bugün

her zaman aklımızın bir köşesinde olan ve hatırladığımız zaman bizde tebessümler uyandıran küçük ama sevimli anılardır:).
o kadar hatırlanısıdırlar ki hep çocuk kalınmak istenmiştir ezelden bu yana...
bir keresinde abimle yazlıkta asansörde kalmıştık.
ilk asansörde kalışımdı *, çocuktum daha ve çok korkmuştum. köşeye sıkışınca ağlayan her çocuk gibi ağlamaya başlamıştım.
abimse " ağlama bak, ağlarsan asansörü su kaplar, boğuluruz. " demişti.
ve ben de buna inanıp ağlamayı bırakmıştım. * * * *
koskocaman bir evimiz vardı en ust katta biz ,alt katta anneannem,bır alt katta teyzemler yasıyordu .
bızım daırenın kımsenın bılmedıgı kıler tarafından anneanneme merdıvenle bır ınıs vardı.
sadece ev halkı bılırdı bu gecısı.

cocukluk ıste ,hep dısarda olurdu aklım .bahcede oynayan arkadaslarımı gorunce bes dakıka duramazdım.
annem sabahın korunde, bu sıcakta ,gunduz ne ısın var, aksamustu cıkarsın dısarı der ,sokaga cıkarmazdı.
ben once aglar sızlar sonra ben anneanneme gıdıyorum dıye trıp atar ınerdım ıcerdekı merdıvenlerden asagı.
anneanneme ise yedek ayakkabılarımı mutlaka bırakırdım.
''Anneanne ayakkabılarım burda kalmıs yaa bende annemden ızın aldım teyzeme gıdıyorum'' der cıkardım dısarı muthıs oyunculuk kabılıyetımle .bununla yetınmezdım ustelık , teyzem ''hayrola nereye '' dıye yakalardı benı ''ee sokaga cıkıyorum ,annemle anneannemın haberı var ızın verdıler'' derdım.

3 ev ahalısını uyutarak cıktıgım sokak maceram,bırbırlerınden haberdar olmaları ve bahcede bagırıs cagırısımdan sesımı duymaları ıle son bulurdu. sıklıkla bunu yapar yedırdıgımı sanırdım .hepsı durumun farkındaymıs megerse.

gece bahceye cıkmak ıse ayrı sorunsaldı. babam aksam dısarda ne ısın var ,zaten butun gun sokaktasın der ,ızın vermek ıstemezdı.
bense babama asla ,ben bu aksam sokaga cıkabılırmıyım dıyemez kıvranırdım .
aksam yemegınde baslardı kıvranmalarım . sofrada tuz yok ben bır tuz almaya gıdıyım mutfaga der, mutfagın balkonundan bahcedekı arkadaslarıma komut verırdım.
''bız yemek yıyoruz, 10 dakıka sonra ön bahceye gelın ve yukarı bagırın '' dıye.. gecer sofraya otururdum, hıc bahceye cıkmak ıstemıyormus edalarında ..10 dakıka sonra bır kolonı halınde koro baslardı çığırtmayaaaa..ecyaaa dısarı cıkıcakmısın dıye..

ben herseyden habersız edalarımla'' bılmem babama sormam lazım '' der babamdan bır ısık beklerdım.
babam emrıvakıden hoslanmazdı bılırdım.

