bugün

ceviz ağacı: Nazım Hikmet Gülhane parkındaki bir ceviz ağacının altında sevgilisi ile buluşmak üzere randevulaşır. Buluşacakları gün gülhane parkına gider ve ceviz ağacının altında beklemeye başlar,
tam bu sırada polisler de orada devriyeye çıkmıştır. O dönemlerde Nazım Hikmet arananlar listesinde olduğu icin polislerden gizlenmek durumunda kalır ve bu ceviz ağacına çıkar.
Nazim Hikmet ağacın tepesindeyken biricik sevgilisi Piraye gelip her şeyden habersiz ceviz ağacının altında beklemeye başlar. Polislerden dolayı aşağıya seslenemez ve çaresiz çıkarır kalemi, kağıdı ceviz ağacının tepesinde şu siiri yazar.
Can Yücel, bir zamanlar babasının büyük isminden rahatsız. Nedense, orada burada konuşup duruyor.
Yaşar Kemal o sıralarda Cumhuriyet gazetesinde çalışıyor, Hasan Âli Yücel de emekli olmuş yazılarını Yaşar Kemal’e götürüyor. Oturuyor, sohbet ediyorlar. Yaşar Kemal çok seviyormuş Hasan Âli Yücel’i.
Yaşar Kemal bir gün Can Yücel’e biraz da kızarak diyor ki: ‘’Bak Can, sen babanı iyi tanımıyorsun. Ben senden daha iyi tanıyorum. Zaten adamın anası bellenmiş, herkes bir taraftan saldırıyor. Cumhuriyet tarihinin en önemli bakanı, Köy Enstitülerini kurmuş, dünya klasiklerini dilimize kazandırmış; daha sayayım mı? Yaptıklarını kimse yapmamış, bir de sen saldırma adama’’.
Bu konuşmadan 15 gün sonra gazeteye gidiyor Can Yücel. Elinde bir kağıt. Masasının üzerine fırlatıp atıyor ve ‘’şunu bir oku bakalım’’ diyor Yaşar Kemal’e, küstah ve özgüvenli bir şekilde ve karşısına geçip oturuyor.
Şiire bakıyor Yaşar Kemal: ‘’Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim’’. Gözleri doluyor okuyunca. Kalkıp boynuna sarılıyor Can Yücel’in ve ‘’ Aferin ulan, şimdi oldu işte’’ diyor.

Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla – ha düştü, ha düşecek –
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.

Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici – hep, hepp acele işi! –
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.

Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar istanbul’a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.

En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.

kaynak: Arif Keskiner(Binbir Renk Binbir Çiçek-Yaşar Kemal'le Anılar)
iki Şiirin Hikayesi

Birisi “Derbeder koşup geldim ışıldayan tahtına” derken birisi “Efsaneler dökülüyor gülüşlerinden” diyor. ikisi de gönüllerin semalarında raks eden duygularını, kağıtlara döküp, haykırıyor. Duymak gerek, anlamak gerek ve anlamak için yanmak, yanıpta tütmek gerek. işte yanıpta tüten iki insanın kağıda döktükleri gönlün meali bu iki şiir. Birisi yangınının adını Sitare koyarken birisi yangınına Rüveyda demiş. Sitare diye haykıran Dilaver Cebeci’yken Rüveyda diye haykıran Nurullah Genç’tir. Rüveyda Sitare’siz, Sitare, Rüveyda’sız yapamaz, tamam olmaz.

Sitare Doğuyor

Dilaver Cebeci, bir gün bir okulun önünden geçerken başını bir anlık okulun bahçesine çevirir ve yüreğini orada bırakır. Çünkü gülüşünden efsaneler dökülen, kirpikleri yüreğine batan bir kız görmüştü. Kaşı kara, gözü kara… Aslında Sitare o anda doğmuştur fakat kağıdın bağrına kara mürekkep olması için biraz daha beklemesi gerekecektir. Cebeci artık her gün o yoldan geçer. Gönlündeki çöllere ay doğduran gözleri görmek için…

Bir gün sonunda tanışırlar. işte Cebeci’nin sinesine çektiği elif orada sancıtır kalbini. Üzerindeki nazarları bile bile Gözlerin mi daha sıcak gülüyor yoksa dudakların mı dediği kara kaşlı kara gözlü kızla Sitare’siyle evlenir. Evlilikten sonra Dilaver Cebeci’nin Sitare’si Ayla Hanım anlatıyor:-Dilaver, işten geldikten sonra odasına kapanır ve çalışmaya devam ederdi. Bir gece baktım ki yine çalışıyor, ben uyumak için odaya gidip yattım. Aradan ne kadar zaman geçti, bilinmez. Dilaver, beni uyandırdı ve şiirimi tamamladım, beni dinler misin dedi. Ben de hemen toparlandım ve Sitare’yi dinledim.işte Sitare böyle doğar. Cebeci’nin gönlü Sitare’yle akar tarihin sayfasına. Daha güzel olansa Ayla Hanım’ın büyük bir değer vererek tabiri caizse gecenin körü dediğimiz bir vakitte Cebeci’yi dinlemesidir.

Rüveyda da Doğuyor

Günlerden bir gün Dilaver Cebeci’yle Nurullah Genç otururlar. Tanışıklıkları kadim bir dostluktur. Bir süre sohbetten sonra Dilaver Cebeci, Nurullah Genç’e bir kağıt uzatır ve derki:-Bak, bakalım. Bu şiirde bir eksiklik var mı?Kalemi güçlü olan, şiirleri dillerde dolaşan büyük bir şairin sorduğu bu soru gayet ilginçtir fakat Genç’in verdiği yanıtta soruyu aratmayacak kadar ilginçtir. Genç eline kağıdı alır ve Sitare’yi dikkatlice ve özenle okur. Sonra başını kaldırır ve derki:-Bu şiir eksik…Konu hiç tahmin edilmeyecek bir güzergahta ilerlemektedir. Bir büyük şair eksik var mı diye uzattığı şiiri başka kalemi güçlü bir şair eksik var diyerek cevaplıyor. Arada kısa bir sessizlik demiyorum, sükunet olur. Çünkü yüreklerin fırtınası dinmesi gerekir. Ardından Dilaver Cebeci bir tebessümle Genç’e yanıt verir:-O zaman o eksiği sen tamamla.Nurullah Genç, derki:-Bu cümleyi duyduğum anda gönlüme Rüveyda düşmeye başladı.

Usul Usul Bir Yıldız

Farsça “yıldız” manasına gelen Sitare, usul usul anlamına gelen Rüveyda’ya ışık olmuş. Satırlar ayrı, kelimeler ayrı, adlar ayrı fakat bir şey aynı… O aynı olan kalbin, aklın, ruhun, sevincin, hüznün, aşkın, her ne derseniz deyin adı aşktır.