bugün

Bir çeşit günlük hikaye.
Bölüm bir:
Esir hayatının bilmem kaçıncı günü. Kaybettiklerimiz oldu bu kamptaki herkes gibi. Ben örümcek, yanımda burak, ceren ve naz var. işin ilginci olaylar başladığında dörtlü, üniversitede daha önce birbirlerini görmemişlerdi bile. Tek ortak noktamız, leş yığınları binaya koşturdukları sırada bilgisayar labında projeleri yetiştirmeye çalışıyor olmamızdı, ne garip dimi?
Okulumdan ve ankaradan geriye kalan tek şey parçalanmış camlar, devrilmiş ağaçlar ve kanasusamış biçimde etrafa saldıran vahşiler. Ailem mi? istilanın ilk haftası görüştüm en son annemle, kıbrıstaki adkeri kampa gideceklerini söylemişti. Bilmiyorum belki de oradadırlar, doğrusu merakta etmiyorum, edemiyorum bu yaşadıklarımdan sonra.
Burak, ceren ve naz'ı ilk şoktan kurtaran benim. Donup kalmıştı genç bünyeler. Arabama atlayıp uzaklaşıyorduk bilkent'ten. Naz bilkent centerdaki marketten en azından birkaç gün idare edecek yiyecek almayı önerdi ve 4 kişi kabul ettik. Naz, ceren ben markete girip kavanoz ve proteinli yiyeceklerden toplayacak o sırada burak da dışardaki ölülerin dikkatini çekecekti. Park halindeki araçların arasından ses çıkarmadan ilerlemeye başladık, burak ise kornaya basıp zombileri diğer tarafa doğru çekiyordu. Marketin içine girdik, dökük reyonlar, ölü bedenler, dizleri üstünde duran kız çocuğu vardı. Ceren işaret etti, "onu bırakamayız" diyip koşmaya başladı, takip ettik. Ceren yaklaştıkça kız çocuğu yavaş yavaş ayağa kalkıyordu. Ceren'e dönüp kanlı ağzıyla çığlık attı. Naz eline geçirdiği tahta parçasıyla yaratığın ağzına tüm gücüyle vurup, kafasını ikiye yardı. Arabaya doğru koşturuyorduk, yaratığın çığlığı yerdeki bedenleri etkiliyordu, dirilmeye başlıyorlardı. Çıkışa geldiğimizde bir doksan beşlik, kıyafetlerine baktığımızda eskiden güvenlik olduğu anlaşılan canavar duruyordu. Kızlar ağlamaklı haldeydiler, yaratık bana doğru koşuyordu. Tek seçeneğimiz vardı ya onu atlatıp arabaya binip kaçacak ya da arkadan gelen onlarca zombiye öğle yemeği olacaktık. Duvara doğru koşup canavarı tekmeyle yere sermekti aklımdan geçen. Koştum koştum ama canavara tekmeyi vuramadan beni havada yakaladı. Karnımı ısırmasın diye kafasını bedenimden uzak tutuyordum. Kızlarda o sırada canavarın dengesini bozmaya çalışıyorlardı. Canavar üzerine düştü sağ elimle kafasını iterken diğer elimle silahına ulaşmaya çalışıyordum, silaha uzandım ve boynunun altından ateşledim, canavar devrildi. Copuyla, yeleğini,silahını alıp arabaya kaçtık.

Burak neden geciktiğimizi, neler olduğunu sordu. On dakika nesafedeki benzinliğe gitmeyi teklif ettim. En azından silahımız ve copumuz vardı.