dayanamaz ızın verırdı mecbur ..ızın vermezse kapıya kadar cagırır yalvartırdım cocukları ,nolurrr ızın verın dıye yalvarırlardı zavallılar.tum mahalle bıkmıstı benden,babamda mahallenın cocuklarından.
meyva bahçelerine dalıp erik, elma gibi meyvaları gömlek içine doldurmak. o meyvaların dayanılmaz lezzeti ile kazanılan enerjinin, bahçe sahibinin kovalaması ile harcanması.
ne güzel günlerdi be! ne dertsiz ve saftık...böyle taşlık bir bahçemiz vardı,yaklaşık 20-25 çocuğu salalardı oraya ebeveynler.deli dolu bi sürü bok yerdik orda.bir tane çağla ağacımız vardı,tepesine en çabuk çıkan bütün çağlaları toplardı.o kişi o günün kahramanları olurdu.hep beraber yerdik o çağlaları.
koca ve taşlı bahçemizde küçük bir garaj vardı ancak 4 araba sığradı.her saklambaç oynadığımızda oralara biyerlere yada garajın çatasına o da olmadı garajın arkasındaki ormana tüner,o çocuğun anasını ağlatmayı hayal ederdik. ebeleri ''öğretmen geldi tahtayı sildi,üzerine bir nokta koydu!'' akabinde ebenin sırtına bir parmak atardık,ebede o parmağı bulana kadar sayacağı sayı artardı.*
işte böyle çeşitli saçma ve eğlenceli oyunlarla zevkin doruklarında gezerdik.*ah ah keşke hayat böyle olaydı be sözlük!
8 ya da 9 yaşındaydım*babamın cebinden dolarları aldım*bütün mahalleye *cips, kola, şeker, dondurma, top ve bilemediğim bir sürü şey daha aldım e tabi paraların olmadığı ortaya çıktı akabinde paraların benim aldığım da sonra bir güzel dayak yemiştim.
babam ve arkadaşları ile karakola gidilir o zaman 5 yaşındadır red dead penistion.araba'nın evrakları için,herneyse karakola varılır ve komiserin yanına gidilir o cümle söylenir.

''komiser amca babamlar kırmızıda geçti!''

komiserin cevabı.

''yaa! öylemi!.
şimdi yazacağım bir çocukluk anısı mıdır yoksa bir annenin çocuğuna yaptığı işkence midir bilemiyorum. babam esnaf olduğu için bütün günü dükkanda geçerdi sadece babamın değil aynı zamanda anneminde hemen hemen bütün günü dükkanda geçerdi.işten güçten vakit bulup çocuklarına pek fazla vakit ayıramazlardı. beni sürekli birilerine emanet ederlermiş. o gün bana bu işkencenin uygalanacağı gün bana bakmaları için kimseyi bulamamış annem, beni evde yalnız bırakmak zorunda kalmış. o zamanda da evlerde odun sobası var tabi ben gidip gidip sobaya yapışırmışım bütün kış bir taraflarımı yakarmışım falan. annem de çözümü beni ayağımdan koltuğa bağlamakla bulmuş! 3 yaşındaki bir çocuğu ayağından iple koltuğa bağlamış ipin boyunu da kısa bırakmış ne yaparsam yapayım sobaya yetişemiyormuşum. işin en kötü tarafı ben o halde saatlerce duruyormuşum hatta bir kaç kere ağlamaktan koltuğun kenarında sızıp kalmışım. zavallı annem hala daha anlatır anlatır üzülür ya.. ama sonuç değişmiyor ben ayağımda prangalarla büyümüşüm hey gidi hey!
eve gelen misafirlerin ayakkabılarının içini su doldurmak akabinde peder beyden dayak yemek.
an itibariyle annem ve babamdan dinlediğim... ilk göz ağrısı olmak ayrı olay canım... *
yaşadığımız sürece en güzl anıların olduğu en saf en temiz duyguların yaşandığı herşeyın gerçekten masumane gerçekleştiği yıllardır.
abimle bisiklet sürerken annem yemeğe çağırır. abimde arkamdan "yemeğe gel yemeğe" der ama ben aldırmadan sürerim bisikleti, abim gelmediğimi görünce bi kovalamaca başlar. "ckazim gelsene yemeğe olm" der ama ben dahada hızlanırım. abim bakarak gülerken önümde çöp bidonuna toslarım. ve kafam şişmişti. o gün çok ağlamıştım. 1 hafta bisiklet yasağı gelmişti. *
unutulmaz anılardır.
üst kat komşumuz çok iyi biriydi. beni hep yanına çağırır, bana hep kola ikram ederdi. sonra ben kolayı içtikten sonra hep uyurdum.çok mutluyduk. o günleri çok özlüyorum sözlük.
mutlu anların toplamıdır.
en masum zamanın anılarıdır. hiç silinmesin hafızalardan her dakikası kalsın ister insan.
Çocukken 23 Nisan'larda ponponlar elimizde stada giderdik nizami şekilde. 90'lar olmasına rağmen çok şeyin değiştiğini düşünüyorum o günden bu güne. Sonra folklör maceraları ve elemelerde elenmeler. Kantinde simit-ayran kardeşliğine ulaşmak için kuyrukta beklerken önüne geçen çocuğun kafasını duvara yapıştırmalar. Atatürk büstünün etrafını çevreleyen zincirlerin üzerine yasak olmasına rağmen oturmalar. Aşı günü sıra bana geldiğinde okuldan kaçmalar. Arkamda beni bahçede koşturan öğretmenim ve hemşireler. Ki nedense kulağımıza geldiğinde aşı olacağımız, hep öğretmenler asılsız ihbar olduğunu savunurlardı. Acı gerçek bir sonraki derste şamar gibi inerdi yüzümüze (yani kolumuza) Ben o gün kaçtım evet. Anarşist tavrım öğretmenleri çıldırtmaktaydı. Ama sonra hastanede şişman ve eli ağır hemşire iğneyi saplamıştı koluma. Kaçamadığımız bazı acımasız gerçekler, anarşizmin tıkandığı yerler var evet.

