bugün

umut sarıkaya'nın uykusuzun 260. sayısındaki öyküsünün başlığı.cronopio nickli itü sözlük yazarı emek verip yazmış kendi sözlüğüne.ben de ona teşekkürlerimi sunarak bu güzide yazıyı buraya taşıyorum:

içine kapanık ve karamsar bir yazara yakışmayacak derecede iyi yüzerim. edebiyat dünyası olarak sarıyer sahiline insek, diğer yazarlar mıy mıy oturup etrafa utangaç gözlerle bakarken ben ağzımda sigara ile havada takla atıp suya dalarım ya da koşarken birden havada döner hazır olda asker selamı vererek kaybolurum derin mavilikte. yüzeye çıkınca dalarken ağzımın içine hapsettiğim sigaramı bir dil hareketi ile tekrar çıkarır sahilde duran türk edebiyatının şaşkın bakışları eşliğinde içmeye devam ederek yüzerim. sonra çıkar banktaki ayakkabımın, çorabımın, kotumun yanına oturmuş şairleri, yazarları kaldırıp banka boylu boyunca uzanır öyle yaparım betimlemelerimi, sosyal tespitlerimi, anlatırım insan hikâyelerini... benim için yazarlık ayrı, sahiller iti olmak ayrıdır. bundan ne utanırım ne de gocunurum çünkü sahilde büyüdüm ben.

bu yüzden tatile gitmek gibi bir kültürüm hiç olmadı. ailece gittiğimiz bir yazlığımız, memur kampı ya da devremülkümüz olmadı. yaz aşkı nedir bilmem, yazlıktan tanıdığım dostlarım hiç olmadı. yaz gelince altıma don giymeden sarıyer sahiline iner, şortumla yüzer eve gelirdim. denize ulaşmak benim için hep çok kolay ve zahmetsiz olmuştur. bu yüzden tatilden, tatil yapmaktan zevk almam. benim için tatil yapmak öğrenilmiş bir şeydir. iş olur, zulüm olur bana her zaman tatiller.

bundan iki yıl önce 30 yaşımda, biraz çevremin zorlamasıyla biraz da yaş bunalımının etkisiyle tatile çıkmaya karar vermiştim. yaş bunalımına girmiştim ve bundan çok utanıyordum. bir ömür ellerimde resmen çarçur olmuştu ve ben daha bir bok anlamadan onun yarısına gelmiştim. "nasıl bir yaşlı olmalı" düşüncesini kafamdan bir türlü atamıyordum.

kızılderililer öleceğini anladıkları yaşlıları bir ata bindirip dağlara, ormanlara yollarlarmış. yaşlı kızılderili de buna itiraz etmeden kabiledekilerle vedalaşır, huzur ve sessizlik içinde ölümü beklemek için uzaklara gidermiş. açık söyleyeyim akraba diye koynumda beslediğim yılanlardan biri bana bunu yapsa ortalığı ayağa kaldırırım. önce o ata binmemek için direnir etrafa küfürler ederdim sonra zorla bindirildiğim atı kabileye doğru geri geri sürerdim. en sonunda kabilenin etrafında turlar ata ata, bağıra çağıra ağlaya sızlaya rezil bir şekilde can verirdim. bilgece bir hayat yaşamadım ki vakur bir şekilde ölümü karşılayayım.

