelerle örtülmesine gönlüm razı gelmiyor. Bu yüzden sözü mümkün olduğunca kısa kesmek istiyorum.
Ders alınması dileği ile sizi Kuranın eşsiz pırıltıları ile baş başa bırakıyorum.
Bakara - 219. Yine sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: ihtiyaçtan arta kalanı. Allah, size âyetleri böyle açıklıyor ki düşünesiniz.
Bakara - 254. Ey iman edenler! içinde ne bir alışveriş, ne dostluğun ne de bir şefaat imkânı bulunmayan bir gün gün gelmezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. Kafirler zulmedenlerin ta kendileridir.
Bakara - 261. Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
Bakara - 263.Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).
Bakara - 268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size, çirkinliği ve hayâsızlığı emreder. Allah ise size kendi katından mağfiret ve bol nimet vadediyor. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=68
Bize bağışlanan malın, paranın hayır yolunda harcanması gerekliliği Kuranda çok sık bir şekilde vurgulanmakta. Aşağıda bu vurgulardan bir kısmını bir ihtar ve hatırlatma mahiyetinde anlayışınıza ve dikkatlerinize arz ediyorum. Aslında aşağıdaki her bir ayet hakkında bir yazı yazılsa yeridir. Zira her bir ayet kalbin en hassas noktasına o derece etkili bir şekilde dokunuyor ki Ancak bu harikulade sözlerin fani kelime ve cümlelerle örtülmesine gönlüm razı gelmiyor. Bu yüzden sözü mümkün olduğunca kısa kesmek istiyorum.
Ders alınması dileği ile sizi Kuranın eşsiz pırıltıları ile baş başa bırakıyorum.
Bakara - 219. Yine sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: ihtiyaçtan arta kalanı. Allah, size âyetleri böyle açıklıyor ki düşünesiniz.
Bakara - 254. Ey iman edenler! içinde ne bir alışveriş, ne dostluğun ne de bir şefaat imkânı bulunmayan bir gün gün gelmezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. Kafirler zulmedenlerin ta kendileridir.
Bakara - 261. Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
Bakara - 263.Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).
Bakara - 268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size, çirkinliği ve hayâsızlığı emreder. Allah ise size kendi katından mağfiret ve bol nimet vadediyor. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=68
Herhalde kendisini anlatmak için en uygun ifade Yürüyen Kurandır. Bu ifade size abartılı gelmişse Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tefsir Anabilim Dalı Hocası Prof. Dr. Mehmet Okuyan ile karşılaşmamışsınız demektir. ilk olarak Hilal TVde Ramazan ayında iftar programı sunarken denk geldim. Ondan sonra da ekrana çıktığında neredeyse kaçırmıyorum. Sanki Kuranı içinde yaşatıyor gibi bir izlenim veriyor size. istediği ayeti saniyeler içerisinde hemen bulabilmesi eğer sizin için ayırt edici bir özellik değilse adının önünde profesör yazan birçok ilahiyatçının sureleri bile o derece kolay bulamadığına şahit olmamışsınız demektir. Halka önderlik yapması gerektiği halde bir devlet memuru olmanın üstünde bir kendine bir vazife addetmekten çekinen, cemaati namaz vakitleri dışında görmeye tahammül gösteremeyen, ezbere bildiği Kuran sayfaları onu geçmeyen yüzlerce imamdan hiç bahsetmiyorum bile.
Kuran okumaya başladıktan sonra O'nu elimizden hiç düşürmesek en kötü ihtimal, en zayıf hafızalımız bile otuzlu yaşlarda Kitabın içindeki her şeyi, hangi kelimelerin nerede geçtiğini, nerelerde neden bahsedildiğini öğrenebiliriz sanırım. Ama nasıl oluyorsa 600 sayfalık bir Kitabı baştan sona bütün ömrümüz boyunca en fazla bir bilemediniz iki defa okuyoruz. Burada kastettiğim okumanın Türkçe meali olduğunu muhakkak anlamışsınızdır. Zira Arapçasını hatmetmekte üstümüze yok. Yani her gün 10 sayfa okusak ki bu bizim en fazla bir saatimizi alır iki ay gibi kısa bir zamanda baştan sona okumuş oluruz bu kitabı. Senede 6 defa okuyacağımız bir kitabın kıyısında köşesinde ne olduğunu öğrenmemiz için iki sene yetecektir aslında bize. Yani bu hesabım size siyasetçileri hatırlatmış olabilir ama varmak istediğim nokta şu: Bir Mehmet Okuyan olabilmek aslında çok zor değilken memlekette Mehmet Okuyan gibi kimselerin sayısının azlığı meselesi. Mehmet Okuyanı dinlerken Kuranın engin okyanusuna dalıp inci mercan topladığınız hissine kapıldığınız doğru. Ama aynı zamanda her seferinde ben neden onun gibi olamıyorum pişmanlığını da iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Popüler olmanın çekiciliğine kapıldığı, şöhretin etkisini insanlara yavaş yavaş hissettirdiği, hadislere olan mesafeli duruşu gibi durumlar sizi rahatsız edebilir. Ancak bütün bu ve bunun gibi kimi haklı kimi insafsızca yapılan bütün eleştiriler bize asıl mevzuyu unutturmamalı. Başucu kitabı kavramını sözlerde bırakmayıp buna hayat veren, avucunun içi gibi bu eseri bilen, her türlü kayboluşlarda bunu kendine fener yapabildiğini bizlere gösteren birisinin bize vermesi gereken şeyler, acımasızca eleştirilerin arasında kaybolup gitmemeli.
Ben kendi payıma Mehmet Okuyanı tanıdıktan ve onun dinledikten sonra şu hisseleri çıkardım:
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=67
Kuran okumaya başladıktan sonra O'nu elimizden hiç düşürmesek en kötü ihtimal, en zayıf hafızalımız bile otuzlu yaşlarda Kitabın içindeki her şeyi, hangi kelimelerin nerede geçtiğini, nerelerde neden bahsedildiğini öğrenebiliriz sanırım. Ama nasıl oluyorsa 600 sayfalık bir Kitabı baştan sona bütün ömrümüz boyunca en fazla bir bilemediniz iki defa okuyoruz. Burada kastettiğim okumanın Türkçe meali olduğunu muhakkak anlamışsınızdır. Zira Arapçasını hatmetmekte üstümüze yok. Yani her gün 10 sayfa okusak ki bu bizim en fazla bir saatimizi alır iki ay gibi kısa bir zamanda baştan sona okumuş oluruz bu kitabı. Senede 6 defa okuyacağımız bir kitabın kıyısında köşesinde ne olduğunu öğrenmemiz için iki sene yetecektir aslında bize. Yani bu hesabım size siyasetçileri hatırlatmış olabilir ama varmak istediğim nokta şu: Bir Mehmet Okuyan olabilmek aslında çok zor değilken memlekette Mehmet Okuyan gibi kimselerin sayısının azlığı meselesi. Mehmet Okuyanı dinlerken Kuranın engin okyanusuna dalıp inci mercan topladığınız hissine kapıldığınız doğru. Ama aynı zamanda her seferinde ben neden onun gibi olamıyorum pişmanlığını da iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Popüler olmanın çekiciliğine kapıldığı, şöhretin etkisini insanlara yavaş yavaş hissettirdiği, hadislere olan mesafeli duruşu gibi durumlar sizi rahatsız edebilir. Ancak bütün bu ve bunun gibi kimi haklı kimi insafsızca yapılan bütün eleştiriler bize asıl mevzuyu unutturmamalı. Başucu kitabı kavramını sözlerde bırakmayıp buna hayat veren, avucunun içi gibi bu eseri bilen, her türlü kayboluşlarda bunu kendine fener yapabildiğini bizlere gösteren birisinin bize vermesi gereken şeyler, acımasızca eleştirilerin arasında kaybolup gitmemeli.