Burakla naz arabanın deposunu fullerken, cerenle benzinliğin marketine girdik ve kuru gıda ile ağrı kesici, yarabandı ve iki hafta yetecek kadar su aldık. Benzinliğin bu kadar kısa sürede, dolu halde terk edilmesi dikkatimi çekmişti doğrusu. Yedek benzinimizi alıp, incek'e liseden mezun olduğum okulun kampüsünde bir süre kalmaya karar verdik.
Hergün devam edecek hikayedir. Kaç kişinin okuduğu bahis konusu olamaz. Iyi geceler.
Arabada sessizlik hakimdi. Eskişehir yolu'ndan konya yolu'na doğru ilerlerken çevreyi izliyordum. Arabalarının içinde kalan ölüler, devrilmiş kamyonlar, kamyonun ön tekerleği ile motoru arasına sıkışmış genç kadın bedeni (bacakları görünmüyordu, gövdesinin yarısı kopuk haldeydi iç organları kopmuş taraftan fışkırıyordu), sireni hala çalan ambulans vardı bir de. Çevresinde toplanmış ölüler grubu hipnotize halde ambulansı izliyor, yanlarından yaklaşık 80 km hızla geçtiğimiz halde hiçbiri dönmeye tenezzül etmemişti. Gittiğimiz okul ted ankara koleji incek kampusuydu. Ilkokul üçüncü sınıfta kaydolmuştum bu okula, okul henüz kızılaydeyken, sekiz sene boyunca da incek kampusunde okumuştum. Her turlu acil çıkış kapısını, yemekhanenin depoları mezun olmamın üstünden 3 sene geçmesine rağmen aklımdaydı. Haftasonu ve kış günü olduğu için okulda sadece 4-5 idarecinin ve guvenlikten birkaç çalışanın olduğunu tahmin ediyordum. Lise ve ortaokul girişine geldiğimizde ince barikatı ciple yıkıp okula girdik. Sadece beyaz örtü vardı okulun üstünde.

Burak'a lise yemekhanesini tarif ettim, önüne kadar gelebildik arabayla, yolların hepsi açıktı. Arabayı her ihtimale karşı kaçış yolumuza park ettik. Naz yiyeceklerin ve suyun arabada kalmasını önerdi, ne de olsa yemekhanedeydik. Silahı ben aldım, copu ise burak'taydı. Giriş kapısı kitli değildi, içeriye girdiğimizde sırayla diğer kapıları da kitledik.

O zamanlar internet, televizyon ve radyo sistemlerimiz çökmemişti. Televizyonda ise sadece devlet kanalının yayınları veriliyordu. Cumhurbaşkanı ve başbakan ohal döneminde olduğumuzu, devletimizin silahlı kuvvetlerinin bu salgını bastıracağını, vatandaşların evlerinden çıkmamaları gerektiğini, askeri kampların kurulduğunu, tahliyelerin başlayacağını telaşa gerek olmadığını anlatıp yayını bitirdiler.

Ceren internetten zombi salgını, zombie apocalypse yazıp aratıyordu. Türkçe kaynaklarda insanların yüklediği videolardan başka bir şey yoktu. Yabancı kaynaklarda salgın haritaları vardı. Ilginç olan ise türkiye, ortadoğu ve arap yarım adası kıpkırmızı, asyada hafif kırmızılıklar, avrupa ve amerikaya ise salgın yayılmamıştı.

Araştırmalarımızda dağlık alanlar ve adalar en güvenli yerler olarak görünüyordu.

Geçmiş yıllarda izcilikten öğrendiğim önemli şeylerden biri "hareket yaşamdır" sözü idi, devletin bizlere yardım etmeyeceğini biliyordum. Zaten dünya savaşları'nda anlaşılmıştı, şu anki ölümcül salgında ise devletin meşruluğu bile tartışma konusuydu.

Televizyondan sesler grlmeye başladı, nato sözcüsü konuşuyordu.
"Üye ülkelerin kararıyla, zor durumdaki ülkelere uçaklarla yardım gönderilecek. O ülkelere iniş yapılmadan yardımlar havadan bırakılscaktır" dedi ve soru almadan konuşmayı avrupa birliği sözcüsüne bıraktı. Avrupa birliği türkiye sınırını tek taraflı olarak kapattığını sınırlarda herhangi bir tehlikeye karşı askeri birliklerin yerleştirileceğini, avrupa birliği dışındaki hiçbir ülkeden avrupaya insan, uçak, gemi vb. Taşıtlarla yolcu alınmayacağını brlirtip soru almadan çıktılar. Açıkça sınırları geçen her şeyi vuracağız diyorlardı.