tıpkı ölüm gibi, yaşlılık gibi, yaş bunalımına girmeyi de insan kendine yakıştıramaz. ya inkâr eder yaşlandığını ya da götünün pörsüdüğünden saçının beyazladığından çok memnunmuş gibi yapar. inkâr ve kabullenme arasındaki ince çizgide bir o yana bir bu yana gidip gelir zihni. tam yaşlandığını kabullendi derken birden kıpkırmızı bir kazakla görürüz yaşlıyı, ya da kafasında bir bandana ile top sakal bırakmış olarak karşımıza çıkar. ne yaptığını bilmez çoğu yaşlı. ben karar vermiştim nasıl bir yaşlı olacağıma ve bu yolda emin adımlarla ilerliyordum. sarı bıyıklı sinirli, etrafa küfürler eden suratı asık, elinden sigarası düşmeyen, masada oturup karikatür çizen, yazı yazan, sürekli meşgulmüş gibi gözüken bir yaşlı görüyordum 40 yıl sonra da masamda. yapmam gereken şimdi yaptığımın aynısını sadece 40 yıl daha yapmaktı. hem böyle yorulmayacaktım da. ama "40 yıl daha" kavramı bana oldukça korkutucu geliyordu ve "acaba bu kadar emin miyim planladığım şeyin doğruluğundan" düşüncesi her geçen gün kafamda yankılanıyordu. ya tam 39 yıl geçtiğinde kafama dank eder de "naaptım lan ben, keriz gibi bir ömür masada oturdum kafamı skiim!" dersem ne yapacaktım ben. son bir yılımda sigarayı bırakıp, çok hızlı bir şekilde dünyayı gezmeye çalışmak için cilve gözü sınır kapısına mı koşacaktım? gelecekten emin değildim. işte bu yaş bunalımıydı ve ilacı tatile yolculuğa çıkmaktı.

bu yolculuk aynı zamanda benim iç dünyama da yaptığım bir yolculuk olacaktı. o yüzden yanıma kimseyi almadan tek başına yapmalıydım bu işi. çok hızlı bir şekilde bir pansiyon ayarlayıp, otobüse atladım. iç dünyama yapacağım yolculuğun ilk 15 dakikasında otobüste kola içip "kolpaçino bomba" filmini izlemiştim, geri kalanında da eşek gibi uyumuştum. garajdan pansiyona taksi tutmak pahalı geldiği için saatlerce belde minibüsünü beklemiş ve en sonunda tekrar taksiyle pansiyona varmış, iç dünyamı noktalamıştım.

pansiyona vardığımda neredeyse gece olmuştu ve bir karışıklık sonucu benim tuttuğum odaya başkaları yerleşmişti. odasızdım, pansiyoncu kadın bana karşı mahcuptu. bağırıp çağırmadan hiçbir şeye itiraz etmeden öylece durdum "ne yapacağım ben şimdi" demekle yetindim. kadının iyi niyetinden gerçekten şüphem yoktu, kalabileceğim bir yer ayarlamaya çalışıyordu. "başka bir pansiyon varsa oraya da gidebilirim" dedim. "yooo, yoo" diye itiraz etti, "siz biraz oturun ben halledicem" dedi diksiyonlu sesiyle. televizyonun karşısındaki kanepeye oturdum. her halinden memur emeklisi olduğu belli olan bir adamla beraber televizyondaki tartışma programını izliyorduk. bir yandan emekli ile konuşuyor bir yandan da pansiyoncu kadını kesiyordum. benim için mi uğraşıyordu yoksa facebook'tan birileriyle mi konuşuyordu tam göremiyordum. yakın gözlüğü takacak kadar geçkin bir kadındı ama halâ diri bir vücudu vardı. yürüdükçe etekleri savrulan uzun beyaz bir elbise giymişti ve altına giydiği siyah bikinisi belli oluyordu. boynuna taktığı bocuklu uzun kolyesiyle, simli ojeleriyle, ayak bileğine yaptırdığı yunus dövmesi ile ne kadar da yaşam doluydu. muhtemelen yanımdaki emekli amca ile aynı yaşlardaydı. aynı zaman dilimi mi geçip gitmişti üzerlerinden? bu adama cep telefonunu beline taktıran ve bu kadına yunus dövmesini yaptıran aynı zaman dilimi miydi? buna inanması güçtü. su gibi geçip giden zaman yanımdaki amcaya bej rengi keten şortu, penye tişörtü, sözcü gazetesinin tokmak köşesini armağan ederken, pansiyoncu kadına simli ojeleri, javier bardem'i hoş bulmayı, yaşlanmayı değil olgunlaşmayı sunmuştu. "kesin çok güzel kızı vardır bunun" diye içimden geçirdim. kadın ona baktığımı görünce "ayarlamaya çalışıyorum" der gibi bir hareket yapıp ekrana döndü. sonra "umut bey" diye bana seslendi, yanına gittim. "hemen bakıyorum kaydınıza..hmmmm. bizde beş gün misafir olacakmışsınız" dedi, "doğrudur" dedim. "boşalacak odalar var ama ancak iki gün sonra. o zamana kadar ağaç evde kalmanızda bir mahsur var mı?" dedi. "yo benim için farketmez" dedim. "harika" dedi, beraber pansiyonun bahçesine çıktık, bahçedeki ağacın tepesine kurulmuş ağaç evi gösterdi. eve tahta bir merdivenle çıkılıyordu. "gece sarhoş geldiğimde düşmesem bari buradan" diye düşünerek merdivenden çıktım. evin içinde bi yatak bi de lamba vardı. pencereden kafamı çıkarıp ağacın altındaki pansiyoncu kadına baktım. "beğendiniz mi?" dedi diksiyonlu sesiyle. "evet her şey gayet güzel" dedim. "banyo tuvalet ihtiyacınız olduğunda bana söylersiniz ben ayarlarım. gerçi bahçede bi duş var. burada da yıkanabilirsiniz. ama tuvalet için bir şeyler ayarlayacağım. söylemeniz yeterli" dedi.