Ben kendi payıma Mehmet Okuyanı tanıdıktan ve onun dinledikten sonra şu hisseleri çıkardım:
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=67
Antenleri yörüngeye ayarlayıp kanalları açık tuttuğunuzda ağınıza eninde sonunda bir balık mutlaka takılacaktır. Yeter ki her daim bir teyakkuz halinde bulunulsun. işte gafletten bir dem uzaklaşıp Rahmet-i Rabbaninin inayetiyle alıcı pozisyonunda olduğum bir vakit benim de ağlarıma öyle bir balık takıldı ki değerine paha biçilemez. Öyle ki uzun bir süre bunun sebep olduğu sevinç kalbimden kaybolmadı. Sürekli bu hazineleri alan kişilerin ne halde olduğunu bir nebze olsun anladığımı sanıyorum.
Ağıma takılan paha biçilmez şeyden bahsetmeden hemen önce son bir noktayı daha vurgulamak isterim. Sanırım çok az şey, bir camide güzel sesli ve uzun uzun okuyan bir imamın arkasında kılınan bir sabah namazı kadar hissiyatlarınızın daha hassas olmasına ve dolayısıyla radarınıza rahmet ve inayetin daha kolay takılmasına yardımcı olacaktır. Bu en verimli anın uykuda geçirilmesi, kendisine sunulan 86 karatlık kaşıkçı elmasını almak için elini uzatamayacak kadar tembel olan ve böylece bu büyük servetten mahrum kalan adamın hamakatından daha da büyük bir hamakatlıktır kanaatimce.
Al-i imran Suresi 159. Ayet.
işte o iki kapağın arasında keşfedilmeyi beklen yüzlerce hazineden sadece birisi bu ayet. Öyle bir servet ki karşılığında elmaslar verilse yeridir:
Allahın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allahtan bağışlama dile. iş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allaha tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.
Bu ayet ister mikro ister makro anlamda olsun biz Müslümanların en muzdarib olduğu, becerisizliklerimizle birçok şeyi berbat ettiğimiz bir alan olan yönetim ve idarecilik alanında bizlere yol göstermekte, külli ve kati kurallar vaz ederek idarenin en temel prensiplerini gayet açık ve bir o kadar net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Bu kurallar bir devlet başkanı için geçerli olduğu kadar bir şirket yöneticisi için de, bir takım kaptanı için de, bir baba için de geçerlidir.
Evvela yöneten kişi mutlak surette etbasına (veya işçisine, evladına, eşine vs.) karşı yumuşak davranmalı, kalbini kıracak üzecek, onurunu incitecek söz ve davranışlardan mutlak surette kaçınmalıdır. Çünkü idarede aslolan şefkattir. Baskı, hakaret, zorbalık yöneticilik değil tiranlıktır ve eninde sonunda bir açık bir patlak verecektir. Karşıdaki de bir insandır ve bir kişiliğe, bir ruha ve duygulara sahiptir. Bu manda hiçbir insan diğerinden farklı değildir. işte bu yaratılışa uygun olan ise ona yumuşak davranmak ve ona kendini değerli ve önemli hissetmesini sağlamaktır.
ilk madde genel anlamda yöneticinin yönetilene yaklaşım tarzını gösterirken ikinci madde bir hata ve kriz karşısında yapılması gerekeni göstermektedir. Aslında bu da ilk madde ile uyumludur. idaresi altındakiler yumuşak davranmayı kendisine prensip edinen bir yönetici bir hata karşısında öfke yolunu değil af yolunu seçecektir. istisnai durum ve kişilikler hariç, affetmek hep karşıdakinin kazanılması ile sonuçlanacak erdemli bir davranıştır. Kişi hatasını ancak affedildiğinde anlayacaktır. Suiistimal gibi durumlar dışta tutulduğunda bir daha bu hatayı tekrar etmemek, kendisini affedeni utandırmamak için sadece hata ettiği konuda değil topyekün bütün görev ve davranışlarında bir çeki düzene gidecek ve her zamankinden daha dikkatli ve titiz olacaktır.
Üçüncü kural istişare. insan aciz ve yetenekleri de sınırlı. Herşeyi bilmesinin imkansızlığını geçin tek bir alanda bile tam vukufiyet sahibi olduğun iddia edecek kimse çıkmaz bu dünyada. işte birbirine her bakımdan bağlı ve bağımlı insanoğlu daha iyiye ulaşabilmek için mutlaka birbirine danışmak zorunda. Bilimsel bir konuda uzmanlaşmaktan çok farklı bir alan olan yöneticilikte bu mecburiyet daha açık bir şekilde görülmektedir. idare ettiklerinin görüşleri çok zaman yönetici için değerli fırsatlar sunabilmektedir. En iyi yöneticilerin etrafında değil bir iki tane onlarca danışman olduğunu görürüz. Çünkü akıl akıldan üstündür ve başkasının aklını kullanmamak akılsızlıktır.
Son kaide ise yöneticinin bu danışmalarının neticesinde bir karar vermesi ve bu kararında sebat etmesidir. Kararlılık belki de çok az kişide bulunan bir vasıf. Bir çok değişkenin olduğu bir durumda istişare neticesinde yönetici son kararını verdikten sonra artık kararlılık göstermeli ve verdiği kararın sonucuna dair Allaha tevekkül etmelidir. Sürekli karar değiştirenler, bir karar üzere sebat edemeyenler etbası arasında bir güvensizliğin vücut bulmasına sebebiyet vermiş ve bu da beraberinde huzursuzluk ve kaosun oluşmasına yol açmıştır. irade sahibi yöneticiler ince eleyip sık dokuduktan sonra kararlarını alırlar ve her değişen akıntı karşısında rotalarını şaşırmazlar. Gerektiğinde gerektiği kadar esnek olabilmek bu kararlı duruşun zıttı değildir asla. Elastikiyet aslında verilen kararın neticesinin daha iyi sonuçlanabilmesi için alınan tedbirlerdir.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=66
Ağıma takılan paha biçilmez şeyden bahsetmeden hemen önce son bir noktayı daha vurgulamak isterim. Sanırım çok az şey, bir camide güzel sesli ve uzun uzun okuyan bir imamın arkasında kılınan bir sabah namazı kadar hissiyatlarınızın daha hassas olmasına ve dolayısıyla radarınıza rahmet ve inayetin daha kolay takılmasına yardımcı olacaktır. Bu en verimli anın uykuda geçirilmesi, kendisine sunulan 86 karatlık kaşıkçı elmasını almak için elini uzatamayacak kadar tembel olan ve böylece bu büyük servetten mahrum kalan adamın hamakatından daha da büyük bir hamakatlıktır kanaatimce.