Gelişmelerden sonra soluklanıp, birbirimizle konuşmaya başladık. Sırayla kendimizi tanıtıyorduk. Burak 20 yaşında, 178 boyunda fazla kilosu olmayan, kumral yakışıklı denebilecek tipi vardı, hukuk ikinci sınıfta olduğunu aslen izmirli, ailesini izmir de bırakıp ankara'ya okumaya gelen bir arkadaştı.
Ceren'in ise tanıdığı akrabası yoktu, kendi çabalarıyla kazanmıstı bizim okulu. Fiziksel olarak 170 boyunda, fit vücudu ile dikkat çeken, esmer 19 yaşında genç kızdı. Okuduğu bölüm ise psikolojiydi.
Naz beyaz tenli ve sarışındı. 18 yaşında olduğunu, hazırlık sınavına çalıştığını anlattı. Vücudu ise cerenin ki gibi fitti, yalnız gögüsleri ceren'inkilerden küçük olmasına rağmen giydiği kazaktan taşacak gibiydi. O anki durumda nedense dikkatimi çekmişlerdi.
Ben ise 21. yaşımda olduğumu bilgisayar muhendisligi son sınıfa geçtiğimi anlattım. Uzun süre izcilik, dağcılık ve boksla ilgilenmiştim. 186 ve 82 kiloydum o zamanlar. Uzun yıllar ankara'da yaşadığımı fakat universiteyi kazanınca ailemin antalya'ya taşındıklarını söyledim.
Naz beni tanıdığını söylüyordu, daha doğrusu geçmişte yaptığım bir olayı anımsıyordu. "Sen antalya titanic otelde çıkan yangında, 3. Katta mahsur kalan iki küçük çocuğu kurtaran dağcı değil misin?", ordan burak ve ceren birlikte " sen beyaz show'a çıkmamış mıydın?" Bu dediklerini aynı anda söylemelerine şaşırmış gibiydiler. Evet o kişi benim, o zaman da adımı sorduklarında "örümcek" demiştim ve bana "örümcek" diye seslenmelerini rica ettim.

Tüm yemekhaneyi kolaçan ettik, temizdi. Ne bir insan, ne de yaşayan ölüler vardı. Kızlara yemek hazırlamaları için gerekli malzemelerin yerini gösterdim onlar yemek hazırlarken burak'la ben spor binasından(daha doğrusu kocaman bir çadır) yatak getirecektir. Naz bize çıkışa kadar eşlik etti ve kapıyı arkadan kitledi.(anahtarlar bendeydi) Mümkün olduğunca güvenliği elden bırakmıyorduk.

Çadır'a girmek için kitli kapıyı açtım ve o pis kokuyla karşılaştık. Kokunun kaynağına doğru yürütken duvardaki baltayı elime aldım. Kapıyı açtığımda iki kişi kendini duvara asmış olduğunu ve dönüşmek üzere olduklarını anladım. Dönüşüm tamamlanmadan baltayla boyunlarına olabildiğince sert vurdum. En azından başkalarına zarar vermeden iki ölüyü durdurmuştuk. Kartlarına baktım, emrah karlı ve sema karlı yaxıyordu. Emrah hoca zamanında beden dersime girmiş, sevdiğim bir insandı demek evlenmişti ve sevdiği insanla ölüme yürümüşlerdi.