Bazen öyle günler olurdu ki, beslenme çantamda bir meyve suyu ve dandik bir bisküvi olurdu. Yanımdaki muz zıkkımlanırdı. Maymuna dönmesini ne çok istemiştim. Olmadı. Ama Yerli Malı Haftası'nda(kaldı mı o hafta artık sanmıyorum!)muzu bile aklıma getirecek mide kalmıyordu.

Kalem ucu yiyebilme yeteneği gibi bir yetenek vardı arkadaşlarım arasında. O neydi hiç anlam verememiştim. Bir de 4 kişi oturduğumuz ama aslında iki kişilik olan sıralar vardı.

Güzeldi o günler. Folklör dersinde anlayışsız hoca yüzünden altıma çişimi yapmam hariç. Hangi idealist yaklaşımın peşindeydi bilmiyorum ama o gün dersi uzatası gelmişti. Belli etmeden nasıl sıvıştım hatırlamıyorum. Sıvıyı iki kat daha hızlı emen hagis little sivımırs icat edilmemişti lanet olasıca. Prima ise pahalıydı, gerçi yedi yaşından bahsediyoruz ya neyse.

Beşyüz kişiye yıl sonu gecesinde konser vermiştim. Yaş 8 ancak söylenen şarkılar arasında sadece Emel Müftüoğlu'nun "hovarda" mıydı neydi o şarkısı vardı. Geri kalanı Dede Efendi'den filan.

Büyüdükçe dünyanın berbat bir yer olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. O yıllarda sadece iki kulağımdan tutup havada döndürerek ceza veren müdürü kötü bilirdim. Keşke sadece müdür kötü olsaymış. Ya da yaş büyüseymiş de, kötülüğü görmeseymişim.