Al-i imran Suresi 159. Ayet.
işte o iki kapağın arasında keşfedilmeyi beklen yüzlerce hazineden sadece birisi bu ayet. Öyle bir servet ki karşılığında elmaslar verilse yeridir:
Allahın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allahtan bağışlama dile. iş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allaha tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.
Bu ayet ister mikro ister makro anlamda olsun biz Müslümanların en muzdarib olduğu, becerisizliklerimizle birçok şeyi berbat ettiğimiz bir alan olan yönetim ve idarecilik alanında bizlere yol göstermekte, külli ve kati kurallar vaz ederek idarenin en temel prensiplerini gayet açık ve bir o kadar net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Bu kurallar bir devlet başkanı için geçerli olduğu kadar bir şirket yöneticisi için de, bir takım kaptanı için de, bir baba için de geçerlidir.
Evvela yöneten kişi mutlak surette etbasına (veya işçisine, evladına, eşine vs.) karşı yumuşak davranmalı, kalbini kıracak üzecek, onurunu incitecek söz ve davranışlardan mutlak surette kaçınmalıdır. Çünkü idarede aslolan şefkattir. Baskı, hakaret, zorbalık yöneticilik değil tiranlıktır ve eninde sonunda bir açık bir patlak verecektir. Karşıdaki de bir insandır ve bir kişiliğe, bir ruha ve duygulara sahiptir. Bu manda hiçbir insan diğerinden farklı değildir. işte bu yaratılışa uygun olan ise ona yumuşak davranmak ve ona kendini değerli ve önemli hissetmesini sağlamaktır.
ilk madde genel anlamda yöneticinin yönetilene yaklaşım tarzını gösterirken ikinci madde bir hata ve kriz karşısında yapılması gerekeni göstermektedir. Aslında bu da ilk madde ile uyumludur. idaresi altındakiler yumuşak davranmayı kendisine prensip edinen bir yönetici bir hata karşısında öfke yolunu değil af yolunu seçecektir. istisnai durum ve kişilikler hariç, affetmek hep karşıdakinin kazanılması ile sonuçlanacak erdemli bir davranıştır. Kişi hatasını ancak affedildiğinde anlayacaktır. Suiistimal gibi durumlar dışta tutulduğunda bir daha bu hatayı tekrar etmemek, kendisini affedeni utandırmamak için sadece hata ettiği konuda değil topyekün bütün görev ve davranışlarında bir çeki düzene gidecek ve her zamankinden daha dikkatli ve titiz olacaktır.
Üçüncü kural istişare. insan aciz ve yetenekleri de sınırlı. Herşeyi bilmesinin imkansızlığını geçin tek bir alanda bile tam vukufiyet sahibi olduğun iddia edecek kimse çıkmaz bu dünyada. işte birbirine her bakımdan bağlı ve bağımlı insanoğlu daha iyiye ulaşabilmek için mutlaka birbirine danışmak zorunda. Bilimsel bir konuda uzmanlaşmaktan çok farklı bir alan olan yöneticilikte bu mecburiyet daha açık bir şekilde görülmektedir. idare ettiklerinin görüşleri çok zaman yönetici için değerli fırsatlar sunabilmektedir. En iyi yöneticilerin etrafında değil bir iki tane onlarca danışman olduğunu görürüz. Çünkü akıl akıldan üstündür ve başkasının aklını kullanmamak akılsızlıktır.
Son kaide ise yöneticinin bu danışmalarının neticesinde bir karar vermesi ve bu kararında sebat etmesidir. Kararlılık belki de çok az kişide bulunan bir vasıf. Bir çok değişkenin olduğu bir durumda istişare neticesinde yönetici son kararını verdikten sonra artık kararlılık göstermeli ve verdiği kararın sonucuna dair Allaha tevekkül etmelidir. Sürekli karar değiştirenler, bir karar üzere sebat edemeyenler etbası arasında bir güvensizliğin vücut bulmasına sebebiyet vermiş ve bu da beraberinde huzursuzluk ve kaosun oluşmasına yol açmıştır. irade sahibi yöneticiler ince eleyip sık dokuduktan sonra kararlarını alırlar ve her değişen akıntı karşısında rotalarını şaşırmazlar. Gerektiğinde gerektiği kadar esnek olabilmek bu kararlı duruşun zıttı değildir asla. Elastikiyet aslında verilen kararın neticesinin daha iyi sonuçlanabilmesi için alınan tedbirlerdir.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=66
Peygamberimizin Allahın kullara en büyük rahmetlerinden biri olmasının muhtelif sebepleri var. Peygambere bakarak, Ona kulak vererek Allahın ne istediğini nasıl bir hayat yaşamamız gerektiğini görebilir, öğrenebilir ve böylece bunları hayatımızda tatbik ederek maksadı gerçekleştirebilir, hedefe, rızaya ulaşabiliriz. Peygamberliğin mührü olması hasebiyle hem bütün ömrünün hem de hususiyetle 23 senelik nübüvvet döneminin; bu alemin kıyameti kopana veyahut imtihan zamanı sona erip meydan kapatılana kadar bütün insanlığa her türlü durumlar için çözüm, öneri, model, anahtar barındıran, ahirete irtihalinden sonraki bütün zamanların üzerine en uygun bir şekilde oturtulabileceği, yerleştirilebileceği bir nevi mikro şablon veya kalıp olması aslında her daim şükretmemiz için yeterli olabilecek bir rahmet olduğu ne kadar açıktır. Bu bedahet o dönem sadece okunup geçildiğinde çok net görünmeyebilir. Ancak gerek ferdi gerek içtimai bir sorunla karşılaşıp o kutsi dönemin kapısını her çaldığımızda hiç elimiz boş dönmememiz, Rahmanın kullarına olan sınırsız rahmetini bir kez daha bütün açıklığı ile mucizevi bir şekilde bize göstermektedir. Bu hem Allahın Rahman isminin kulları üzerindeki sınırsız tecellisinin hem de Peygamberimizin öldükten sonra bile göstermeye devam ettiği mucizesinin çok parlak bir örneğidir.
Ne zaman bir çıkmaza girsem Peygamberimizin hayatına şöyle bir zihinsel yolculuğa çıkarım. Bu arada bir antrparantez olarak belirtmeliyim ki, bu zihinsel yolculukların canlı ve zinde olabilmesi o dönemin sürekli akılda tutulması ile o dönemi kendisinden ders çıkarabilecek tafsilatta akılda tutabilmek de o dönemi sürekli okumak ile mümkündür. Bu sebeple Peygamberin Hayatı, Kuran-ı Kerim ile birlikte hep elimizin altında bulunması gereken bir kaynak olmalıdır. Malum, nerde bir insan hakkı ihlali, işkence, savaş, katliam varsa mağdurlarının Müslüman olma ihtimali yüzde yüze yakındır. Suriye, Gazze, Mısır, Arakan, Pakistan, Afganistan.. nereye dönerseniz dönün dert çekenlerin hep Müslümanlar olduğunu görürsünüz. Özellikle Suriye ve Mısır üzerinden Peygamberin dönemine başvurup bir çıkış anahtarı arıyordum nice zamandır. Bugün bir ışık lütfetti Allah.