Öğretmenlerin dinlenme odasından iki kanepeyi ve yastıkları ve çarşafları yemekhanemize taşıdık. Yatakları en sıcak olan kapılı bölmeye taşıdık, uyurken en azından bir kapıyı daha kilitleyebilmenin mutluluğu vardı üzerimizde. Kanepeleri yerleştirdikten sonra kızlarla birlikte mutfağa ilerledik. Ateşli silah bulana kadar bıçaklar tek silahımızdı. Plastik bardakları ve ip kullanarak, bıçak kabı yapmayı öğrettim ekibe. Herkes minimum iki bıçak taşıyordu, biri bellerinde diğeri ise sağ bacaklarında botlarının hemen üst tarafında saklıydı. Kızların hazırladığı yumurtayı ve fasulyeyi yiyip, yarın neler yapacağımızı konuşmak üzere yatakların bulunduğu odaya ilerledik.
Daha okumaya başlamadım ama bu tarz hikayelerin yaygınlaşması sözlük için ve biz değerli okur yazarlar için çok önemlidir. Devam etmesi gereken hikayelerdir.
Bölüm 2:
Naz'ın telefonu çalmaya başladı. Yukarı kata çıkacakken gelen arama ekipte heyecan yaratmıştı. "Alo, baba babaaa. Iyiyim ben, arkadaşlarımla kolejin incek kampüsüne yerleştik. Aloo, alooo baba annem nasıl nerdesiniz?" dedi ve telefondan patlama sesleri gelmeye başladı. Ceren, "dur! Kapama telefonu, hoparlöre al" dedi. Patlama sesleriyle beraber jet uçakların sesleri de geliyordu. "Allahım nolur, allah'ım babama bir şey olmasın" diyip hıçkırmaya başladı. Naz'a sıkıca sarıldım, bir süre sonra; "tamam, geçecek hepsi geçecek bunların. Kaldır şimdi kafanı. Güçlü olman, güçlü olmamız gerekiyor." Diyip yanaklarını iki elimin arasına alarak göz yaşlarını sildim ve tekrar sarıldı bana. Eşyalarımızı alıp, yukarı kata çıkmaya başladık. Odaya geldiğimizde ceren; "benle naz bu kanepede, senle burak ise şurdakinde yatın" yalnız dedikleri fiziksel olarak pek mümkün gözükmüyordu. " ceren bak, daha bugün tanıştığın adamın yanında yatmak istememeni anlıyorum ama iki erkek sığamayız oraya. Zaten kanepeler tek kişilik normalde" diye karşılık verdim. Ceren'in kafası karışmış olacakki; "iyi öyleyse ben yerde yatıyorum" dedi. Naz'da; "örümcek sen benle yatarmısın? Sen de babamı görüyorum" dedi. Grup halinden memnun görünüyordu ve herkes istediği şekilde uyudu o akşam.

Sabah antrenmanlarına alışık olduğum için 5:30 sularında uyandım. Herkes sanki evindeymiş gibi uyuyordu. Elimi yüzümü yıkadıktan son üst kattaki tepe odaya yöneldim. Biraz çevreyi izleyecek, tehlike var mı yok mu diye emin olmak istiyordum. Yaklaşık 4 km uzaklıktaki askeri üs dikkatimi çekti. Nasıl olurda burayı unuttum diye sordum kendine. Bir gözüm sürekli karpuz şeklindeki üsteydi. Iki devriye helikopterinin havalandığı gördüm. Biri bizim bulunduğumuz yere diğeri ise zıt istikamete doğru ilerlemeye başladı. Bizim çocukları uyandırmaya gittim, dürterek; "acele edin askerler geliyor, o dünkü bombaları atan askerler!", "telefonlarınızı verin bana çabuk hadi hadi". "Yarım saat bekleyin beni, eğer gelmezsem askeriyeyi takip edin. Helikopterler kaybolduktan sonra terk edin burayı ve polatlıya kaçın" diye bağırdım. Telefonların sinyalini fark ettikleri için bu bölgede insan arayışına geçtiklerini düşünüyordum. Tellerden atlayarak ormana girdim. Telefonlardan birini ormanın bitişine gömdüm, diğerlerinide köy istikametinde yolun çeşitli bölgelerine bıraktım. Tam bizim bulunduğumuz yerin zıt istikametine. 12 dakiksm kaldı geriye. Duvarlardan tırmanıp arabanın yanına geldim, yarım saat dolduğu için onlarda binadan çıkmışlar gitmeye hazırlanıyorlardı. Naz; " geldiğine göre birkaç gün daha kalıyoruz demektir" dedi sırıtarak. "Burda kalmamız hata. Daha fazla kalamayız" diyip binanın içindeki postal izlerini gösterdim. "Burdan sinyal aldılar, buraya bu adamlar her türlü tekrar gelecekler." "Yaşamak için devam edeceğiz" dedim. Burak'ın kafası karıştı, "abi başbakan'ın açıklamalarını hatırla. Hepimizi tahliye edeceklerdi, sığınaklara alacaktı vatandaşları." Naz ve ceren de onun dediklerini onaylıyorlar gibi bakıyorlardı. Çocuğu tek elimle duvara sabitledim "artık devlet mevlet yok! Devlet dediğin yaş kuru demeden insanların üstüne bomba yağdıran bir kurum. Sence tahliye için bu kadar postal izi fazla değil mi, ha?" Dedikten sonra çocuğu ittirip arabaya doğru ilerledim. Kızlarda peşi sıra arabaya bindiler. En sonunda burak'ta arabaya bindi ve gölbaşı'na doğru seyahate başladık. Şehirden epey uzak sayılır mesafelerdeydik. Zombilerin şehirden buraya kadar gelmeleri günler sürer diye düşünüyordum çünkü şehirdeki "taze et" kaynakları henüz tükenmemişti. Arabayla ikinci çiftliğe yakınlaştıkça lambaları kapattım. Arkadaşlar burda iniyoruz. Çiftliği gözetlememiz gerekiyor, belki silahları vardır dedim. Çömelmiş halde eve kadar geldik. Bazı pencerelerde perde yoktu içeriye bakıyorduk. Evin içinden av tüfeği patlaması sesi geliyordu. Pencereyi kırmak için montumu sağ elime sardım ve cama sağ tarafa geçip iki kere tüm gücümle vurdum, cam tuzla buz oldu. Evin içinden gelen üç farklı kişiye ait çığlık ve tüfek sesleri devam ediyordu. Direk atladım pencereden içeri, ekipte sırayla geldiler. Sesler üst kattan geliyordu sol elime bıçağı sağ elime silahı aldım ve koşmaya başladım üst kata doğru. Yaşlı adamı sıkıştıran üç erkek zombi vardı. Adeleleri belirgin, çiftçi kıyafeti vardı üzerlerinde. Adamın eli titriyor, kafalarından vuramıyordu, gövdelerine sıkılan mermiler sadece yavaşlatıyordu. "Amca dur ateş etme kurtarıcaz seni dur!" Bağırdıktan sonra, Bıçağımı ortadakinin kafasına sapladım ve yere yığıldı beden. Burakta diğerini yere serdi. Kızlar ise üçüncüyü halledememişlerdi. Çelme takıp yere düşürdükten botumla kafasını ezdim.