Hakikaten biz büyümüşüz ve dünya daha kirli bir hal almaya başlamış. Deterjan firması istediği kadar güzeldir desin kirlenmek güzel falan değil. Çirkefe bulaştın mı çocukluk anılarına da gölge düşüyor!
ömür boyu "ah bir geri dönebilseydim" diye hayıflanılacak, iyisiyle kötüsüyle bizim olan en temiz zamanlarımızın hatıralarda kalmış resmidir.
(bkz: hop hop hop değiş tonton)
kuzenlerle hep birlikte toplanılmıştır. ailenin en haylaz, soytarı çocukları bir aradadır. (ben de bunların arasındayımdır ) ne yapsak da bir itlik etsek diye düşünülürken, ecza dolabında temiz şırınga bulunur. hemen masa üzerinde bulunan meyve tabağından bir portakal araklanır, şırınga vasıtasıyla portakalın içinden bir miktar su çekilir. kimseye çaktırmadan tek sıra halinde balkona çıkılır, balkon demirlerinin arkasına pusu kurulur. yoldan geçen ilk kurban görülünce, iyice gizlenildikten sonra, kurban tam balkonun mahallindeyken şırıngadan portakalın suyu fışkırtılır. geçen kişi ne yapacağını şaşırmış vaziyette etrafına bakınırken, bu pislik kuzenler sesleri çıkmasın diye yumruklarını ağızlarına tıkarak, balkon pis mi temiz mi düşünmeden yerlere yatarak kahkahalarla gülerler. aynı şey birkaç defa tekrarlandıktan sonra, gülme krizleri sonucu karın ağrıları başlayan kuzenler, yine tek sıra halinde kedi gibi sessizce içeri döner, oyunlarına devam ederler.
çocukluk işte! ve hiiç unutulmaz.
herkesin en saf ve de en canice anılarının olduğu zaman dilimi.
Ben de bir ara balık beslemeye merak salmıştım. ilk başlarda gayet iyiydi. Sonra bir gün halamdayken babaannem evden telefon etti, Senin küçük balık yok görünmüyor diye. Hemen piskledime binip eve gittim. Bir baktım o şişko büyük balık yüzüyor karnı şişkin Ama ölü gibi olduğu yerde, o küçük, sevdiğim balık yok. Hemen elimi akvaryuma daldırıp şişko balığı çıkardım. Dışarı yere yatırıp kürekle şişmiş olan karnını deşip küçük balığı midesinden çıkarmaya uğraştım Ama yoktu. Sonra akvaryumU BOşaltırken gördüm ki küçük balık taşın altında kalmış. O büyük balığa hâlâ üzülürüm.
(bkz: taso dedektörü)
otoparkta yapılan, taştan kale yapılıp delilercesine oynanan futbol maçları veya eve gitmeyi unutan ben ve beni arayan koca bir sulale ve torpil sesleriyle beni bulan kuzenim. Not: bu kuzen de uludağ sözlükte bir yazar.
insanı gülümseten anlardır. 8 yaşındaydım, mahallemizin bir bakkalı vardı. bu bakkal bizden çok çekmiştir, sessizce tırnakladığımız ''japon çekirdeklerin'' haddi hesabi yoktur. ama bu bakkal amca çok naifti, karadenizliydi. sapsarı saçları, mavi gözleri ve taşımaktan gurur duyduğu bira göbeği vardı, hatırladığım en tatlı vasıfları bunlar. bir gün yine arkadaşlarla iş başındayken, garip bir şey oldu. bakkal istediğim çamaşır suyunu vermek için arka bölüme geçti, bakkalda da benimle emsal olan kızı vardı. kız orada olduğu için, japon çekirdekler sadece tahayyül oldu bizim için. bu kıza haddini bildirmeliyim diye düşündüm ve kızı elledim, güldü. evet hikayem bu kadar! bunu erotik bir anım olduğu için anlatmıyorum ama kaç kişi japon çekirdek çalmak maksadına ulaşamadığı için bakkalın kızını eller ve bakkalın kızı güler lan ? ibnelik olsun diye mi gülmüştü ? bizim niyetimizi anlamış mıydı ? neden güldü ?