Şöyle bir altüst ederken o dönemi zihnimde, Hicret olgusuna takıldı aklım birden. Peygamberimiz 13 sene boyunca yeni bir dini puta tapan insanlara anlatmak için uğraşmış. Bu davet, insanın Allahı tanıması ve Ona iman etmesi dolayısıyla toplumun yeniden inşası ekseni üzerine kurulmuş, bireysel olarak müminleştirilen insandan toplum seviyesinde bir iman ve ahlak yapısı oluşturulmaya çalışılmıştır. Tek tek bireylere davette bulunan Peygamberimizin getirdiği bu yeni dinin mensuplarının sayısı arttıkça, kurulu düzenin tehlike algısı da kırmızıya doğru ilerlemiştir. Tehlike algısı arttıkça baskılar da doğru orantılı olarak artmıştır. Kendilerine yapılan tüm baskılar karşısında sabır ve metanetlerini hiç kaybetmeyen bu yeni toplumun üzerindeki baskı fıtri yapıyı zorlayarak tahammül edilmez bir hale gelerek bireyleri karşılık vermeye zorlamıştır. işte bu tahammül edilmez aşamada Peygamberimiz ilahi desteğin direktifleri doğrultusunda artık o diyarlardan çıkılması gerektiğini görmüş ve bu yeni dini baskı ve şiddete maruz kalmadan yaşayabilecekleri bir mekan arayışlarına girmiştir. Ticaret amacıyla Mekkeye gelen değişik kavimlerle görüşmüş ve en nihayetinde Medine halkı ile anlaşarak ayrılığın temellerini 1 ve 2. Akabe Biatları ile atarak Medineye hicrette karar kılınmıştır.
işte bu hicret, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmanın çok kıymetli bir ilacını bizlere sağlıyor. Eğer dininizi yaşamanız hayatlarınızı tehlikeye sokuyorsa ve o düzeni değiştirmeye yetecek gücünüz yoksa gücünüzü toplayıncaya kadar memleketinizi terk etmeli, dininizi emin bir şekilde yaşayabileceğiniz, hayatınızın güvende olabileceği başka yerlere göç etmelisiniz. Peygamber nasıl Medinede uğraşmış, mücadele etmişse sizler de orada da boş durmamalı, dininizi en güzel bir şekilde yaşamaya çalışırken vatanınızı kurtarmak için çalışmalısınız. Umulur ki Allah bir fetih nasip eder. Ancak eğer bu dünyada bir fetih verilmezse diğer dünyada mükafat kat kat verilecektir. Zümer suresinin 10. ayeti bize bu ilkeyi çok açık bir biçimde öğretmektedir: (Resulüm!) Söyle: Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın (yarattığı) yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir. Allah bu ayet ile bizlere; her daim iyilik yapmamızı, muhsin olmamız engellendiğinde geniş olan Allahın arzından bir yer seçerek iyi kulluğumuzu devam ettirmemizi, yerini yurdunu terk etmenin çok büyük sıkıntı ve zorluğuna rağmen sırf Allah rızası için sabretmemiz gerektiğini bunun karşılığında da Allahın ya bu dünyada fethi nasip edeceğini veya erteleyerek diğer dünyada bizleri mükafatlandıracağını talim etmektedir.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=65
Ne zaman bir çıkmaza girsem Peygamberimizin hayatına şöyle bir zihinsel yolculuğa çıkarım. Bu arada bir antrparantez olarak belirtmeliyim ki, bu zihinsel yolculukların canlı ve zinde olabilmesi o dönemin sürekli akılda tutulması ile o dönemi kendisinden ders çıkarabilecek tafsilatta akılda tutabilmek de o dönemi sürekli okumak ile mümkündür. Bu sebeple Peygamberin Hayatı, Kuran-ı Kerim ile birlikte hep elimizin altında bulunması gereken bir kaynak olmalıdır. Malum, nerde bir insan hakkı ihlali, işkence, savaş, katliam varsa mağdurlarının Müslüman olma ihtimali yüzde yüze yakındır. Suriye, Gazze, Mısır, Arakan, Pakistan, Afganistan.. nereye dönerseniz dönün dert çekenlerin hep Müslümanlar olduğunu görürsünüz. Özellikle Suriye ve Mısır üzerinden Peygamberin dönemine başvurup bir çıkış anahtarı arıyordum nice zamandır. Bugün bir ışık lütfetti Allah.
Şöyle bir altüst ederken o dönemi zihnimde, Hicret olgusuna takıldı aklım birden. Peygamberimiz 13 sene boyunca yeni bir dini puta tapan insanlara anlatmak için uğraşmış. Bu davet, insanın Allahı tanıması ve Ona iman etmesi dolayısıyla toplumun yeniden inşası ekseni üzerine kurulmuş, bireysel olarak müminleştirilen insandan toplum seviyesinde bir iman ve ahlak yapısı oluşturulmaya çalışılmıştır. Tek tek bireylere davette bulunan Peygamberimizin getirdiği bu yeni dinin mensuplarının sayısı arttıkça, kurulu düzenin tehlike algısı da kırmızıya doğru ilerlemiştir. Tehlike algısı arttıkça baskılar da doğru orantılı olarak artmıştır. Kendilerine yapılan tüm baskılar karşısında sabır ve metanetlerini hiç kaybetmeyen bu yeni toplumun üzerindeki baskı fıtri yapıyı zorlayarak tahammül edilmez bir hale gelerek bireyleri karşılık vermeye zorlamıştır. işte bu tahammül edilmez aşamada Peygamberimiz ilahi desteğin direktifleri doğrultusunda artık o diyarlardan çıkılması gerektiğini görmüş ve bu yeni dini baskı ve şiddete maruz kalmadan yaşayabilecekleri bir mekan arayışlarına girmiştir. Ticaret amacıyla Mekkeye gelen değişik kavimlerle görüşmüş ve en nihayetinde Medine halkı ile anlaşarak ayrılığın temellerini 1 ve 2. Akabe Biatları ile atarak Medineye hicrette karar kılınmıştır.