Amca;" oğlum allah sizden razı olsun. Gelmeseniz ne yapardım ben?" Şeklinde ağlamaklı bir haldeydi. "Amca bunlar nerden geldi evine? Şehir çok uzak. Hastalık buralara da mı geldi?". "Yok oğlum, bunlar benim özoğullarım."askerler geldiğinde beni dama kutunun içine sakladılar, birgün boyunca sesimi çıkaramadım. Oğullarımı duvara dizip kurşunladılar. Demin silahımı aldım ve bu işi bitirmeye karar verdim ama yaşlılık malum el tutmuyor. Siz gelmeseniz ne yapardım ben?" "Gelin evladım, bi çorbamı için istediğiniz kadar kalın." Diye teklif yaptı. Memnuniyetle kabul ettik. Camların arkasına tahta ile barikat yapıp kapıyı sağlamlaştırdık. Amcanın dediğine göre istilanın ilk günü nato üniforması içindeki askerler ilçede temizlik yapmışlar. Kadınları ve çocukları zorla alıp erkekleri katletmişler. Katlettikleri erkekleri de evlere kilitliyorlarmış. Amcanın adını öğrendim, muhsin 65 senedir bu evde yaşıyormuş. Eşini 20 sene kadar önce kaybetmiş. Burak; "muhsin amca akrabaların var mı?" "Bir tek karşı çiftlikte kardeşim var. Tabii hala hayattaysa." Diye karşılık verdi.