geçen sene o kızı, o kadar aradan sonra tekrar gördüm, 20 yaşında 2 çocuğu vardı. neden güldüğünü 12 sene sonra anlayabilmiş olmanın hazzını yaşadım. evet, 8 yaşındaysanız hayat gerçekten boktan.
işportadan güneş gözlüğü almıştık. gözlerimizin kıymetini bilmememizden çok, çocukluk hevesiyle ilgili olaraktan. on-on bir yaşlarındaydım. izmir’in uzak bir ilçesindeydik. babamın teyzesinin evinde. herkes hayattaydı o zamanlar. dahası olacaktı, son jenerasyon doğmayı bekliyordu. toprak sadece yağmurla anımsanan bir şey ve kahverengi ile siyahın uyumlu olduğu tek yerdi. başka da bir anlama gelmiyordu. sevmemek için bir gerekçem yoktu. o gece deprem oldu. insanların sokağa çıkma ihtiyacı hissedeceği şiddette bir deprem. bir daha olacakmış laflarına inanabileceğim bir yaştaydım. (o alışkanlık oldu sonra, yıllar sonra da inandım bu laflara, karın ağrılarından sokağa çıkamayacağım kadar çok inandığım dahi oldu.) artçı kavramından uzak bir inanıştı bu. bilimsel gerçeğe dayanan ama inanış kısmı bunu pek de kapsamayan boş beleş söylemlerle bezeli bir durum dahası beter bir korku. biz de çıktık evden. güneş gözlüklerimiz sehpanın üzerinde duruyordu. yanıma almak için uzanmış ama kuzenim tarafından durdurulmuştum. “saçmalama, gece gece gülerler” demişti. ev yıkılırsa orada kalsın istemiyordum, ne vardı bunda saçma olan? hele ki ben oyuncak bebeğine üzülen, oyuncak bebeğinin yalnızlığına üzülen ben. laf mıydı bu bana söylenecek. yine de “gülmesinler o zaman, insanları kendimize güldürmememiz lazım, evet evet olmaz” deyip bıraktım. çıktık apartmandan, aklımda kalanlarla çıktım. aşağıdaki parka gittik. dört yanı betonla çevrili bir yerde değiliz diye ölmeyiz sanıyorduk. sadece geometrisi değişikti yine dört yanımız betondu oysa. ama bunu düşünebilecek dinginlikte değildik. uzaklara bakmamamız gereken bir yaştaydık. uzakları es geçen yaşta. mısır aldık bir amcadan. iki küçük çocuğa söylenmeyecek laflar etti. “o neydi ya, nasıl salladı. bu araba var ya ta şuradaki çöp kutusuna kadar gitti de geri geldi. ben böyle şey görmedim. bir daha olacakmış. eve girmemek lazım bu gece.” mısır yiyecektik amca biz ya. hayatı normalleştirecektik, eşiyle ettiği büyük kavgadan sonra ağlayan kadının bir ara durup esnemesi gibi. bir nefes alıp geçecektik. gözlüğüm vardı hem benim o evde, sen gitmeyin eve dediğinde ben pişmanlıktan ölüyordum. hemen uzaklaştık amcadan, moralimizi yok etmişti. üstelik çok da rahattı. sanki kendisi bu evrene ait değildi ve kötü şeylerin olması onu hiç etkilemeyecekti. yıkılan evlerin arasında dahi mısır satabilecekmiş gibi bir hali vardı. ne kadar çok dışarıda kalırsak o kadar karmış gibi üç dört saat sokaktaydık. kota doldurur gibi bir halimiz vardı. zamanı ayarlamıştık da o saatten sonra bize bir şey olmaz gibiydi. zaman doldu ve döndük eve. gözlüklerimiz sehpada, bir daha deprem olacakmış bilmişliği beyinlerimizde yattık uyuduk sabaha kadar. sabah hiçbir şey yıkılmamıştı. balkonlar yerli yerindeyken hazır, kahvaltı yaptık onlardan birinde, parka bakan ve bir sürü ağaç göreninde. fotoğraf çekildik sonra. bir pozu aklımda. gözümde güneş gözlüğüm, üzerimde yakalarında iki ince siyah çizgisi olan sarı tişortum ve babama sarılan kollarım. gülüyordum salak gibi. poz denen şeyi öyle öğretmişlerdi. inanmıştım. kocaman gülmek gerekiyordu. içimden de geliyordu hani. gözlüğüm güzel görünüyor olmalıydı. gülmem doğru bir şeydi. herkes hayattaydı, gülmenin neresi kötü olabilirdi. müzikler de hep eğlenceliydi o zamanlar. aklımıza hiç ağlamak gelmiyordu dinlediğimizde. (bir tanesi var, o başka) ya biz çok sığdık ya da bütün çocuklar. ağlayacak daha başka mevzularımız vardı belki de. daha gerçek, daha dişe dokunur. (üç beş yıl öncesinde ankara’nın o köyünde, anneye nisan ayı gelmiş ve bugün çocuk bayramı neden dondurma yiyemiyoruz ağlarım ben de o zaman deyip kafa tutmak gibi.) kahvaltı bitti. sonrasını pek hatırlamıyorum ama biraz zaman geçtikten sonra gözlüğümün tek sapı kırıldı. çok üzülmedim, galiba önümüz kış diye üzülmedim. (o zamanlar güneşi yaza özgü bilirdim. kışın güneş gözlüğü takılır mıydı, gülerlerdi adama, geceleri güldükleri gibi.) üç ayda unuturum nasıl’sa diye üzülmedim. unutacağın bir şeye üzülmeyi anlamlı bulmuyordum o yıllarda. yanılmamıştım, sonraki yaz aklıma bile gelmedi. şimdi o günleri hatırlıyor ya da anlatıyor olmamı bir şeylerle bağdaştıracak değilim. ama bir parça o yılların unutkanlığına ihtiyacım var. hadi boş vereyim unutmayı falan, gülen bir surat en azından gülüyor gibi yapabilen bir surat güzel olabilirdi. bu kadar uzak olmasaydı, bu kadar da özlemli. belki de poz verirdik güneşlere gözlüklerimizle.
güncel Önemli Başlıklar