işte bu hicret, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmanın çok kıymetli bir ilacını bizlere sağlıyor. Eğer dininizi yaşamanız hayatlarınızı tehlikeye sokuyorsa ve o düzeni değiştirmeye yetecek gücünüz yoksa gücünüzü toplayıncaya kadar memleketinizi terk etmeli, dininizi emin bir şekilde yaşayabileceğiniz, hayatınızın güvende olabileceği başka yerlere göç etmelisiniz. Peygamber nasıl Medinede uğraşmış, mücadele etmişse sizler de orada da boş durmamalı, dininizi en güzel bir şekilde yaşamaya çalışırken vatanınızı kurtarmak için çalışmalısınız. Umulur ki Allah bir fetih nasip eder. Ancak eğer bu dünyada bir fetih verilmezse diğer dünyada mükafat kat kat verilecektir. Zümer suresinin 10. ayeti bize bu ilkeyi çok açık bir biçimde öğretmektedir: (Resulüm!) Söyle: Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın (yarattığı) yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir. Allah bu ayet ile bizlere; her daim iyilik yapmamızı, muhsin olmamız engellendiğinde geniş olan Allahın arzından bir yer seçerek iyi kulluğumuzu devam ettirmemizi, yerini yurdunu terk etmenin çok büyük sıkıntı ve zorluğuna rağmen sırf Allah rızası için sabretmemiz gerektiğini bunun karşılığında da Allahın ya bu dünyada fethi nasip edeceğini veya erteleyerek diğer dünyada bizleri mükafatlandıracağını talim etmektedir.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=65
Bir hâl ilmi olan tasavvufta her şeye yaşanılarak ulaşıldığı için elde edilen bilgileri, kat edilen yolları, zuhur eden halleri, varılan makamları tasvir etmek için kullanılan ifadeler ve tanımlar çoğu zaman düğümü açmaktan ziyade daha da köreltmiş ve herkes tarafından anlaşılması mümkün olmayan bir ıstılahlar mecmuasının oluşmasına yol açmıştır. Ayrıca yaşanan durumların şahsi olması ve herkes için genel geçer bir kalıbın olmaması hem bu mecmuanın sürekli genişlemesine hem de aynı terimlere farklı manalar verilmesine sebebiyet vermiştir. Bundan bir kavram kargaşası olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Ancak terimlerin keskin bir tanımının yapılmasının zor olduğu da bilinen bir gerçektir. Açıklamasını yapacağımız bu üç terim için de aynı zorluklar geçerlidir.
Tasavvufta bilgiye yani hakikate, Marifetullah'a ulaşma yolu olan keşf, genelde Muhâdara, Mükâşefe ve Müşâhede şeklinde bir üçlü mertebe/aşama yoluyla izah edilir. Tasavvuf ıstılahında bu üçlü aşamadan ilk önce imam-ı Kuşeyri (ö.465) Risalesinde bahsetmiştir. Kuşeyrîye göre, sûfîye açılan perdeler neticesinde sırasıyla muhâdara, mükâşefe ve müşâhede halleri ortaya çıkar. Muhâdara akla, mükâşefe ilme, müşâhede marifete dayanır. Mükâşefe muhâdaradan, müşâhede ise mükâşefeden üstündür. ilmel-yakîn, aynel-yakîn ve hakkal-yakîn şeklindeki sıralamada muhâdara ilmel-yakîn, mükâşefe aynel-yakîn, müşâhede ise hakkal-yakîn ile örtüşür. Aynı sınıflandırmayı Avarifü'l-Ma'arifte de görmemiz mümkün. Ayrıca keşf, kalbe gelen bilgi anlamındaki ilham ile birlikte "keşf ve ilham" şeklinde kullanıldığı gibi, keşfin en ileri boyutu olan müşâhede ile birlikte "keşf ve müşâhede" şeklinde de kullanılmaktadır. Zaman zaman keşfi ifâde için ilham teriminin de kullanıldığı ve bununla hem keşfin hem de o sırada meydana gelen bilginin birlikte kastedildiği anlaşılmaktadır.
Hakikatin bilgisine ulaşma yolundaki sâlik için ilk mertebe Muhâdaradır. Muhâdara, hazır olma, huzurda bulunma demektir. Bu başlangıç hâli olup ilim ehlinin mertebesidir. ilme'l-yakîn de denilen bu mertebe tefekkür, istidlal (mantıksal çıkarımlar) ve kesb ile gerçekleşir. Hakikate ulaşma yolundaki sâlik karşısında değişik engeller bulur. Allahın inayeti ve sâlikin azmi ile sülûk ilerledikçe bu hicaplar tek tek kalkar. işte bu ilk aşamada sâlik talim ettiği bilgiler neticesinde hakikatin lezzetini yavaş yavaş kalbinde duymaya başlar. Ancak bu duyuş, eldeki ilmin yani delillerin, akli çıkarsamaların ve zihinsel faaliyetlerin sonucu gerçekleşir.
Sülûkunu devam ettiren sâlikin kalbinin üzerindeki perdeler kalktıkça hakikatin zevklerini daha bir içten duymaya başlar. Artık sâlik Mükâşefe mertebesine geçmiştir. Kapalı, örtük olan bir şeyi açık duruma getirmek, iki şey arasında perdenin kalkması ve bu iki şeyin birbirine karşı açığa çıkması gibi anlamlara gelen Mükâşefe, hem perde arkasında ve aklın ötesinde olan bazı şeyleri bilme hem de Allahın tecellilerini temaşa etme anlamında kullanılmaktadır. "Kalb" veya "sır" gözünün açılmasıyla gayb âleminin görüldüğü bu mertebede delîl, akıl ve duyu organlarına ihtiyaç duyulmaz. Ayne'l-yakîn mertebesi de denilen bu mertebe ve sonrası tamamen Allah'ın lütfuyla (vehbî) gerçekleşmektedir. Artık hicabın ötesindeki umur-u gaybiyeye ait bilgilere ulaşma başlamıştır. Bu noktadan sonra kesbe ve zahiri bilgiye ihtiyaç yoktur. Onun yerine Allahın lütfu ile ledünnî ilmin hazineleri sâlik için bir bir açılmaya başlamıştır. Bu aşamada sabır ve sebat ile devam ettirdiği mücahedesinin bir karşılığı olarak sâlikin ruhunda ilahi hakikatin sırları zuhur eder ve sâlik esma ve sıfat hakikatlerini bütün benliği ile duyar, sezer ve bilir.