Ertesi gün arkadaşlarla konuşup muhsin amca'nın kardeşinin evine gitmeye karar verdik.
Okuyanların eleştirmesi gereken güncedir.
Okunasıdır. Net.
Muhsin amca yanına çağırdı bizi. Av tüfeklerini koyduğu tahta kutuyu ve kurşunları gösterdi. "Daha önce bu silahtan kullanan var mı?" Diye sordu. Naz "küçükken yaban domuzu avına çıkardık, babam ve iş arkadaşlarıyla", ben de kullanmayı bildiğimi söyledim. Ilk iki silahla birlikte biraz mermi aldık yanımıza. Tabancam ise her ihtimale karşı belimdeydi. Kurşunlar gruplanmıştı kendi tabancama uygun olanları gördüm, onlardan da bir miktar aldım. Kabanımın iç cebine koydum. Amcanın evindeki bıçaklar ve duvara astığı kılıçlar dikkatimi çekti. Muhsin amcanın kardeşine yapacağımız ziyaretten sonra kılıçları ve bıçakları almamız gerektiğini kafaya koydum. Burak ve muhsin amcayla komşu evin giriş kapısına geldik. Tekme atarak tahta kapının kilidini kırdım. Muhsin amcanın tahminleri doğruydu, askerler kardeşini, onun çocuklarını ve torunlarını öldürüp dönüşmeleri için farklı odalara kitlemişlerdi. Torunlar henüz 9-10 yaşlarında oldukları için onları temizlemeyi muhsin amca isteyerek yaptı. Burak'la birlikte odaya daldık, üç zombi pencereye kitlenmiş durumdaydılar. Salgının ilgi çekici özelliklerinden biri de ince sesler duyuluncaya kadar donmuş halde, hırıltı çıkartarak kalıyor bedenler. Silahlarımızı kullanmadan bıçakla etkisiz hale getirdik bedenleri.

Muhsin amca'nın ise yapamıyordu. O odaya girememişti bile. Burak kulağıma fısıldadı; " bu silahlar için tek şansımız, yaşlı bedeni yükten başka bir işe yaramıyor. Baksana şunun haline" Arkadaşıma dönerek; "ne yapman gerektiğini biliyorsun" dedim. Burak, yaşlı adamın yanına sokuldu ve "muhsin amca bu dünya sana göre değil. N'olur beni affet" dedikten sonra bıçağıyla adamın şah damarını kesti ve dönüşümünü engellemek için kafasına bir el sıktı. Muhsin amca sanki o anı bekliyordu, elini bile kaldırmadı. Giderken; " anımsayın, evlat. Teşekkür ederim" son sözleri olmuştu.

Neyi "anımsamam" gerekiyordu? Kızların yanına geldiğimizde muhsin amca'nın daha fazla dayanamadığı, ısırılıp öldüğü söyledik. Silahları, kurşunları ve bıçakları cipimize yükledik.
Karnımız zil çalıyordu. Kızların hazırladığı tavuklu makarnayı gömdükten sonra kapıları kilitledik. Güneş battıktan sonra evden veya sığınaklardan çıkmamak önceliğimizdi. Elektrik olmadığı için soba kullanıyorduk. Güvenlik gereği olarak onuda zifiri karanlıkta yakıyorduk. Gündoğumuyla birlikte burdur'a gitmek için yola çıkmaya karar verdik. Yaklaşık 6 saatlik yol demekti. Gece nöbetini ceren tutabileceğini söyledi. Yataklara geçtik. Uykuya daldıktan bir müddet sonra ceren beni uyandırdı. "Örümcek, iki araba son sürat ankara istikametine doğru ilerledi, buralarda hiç durmadılar." "Telaşlanmamaları için onları uyandırmadım". Dedi. Sobayı söndürdük ve üst kata çıktık. Dürbünlerle 1 saat boyunca arabaların geldiği yönü gözetledik fakat zifiri karanlık her şeyi saklıyordu. Camı açtım sadece uğultu vardı sanki kum fırtınası yaklaşıyor gibi yozlar uçuşuyordu havada.
Güneş doğduğunda ekip şok olmuş haldeydi. Uzun, kalın çizgi halinde üzerimize gelen zombi ordusu ve koşarak hareket ediyorlardı. Onlarla ne savaşacak ne de karşılık verecek gücümüz binlercesi yollarına çıkan, yani dikkatlerini çeken her türlü binaya, arabaya, ağaca, ahır hayvanlarına hatta köpeklere saldırıyorlardı.

Zemin ve ikinci katın tüm pencerelerini tahta ile kapattıktan sonra kapıyı sağlamlaştırdık. Arkasına bulabildiğimiz en ağır kanepeleri, dolabı yığdıkdık. Atıştıracak bir miktar püskevit ile iki sürahi suyu alıp yaşlı adamın saklandığı yere, tavan arasına çıktık. Ordaki camdan bir gözümüz zombilerde diğeri bizim arabada bu istilanın bitmesini beklemeye koyulduk.

Cesetler yaklaştıkça çıkardıkları sesler inceliyordu. ince ses miktarı arttıkça vücudları enerji doluyordu. Adeta bin kişinin çığlığının camların, duvarların ardında kalbimizde hissediyorduk.