Son aşama ise Müşâhededir. Bir şeyi temaşa etme ve gözleme manalarına gelen Müşâhede tasavvufta Allahın zuhur ve tecellilerini görmeyi, seyir ve temaşa etmeyi ifade eder. Müşâhede hiç bir şüphe kalmadan Hakkın kalpte huzurudur. Cüneyd-i Bağdadînin (ö.298) deyimiyle kişinin kendini kaybederek Hakkı bulmasıdır. Yüksek bir mazhariyet olan müşâhede, basiretin müşâhedesidir, basarın değil; zira basarla görülüp hissedilen şey Hak nurunun gölgesi, eseri ve tecellisidir. Basiretle müşâhede edilene gelince o, Hak nurunun hakikati ve keyfiyetsiz, kemiyetsiz bir şekilde kalben Hakkı temaşasıdır. Bu mertebede Allah, sıfatları, fiilleri ve melekutunun sırları hakkında en mükemmel bilgiye, marifete ulaşılır. Müşâhede, fena cezbe ve vecd gibi tasavvufi haller içinde gerçekleşir. Sâlik nefsinden fani olup Hakkta baki olması nisbetinde bu hali yaşar. Üstad Kuşeyriye göre bu makamı Amr b. Osman el-Mekkî (ö.297) çok güzel açıklamıştır. Öyle ki, onun üzerine söz söyleyecek kimse yoktur. Bu konuda söylediği sözün mânası şudur: Müşâhede, arada bir perdelenme ve kesilme olmaksızın tecelli nurlarının peş peşe gelmesidir. Bu durum bir şimşeğin hiç ara vermeden sürekli çakması gibidir. Nasıl bir şimşeğin sürekli çakmasıyla gece, gündüz gibi aydınlık olursa, aynı şekilde kalp de sürekli ilahi tecelliye mazhar olunca gecesi olmayan gündüz gibi hep aydınlık olur
imam-ı Gazzali (ö.505) mükâşefenin müşâhededen daha üstün olduğunu söyler. Gazzali gibi Muhyiddin ibnü'l-Arabi (ö.638) de mükâşefenin müşâhededen daha mükemmel olduğunu, müşâhede ile mahiyetin, mükâşefe ile ilahi hakikatlerin temsili manalarının idrak edilebileceğini söyler. Müşâhede bilgiye ulaştıran yol, keşf bu yolun son noktasıdır. Müşâhede Zat-ı Ulûhiyet hakkında, hususi manasıyla Ona ait teveccühe esasa sayılabilecek bir yöneliş; mükâşefe ise ilahi isim ve sıfatları duyup hissetme ve yaşayıp zevk etme halidir.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=64
Tasavvufta bilgiye yani hakikate, Marifetullah'a ulaşma yolu olan keşf, genelde Muhâdara, Mükâşefe ve Müşâhede şeklinde bir üçlü mertebe/aşama yoluyla izah edilir. Tasavvuf ıstılahında bu üçlü aşamadan ilk önce imam-ı Kuşeyri (ö.465) Risalesinde bahsetmiştir. Kuşeyrîye göre, sûfîye açılan perdeler neticesinde sırasıyla muhâdara, mükâşefe ve müşâhede halleri ortaya çıkar. Muhâdara akla, mükâşefe ilme, müşâhede marifete dayanır. Mükâşefe muhâdaradan, müşâhede ise mükâşefeden üstündür. ilmel-yakîn, aynel-yakîn ve hakkal-yakîn şeklindeki sıralamada muhâdara ilmel-yakîn, mükâşefe aynel-yakîn, müşâhede ise hakkal-yakîn ile örtüşür. Aynı sınıflandırmayı Avarifü'l-Ma'arifte de görmemiz mümkün. Ayrıca keşf, kalbe gelen bilgi anlamındaki ilham ile birlikte "keşf ve ilham" şeklinde kullanıldığı gibi, keşfin en ileri boyutu olan müşâhede ile birlikte "keşf ve müşâhede" şeklinde de kullanılmaktadır. Zaman zaman keşfi ifâde için ilham teriminin de kullanıldığı ve bununla hem keşfin hem de o sırada meydana gelen bilginin birlikte kastedildiği anlaşılmaktadır.
Hakikatin bilgisine ulaşma yolundaki sâlik için ilk mertebe Muhâdaradır. Muhâdara, hazır olma, huzurda bulunma demektir. Bu başlangıç hâli olup ilim ehlinin mertebesidir. ilme'l-yakîn de denilen bu mertebe tefekkür, istidlal (mantıksal çıkarımlar) ve kesb ile gerçekleşir. Hakikate ulaşma yolundaki sâlik karşısında değişik engeller bulur. Allahın inayeti ve sâlikin azmi ile sülûk ilerledikçe bu hicaplar tek tek kalkar. işte bu ilk aşamada sâlik talim ettiği bilgiler neticesinde hakikatin lezzetini yavaş yavaş kalbinde duymaya başlar. Ancak bu duyuş, eldeki ilmin yani delillerin, akli çıkarsamaların ve zihinsel faaliyetlerin sonucu gerçekleşir.
Sülûkunu devam ettiren sâlikin kalbinin üzerindeki perdeler kalktıkça hakikatin zevklerini daha bir içten duymaya başlar. Artık sâlik Mükâşefe mertebesine geçmiştir. Kapalı, örtük olan bir şeyi açık duruma getirmek, iki şey arasında perdenin kalkması ve bu iki şeyin birbirine karşı açığa çıkması gibi anlamlara gelen Mükâşefe, hem perde arkasında ve aklın ötesinde olan bazı şeyleri bilme hem de Allahın tecellilerini temaşa etme anlamında kullanılmaktadır. "Kalb" veya "sır" gözünün açılmasıyla gayb âleminin görüldüğü bu mertebede delîl, akıl ve duyu organlarına ihtiyaç duyulmaz. Ayne'l-yakîn mertebesi de denilen bu mertebe ve sonrası tamamen Allah'ın lütfuyla (vehbî) gerçekleşmektedir. Artık hicabın ötesindeki umur-u gaybiyeye ait bilgilere ulaşma başlamıştır. Bu noktadan sonra kesbe ve zahiri bilgiye ihtiyaç yoktur. Onun yerine Allahın lütfu ile ledünnî ilmin hazineleri sâlik için bir bir açılmaya başlamıştır. Bu aşamada sabır ve sebat ile devam ettirdiği mücahedesinin bir karşılığı olarak sâlikin ruhunda ilahi hakikatin sırları zuhur eder ve sâlik esma ve sıfat hakikatlerini bütün benliği ile duyar, sezer ve bilir.
Son aşama ise Müşâhededir. Bir şeyi temaşa etme ve gözleme manalarına gelen Müşâhede tasavvufta Allahın zuhur ve tecellilerini görmeyi, seyir ve temaşa etmeyi ifade eder. Müşâhede hiç bir şüphe kalmadan Hakkın kalpte huzurudur. Cüneyd-i Bağdadînin (ö.298) deyimiyle kişinin kendini kaybederek Hakkı bulmasıdır. Yüksek bir mazhariyet olan müşâhede, basiretin müşâhedesidir, basarın değil; zira basarla görülüp hissedilen şey Hak nurunun gölgesi, eseri ve tecellisidir. Basiretle müşâhede edilene gelince o, Hak nurunun hakikati ve keyfiyetsiz, kemiyetsiz bir şekilde kalben Hakkı temaşasıdır. Bu mertebede Allah, sıfatları, fiilleri ve melekutunun sırları hakkında en mükemmel bilgiye, marifete ulaşılır. Müşâhede, fena cezbe ve vecd gibi tasavvufi haller içinde gerçekleşir. Sâlik nefsinden fani olup Hakkta baki olması nisbetinde bu hali yaşar. Üstad Kuşeyriye göre bu makamı Amr b. Osman el-Mekkî (ö.297) çok güzel açıklamıştır. Öyle ki, onun üzerine söz söyleyecek kimse yoktur. Bu konuda söylediği sözün mânası şudur: Müşâhede, arada bir perdelenme ve kesilme olmaksızın tecelli nurlarının peş peşe gelmesidir. Bu durum bir şimşeğin hiç ara vermeden sürekli çakması gibidir. Nasıl bir şimşeğin sürekli çakmasıyla gece, gündüz gibi aydınlık olursa, aynı şekilde kalp de sürekli ilahi tecelliye mazhar olunca gecesi olmayan gündüz gibi hep aydınlık olur
imam-ı Gazzali (ö.505) mükâşefenin müşâhededen daha üstün olduğunu söyler. Gazzali gibi Muhyiddin ibnü'l-Arabi (ö.638) de mükâşefenin müşâhededen daha mükemmel olduğunu, müşâhede ile mahiyetin, mükâşefe ile ilahi hakikatlerin temsili manalarının idrak edilebileceğini söyler. Müşâhede bilgiye ulaştıran yol, keşf bu yolun son noktasıdır. Müşâhede Zat-ı Ulûhiyet hakkında, hususi manasıyla Ona ait teveccühe esasa sayılabilecek bir yöneliş; mükâşefe ise ilahi isim ve sıfatları duyup hissetme ve yaşayıp zevk etme halidir.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=64
klişe bir söz vardır: bugünü iyi anlayabilmek için geçmişe bakmak gerek. elhak doğrudur. yoğun bir memleket gündemi içinde okuduğum ahmet yaşar ocak hocanın osmanlı toplumunda zındıklar ve mülhidler kitabı, ülkenin içinde bulunduğu mevcut krizin altında yatan nedenleri daha iyi anlayabilmemiz için önemli bilgiler sağlıyor bizlere. hocanın ifadeleri ile kitap 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar uzanmakla beraber, esas olarak 16. yüzyılda yoğunlaşan ve dini bir söylemle ortaya çıkan bir dizi bir diz bireysel ve toplumsal hareketi ele almaktadır. burada ilgi çekici olan nokta, temelde dini saiklerle ortaya çıkan söz konusu hareketlerin her zaman siyasi bir içerik barındırarak kurulu düzene kimi zaman açık kimi zaman kapalı bir başkaldırı niteliği taşımasıdır. bu bağlamda çok tartışmalı şeyh bedreddin meselesi ve bayramiyye melamiliği kitapta en fazla yer işgal eden konular.
osmanlı devleti tarafından zındık veya mülhid olarak adlandırılıp kimisi idam edilen kimisi de yoğun bir takibata maruz bırakılan kişi ve hareketlerin nerdeyse tamamının ibn-i arabi vahdet-i vücudçuluğu ve hurufilikten beslenmiş en azından ilham almış oldukları kitapta sürekli bir şekilde vurgulanmakta. çok basit ifadelerle allahtan başka varlık kabul etmeyen ve âlemi allahın isim ve sıfatlarının tecellisi olarak gören vahdet-i vücud anlayışı bu tür akımlarda hep aşırı bir yorum almış ve allah ve âlemi bir gören vahdet-i mevcudçuluğa yani diğer bir ismi ile panteizme kaymıştır. ibn-i arabinin tasavvuf anlayışında veyahut felsefesinde kutb kavramı önemli bir yer teşkil etmektedir. ibn-i arabinin kendisinde hikmet ve esmâ tecellîsinin izlerinin zâhir olduğu ve cemâl ve celâl isimlerinin tecellîsiyle münfail ve müteessir olan kimse olarak tanımladığı kutb, ahmed avni konuka göre: âlemde tasarrufât-ı ilâhiyye, halîfetullâh fil-arz olan kutub vâsıtasıyladır. onun mahall-i nazarı, ancak hak sübhânehû hazretleridir. ve bilcümle füyûzât-ı ilâhiyye, âleme onun vâsıtasıyla nâzil olur. işte gerek şeyh bedreddin gerekse bayrami melametiliğin önderleri kendilerini alem-i ilahinin tasarruf vesilesi ve hakkın halifesi yani kutb olarak görmüşlerdir. böylece dini hususlarda tek söz sahibi olduklarını, ettikleri her kelamın ilahi boyutlu olduğunu, kendilerindeki her hal ve hareketin ilahi emir ve feyizler neticesinde vuku bulduğunu etbalarına kabul ettirmişlerdir.
olayın ikinci boyutu hurufilik meselesi. yine kitaptaki ifadelerle 1394te idam edilen fazlullah-ı esterabadinin, geniş çapta eski iran dinlerinin kalıntılarını, hrıstiyanlık, kabbalizm ve neoplatonizme ait inanç ve anlayışları islami bir cila altında yorumlayarak iranda kurduğu bir mezhep hatta bir din olan hurufilikte temel inanç fazlullahın allahın mazharı olduğu, yani allahın fazlullahın bedeninde görüntülendiği ve kıyamet gününe yakın, müslümanları, hristiyanları ve musevileri kurtaracak mehdi olduğu şeklinde ifade edilebilir. bahse konu hareketlerin/tarikatların liderleri, kendilerine gayb aleminin sultanı olma yetkisi veren kutb payesine ilaveten hurufiliğin etkisi ile artık mevcut düzende de tek söz sahibi olabilmelerine yol açan mehdilik anlayışını benimsemiş ve hep bu saiklerin etkisi ile kurulu düzene başkaldırmışlar veya gizliden gizliye faaliyetlerde bulunmuşlardır. ibn-i arabi tasavvuf felsefesinde kutb siyasi yönü olmayan tamamen manevi boyutlu bir kavramdır görüldüğü üzere bu kavramı siyasi boyutlu yapmak mehdilik anlayışını işin içine katmakla mümkün olmuştur.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=63
osmanlı devleti tarafından zındık veya mülhid olarak adlandırılıp kimisi idam edilen kimisi de yoğun bir takibata maruz bırakılan kişi ve hareketlerin nerdeyse tamamının ibn-i arabi vahdet-i vücudçuluğu ve hurufilikten beslenmiş en azından ilham almış oldukları kitapta sürekli bir şekilde vurgulanmakta. çok basit ifadelerle allahtan başka varlık kabul etmeyen ve âlemi allahın isim ve sıfatlarının tecellisi olarak gören vahdet-i vücud anlayışı bu tür akımlarda hep aşırı bir yorum almış ve allah ve âlemi bir gören vahdet-i mevcudçuluğa yani diğer bir ismi ile panteizme kaymıştır. ibn-i arabinin tasavvuf anlayışında veyahut felsefesinde kutb kavramı önemli bir yer teşkil etmektedir. ibn-i arabinin kendisinde hikmet ve esmâ tecellîsinin izlerinin zâhir olduğu ve cemâl ve celâl isimlerinin tecellîsiyle münfail ve müteessir olan kimse olarak tanımladığı kutb, ahmed avni konuka göre: âlemde tasarrufât-ı ilâhiyye, halîfetullâh fil-arz olan kutub vâsıtasıyladır. onun mahall-i nazarı, ancak hak sübhânehû hazretleridir. ve bilcümle füyûzât-ı ilâhiyye, âleme onun vâsıtasıyla nâzil olur. işte gerek şeyh bedreddin gerekse bayrami melametiliğin önderleri kendilerini alem-i ilahinin tasarruf vesilesi ve hakkın halifesi yani kutb olarak görmüşlerdir. böylece dini hususlarda tek söz sahibi olduklarını, ettikleri her kelamın ilahi boyutlu olduğunu, kendilerindeki her hal ve hareketin ilahi emir ve feyizler neticesinde vuku bulduğunu etbalarına kabul ettirmişlerdir.