Not defterimi çıkardım şunları not almdım;
-Dönüşüm tamamlansa bile uyarıcı ince ses, yanıp sönen ışık cesetler homurtular çıkararak duruyorlardı.
-Ambulansın çıkardığı ses ve mavi-kırmızı ışık onları hipnotize ediyordu.
-Odadaki üç zombi güneşe yönelmişlerdi, yani onun kardan yansıyan ışıklarına.
Bu kadardı onlar hakkındaki bilgilerim. Nasıl başladı, nasıl bitecek hala bilmiyorum.
Tavan arasına sıkışmış 4 kişi istila grubunun yaptıklarını izliyorduk. Ceren; "güvende değiliz burda. Ya es kaza bizi bulutlarsa, ne yapacağız?" Diye sorduktan sonra ağlamaya başladı. Naz; "bebeğim gel gel" dedikten sonra ceren'in kafasını kucağına aldı. "Kurtulacağız. Tamam mı kurtulacağız." Soğuk kanlı olmamız gerekiyor diyordu burak. Aynı anda da tüfeğini dolduruyordu. Zombiler arabaların kapıları açmaya çalışıyor, evleri talan ediyorlardı. Yırtıcılar gibi et olabilecek her yere bakıyor, sayılarının fazlalığıyla engellenemez sözcüğünün soğuk kanlı tanımıydı bu gördüklerimiz. Burak işaret etti, zombilerin yüzlercesi tek eve odaklanıyorlardı. Kapısı açılmadıkça eve odaklanan zombi sayısı artıyordu. "Tek şansımız", "başkalarının ölümü bizim tek şansımız" dedikten sonra tavan arasının kapısını açtı. "Eee, gelmiyor musunuz?" Kızlar da burak'ın arkasından atladılar. Bu çatıda sıkışmak hoşuma gitmiyordu, elbette fakat şu an dışarıya çıkmanın intihar olduğunu bilsem de takip ettim grubu. Alt kattaki pencerelerden birinin tahtalarını kırıp camdan çıktık. Arabaya binip ilerleyemezdik, gidiş yolumuzda binlerce zombi, ankara'da ise milyonlarcası bizi bekliyordu. Naz yer altı gösterdi. " çabuk yardım edin" dedi. Logar kapağını kaldırdık naz'la birlikte. Ilk burak indi, ve temiz işareti yaptıktan sonra sırayla indik. Logar kapağını çekerek oturttum yerine. Kokuları saymazsak, yeraltı yerüstünden daha sıcak, guvenli bir ortam gibi gozukuyordu.

Hortlakların çığlıkları yoğunlaşıyordu. Cam kırılma sesleri, araba alarmları, hayvan sesleri birleşiyor, ayak sesleri altında eziliyorlardı. Diğer ölülerden daha enerjik olduklarını gözlemledim, grup halindeyken çok güçlülerdi.
Burak, cerenin tek kolunu omzuna atmış halde ceren'de ağırlığının bir kısmını çocuğa veriyordu. Olanlar kızın psikolojisini alt üst etmişti.
Suların toplanmadığı yere doğru yürümeye başladık.

Naz; " şuraya bakın, birileri var!" Iki kadın yere oturmuş, konuşuyorlardı. Bize donuk olan diğerini dürttü. Kadın arkasını dönüp silahını bize doğrulttu. "Kal yerinde! Gelme" dedi. Bize doğru yürümeye başladılar. Bizi gören kadın;" delirmişlerden değil bunlar." Ankaralı aksanı barizdi. Diğer kadın; "nasıl buldunuz burayı?" "Kim söyledi, yoksa sizde onlardan mısınız" cevap verdim kadına; "onlar kim? Biz sadece yukardakilerden kaçıyoruz." Kadın kıyafetlerimizi süzdü, diğerinin kulağına fısıldadı. Diğeri; "sizi arayacağım. Silahlarınızı çıkarın. Temiz olduğunuzda sizi diğerlerinin yanına götüreceğim." Dedi. Burak; " diğerleri derken? Kampınız mı var yeraltında?" "Yeraltında değil. O canilerden kurtulmayı başaranları hocamız birleştirdi." Dedikten sonra silahlarımızı aldı, toplanma yerine doğru ilerlemeye başladık. "Caniler kim? Ne yaptılar size?" Dedi naz. "Askerler, bizi korumaları gerekiyorken, kızlarımı çocuklarımızı, kadınlarımızı götürdüler. Erkekleri öldürdüler. Geriye sadece bi avuç kaldık."