olayın ikinci boyutu hurufilik meselesi. yine kitaptaki ifadelerle 1394te idam edilen fazlullah-ı esterabadinin, geniş çapta eski iran dinlerinin kalıntılarını, hrıstiyanlık, kabbalizm ve neoplatonizme ait inanç ve anlayışları islami bir cila altında yorumlayarak iranda kurduğu bir mezhep hatta bir din olan hurufilikte temel inanç fazlullahın allahın mazharı olduğu, yani allahın fazlullahın bedeninde görüntülendiği ve kıyamet gününe yakın, müslümanları, hristiyanları ve musevileri kurtaracak mehdi olduğu şeklinde ifade edilebilir. bahse konu hareketlerin/tarikatların liderleri, kendilerine gayb aleminin sultanı olma yetkisi veren kutb payesine ilaveten hurufiliğin etkisi ile artık mevcut düzende de tek söz sahibi olabilmelerine yol açan mehdilik anlayışını benimsemiş ve hep bu saiklerin etkisi ile kurulu düzene başkaldırmışlar veya gizliden gizliye faaliyetlerde bulunmuşlardır. ibn-i arabi tasavvuf felsefesinde kutb siyasi yönü olmayan tamamen manevi boyutlu bir kavramdır görüldüğü üzere bu kavramı siyasi boyutlu yapmak mehdilik anlayışını işin içine katmakla mümkün olmuştur.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=63
Süleyman Derin Hocanın Küre Yayınları'ndan çıkan ingiliz Oryantalizmi ve Tasavvuf adlı kitabı ilimlere dil öğrenilerek nüfuz edilmesinin ne kadar önemli ve gerekli olduğu hakkında çarpıcı bilgiler aktarmakta okuyucuya. Bir ilim, medeniyet veya din hakkında bilgi sahibi olmak için evvela malumat sahibi olmak istediğiniz alanın dilini tam olarak öğrenmeniz gerektiği hususiyeti oryantalistlerin hayat hikâyeleri bağlamında ders alınması gereken mahiyette önümüze sunulmuş bu kitapta. Aynı zamanda inceledikleri alanlarda söz sahibi olabilmek için söz konusu oryantalistlerin muazzam çalışma azimlerini ve bitmek tükenmek bilmez enerjilerini bizlere canlı olarak gösteriyor kitap. Doğuyu ve özellikle islamı öğrenmek amacıyla kimi seyyah, kimi asker, kimi diplomat kimi de akademisyen ingiliz oryantalistlerin gösterdikleri insanüstü çabaları okudukça tembelliğimize hayıflandım açıkçası.
Kitapta bahsi geçen oryantalistlerin büyük çoğunluğu Arapçayı ve Farsçayı neredeyse anadilleri kadar iyi öğreniyorlar. Hatta birçoğu bu dillerin kendi ülkelerinde öğrenilebilmesi için gramer kitapları ve sözlükler bile yazıyor. Bu dillerde şiir yazabilecek kadar uzmanlaşmış olan yabancıları okudukça hayretiniz bir kat daha artıyor. Kendi dışındaki bir kültürü, medeniyeti öğrenebilmek için dilin ne kadar da önemli olduğunun en somut örnekleri aslında bu şahıslar.
Süleyman Hoca kitabın sonlarında tasavvuftaki Hinduizm ve Budizm etkilerinin tam olarak öğrenilebilmesi için bu alandaki bilim insanlarımızın Sanskritçe öğrenmesi gerektiğini söylüyor. Böyle bir etkinin varlığını, bu varlığın derecesini yabancı kaynaklardan, onların spekülatif ve çoğu zaman yanlı ve amaçlı düşüncelerinden öğrenmek yerine, bizlerin kaynaklara doğrudan bakabilmemiz gerektiğini ve bu sebeple Sanskritçe öğrenmenin önemli bir husus olduğunu vurgulamakta Süleyman Hoca. Süleyman Hoca'nın bu tavsiyesine yüzde yüz katılmakla birlikte bunun bir o kadar ütopik ve hayalci bir talep olduğunu ifade etmek isterim. Zira Türkiyenin dil öğrenme hususunda içinde bulunduğu trajik haline biraz yakından baktığımızda Sanskritçe'yi bir tarafa bırakın, Arapça ve ingilizce gibi en asli dillerdeki vukufiyetsizliğimiz bile tez konusu olmayı çoktan hak etmiş bir aşamaya gelmiş durumda. Mısırlı Arap bir hoca ile Arapça konuşamayan ilahiyat Fakültesinde profesör titrine sahip bir zat ile karşılaştığımda ağzımdan gayrı ihtiyari dökülen ilk kelime eyvah olmuştu. Eğer ilahiyat Fakültesinde bir profesör Arapça ve Farsçayı hem okuma hem konuşma bağlamında en az anadili kadar iyi bilmiyorsa aynı fakültede bir öğrencinin Hucvirinin Keşfül Mahcubunu hangi dilde yazdığını bilmemesine şaşırmak ve bunu kınamak sadece safdillikle açıklanabilir.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=61
Kitapta bahsi geçen oryantalistlerin büyük çoğunluğu Arapçayı ve Farsçayı neredeyse anadilleri kadar iyi öğreniyorlar. Hatta birçoğu bu dillerin kendi ülkelerinde öğrenilebilmesi için gramer kitapları ve sözlükler bile yazıyor. Bu dillerde şiir yazabilecek kadar uzmanlaşmış olan yabancıları okudukça hayretiniz bir kat daha artıyor. Kendi dışındaki bir kültürü, medeniyeti öğrenebilmek için dilin ne kadar da önemli olduğunun en somut örnekleri aslında bu şahıslar.
Süleyman Hoca kitabın sonlarında tasavvuftaki Hinduizm ve Budizm etkilerinin tam olarak öğrenilebilmesi için bu alandaki bilim insanlarımızın Sanskritçe öğrenmesi gerektiğini söylüyor. Böyle bir etkinin varlığını, bu varlığın derecesini yabancı kaynaklardan, onların spekülatif ve çoğu zaman yanlı ve amaçlı düşüncelerinden öğrenmek yerine, bizlerin kaynaklara doğrudan bakabilmemiz gerektiğini ve bu sebeple Sanskritçe öğrenmenin önemli bir husus olduğunu vurgulamakta Süleyman Hoca. Süleyman Hoca'nın bu tavsiyesine yüzde yüz katılmakla birlikte bunun bir o kadar ütopik ve hayalci bir talep olduğunu ifade etmek isterim. Zira Türkiyenin dil öğrenme hususunda içinde bulunduğu trajik haline biraz yakından baktığımızda Sanskritçe'yi bir tarafa bırakın, Arapça ve ingilizce gibi en asli dillerdeki vukufiyetsizliğimiz bile tez konusu olmayı çoktan hak etmiş bir aşamaya gelmiş durumda. Mısırlı Arap bir hoca ile Arapça konuşamayan ilahiyat Fakültesinde profesör titrine sahip bir zat ile karşılaştığımda ağzımdan gayrı ihtiyari dökülen ilk kelime eyvah olmuştu. Eğer ilahiyat Fakültesinde bir profesör Arapça ve Farsçayı hem okuma hem konuşma bağlamında en az anadili kadar iyi bilmiyorsa aynı fakültede bir öğrencinin Hucvirinin Keşfül Mahcubunu hangi dilde yazdığını bilmemesine şaşırmak ve bunu kınamak sadece safdillikle açıklanabilir.
yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=61