Toplanma alanına geldiğimizde "şeyhim, çocukları nöbet bölgemizde bulduk." Şeyh dediği adam "aferin kızım, çocuklara su, yiyecek verin" diye emretti. Adamın gözleri, naz'ın üstünde idi. " kızım, allah'a inanırmısın?" Naz;" inanıyorum" diye cevapladı. "Ya, sen uzun boylu oğlum?" "Seni ilgilendirmez" dedim. Çevredeki insanlar kin dolu bakışlarla, eziyorlardı adeta." Bizi fark eden kadın, az ilerdeki yemek bölümüne götürdü. Hepimjze biraz pilav, biraz da kuru fasulye koydu, yaninda da bir bardak su verdi.

Yemekten sonra ceren;" başım dönüyor." Dedi ve ilk bayılan o oldu.
Milyonların bacısı ve diğer ilgi manyakları kadar ilgi çekmeyen hikaye.
Güzel yazdığıma inandığım devamı gelecek olan hikaye.
Uyandığımızda ellerimiz arkadan birleştirilmiş, demirden yapılma kolona sabitlenmiştik. Şeyh bize doğru yürüyordu, adamın yüzünde aptal mutluluk, kıyafetleri ise korumalı gibiydi. Botları, montu kalınlaştırılmış, her yerinden kesici delici alet çıkabilecek 50 yaşlarında temiz yüzlü adamdı. "Hırçın oğlum, uyanmışsınız. Bunu size özel uygulamadık, herkese aynı muamele. Size güvenip, güvenemeyeceğimizi bilemiyoruz. Söyle evladım o delirmişlerden öldürdün mü?" "Öldürdüm, siz siz kaç tane öldürdünüz?" "Bizim grubumuz hiçbir canlıya zarar vermez. Allah'ımız savaş ve zorunluluk dışında öldürmeyi yasakladı. Biz buna inanıyoruz. Anlat, nereden buldunuz bizi? Nereye gidiyorsunuz?" Adama burdur'a gideceğimizi söyleyemezdim. Burak atıldı:" sana ne nereye gittiğimizden! Yukarıdakileri görmüyor musun, vahşilerden binlerce vardı. Mecburen yer altına girdik. iki müridinizle karşılaştık." " evlat burdaki yetkili benim, anlatmadan ellerinizi çözmeyeceğiz." "izmir'e gidiyoruz ordan kaçak yollarla avrupa'ya geçeceğiz" dedim. "Bana yalan söyleme! Orda avrupalı olsa bile sınırdan geçmeye çalışanı vuruyorlar. Planınızı anlat bana. Hadi yavrum." Adam gözüktüğünden çok daha akıllıydı. "Güney'e gidiyoruz. Kıbrıs'a, ingiliz karargahına." Gülümsedi ve çenesini okşadı; "ha şöyle evladım ha şöyle. Kendimizi tanıttık. Konuştuk biraz. Adam kızlara bakmıyordu konuşurken. Ellerimizi çözüp, bir oda takdim ettiler bize. Dilediğiniz zaman ayrılabilirsiniz, silahlarınızı çıkarken alacaksınız." Adam hiç zorluk çıkarmadı. Odaya geçince, naz:"örümcek burdan gidelim artık. Çok huzursuzlanıyorum. O dinci tiplerin bakışları, son korkutucu olaylar, çok zorladı beni." Dedikten sonra sarıldı bana. Kafasını göğüsüme dayadım, o arada burak ve ceren nasıl gideceğimizi konuşuyorlardı. Burak:" abi şimdi dışarıda sağlam araba yoktur diyorum. Bu ölü ordusu yerle bir etmişlerdir. Burdan gölbaşı merkeze yürüyüp, garaj bulursak belki araba şansımız vardır dedi.

Yemek getirdiler bize, yemekten sonra biraz dinlenip yola çıkmaya karar verdik. Naz yanımda yatıyordu.