pansiyon çok güzel yeşillikler içinde bir yerdi ve herkes adeta bir aile gibiydi, ben de bu güzel ailenin ağaç evinde yaşayan sevimli sakar sincabıydım. çatal bıçak sesleriyle uyandım, seke seke indim merdivenlerden aşağı. kahvaltı kuyruğuna girdim. konuklar ya çiftti ya da aileydi. pansiyonda yalnız konaklayan bir tek bendim. yeni evli çiftler bütün masaları işgal etmişti, sert bakışları yanlarına oturmamı engelliyordu, zaten ben de onların o sıkıcı hep bildiğim muhabbetlerine hasret değildim. kahvaltılıklarımı alıp ait olduğum yere, ağaç evime yönlenmişken pansiyoncu kadının sesini duydum. ilerdeki çardakta dünkü emekli ile oturmuş kahvelerini içiyorlardı. yanlarına oturdum sohbet etmeye başladık. slim sigaralarını ardı ardına yakıyordu kadın. emekli ise bu boku 20 yıl önce bıraktığından ve bırakmasından beri yediğinin içtiğinin tadına vardığından bahsediyordu. hayır, bu kadın bu adamla evli olamazdı. öğrenmek için "çok mutlu görünüyorsunuz ne zaman evlendiniz" diye pat diye sordum. kadın bir müddet şaşırarak bana baktıktan sonra "akakakakaka" diye dev bir kahkaha patlattı, tepemizdeki ağaçtan 3 kuş havalandı. emekli ise "meşhur zerrin kahkahası işte" deyip bu yakıştırmamdan memnunmuş gibiydi him him diye gülümseyip sigarasız kahvesini içti. evli değillerdi. aynı eğitim fakültesinden arkadaşlardı. zerrin 16 yıl önce yollamıştı kocayı, emekli de bir yıl önce karısından ayrılmıştı. mezunbul.com aracılığıyla geçen sene bulmuştu zerrin'i, bir yıl facebook'ta konuştuktan sonra emekliyi pansiyonunda tatil yapmaya davet etmişti zerrin. iki eski dosttular ve hepsi buydu. ikisi de bir daha evlenmeye tövbe etmişlerdi. sanki zerrin evlenmeye tövde etti diye emekli de evlenmeye tövbe etmiş gibi gelmişti bana. bakışlarından ve tarihi geçmiş iltifatlarından zerrin'e ne kadar hayran olduğunu hissedebiliyordum. hakkı vardı, hayran olunmayacak kadın değildi zerrin. o kadar hayat doluydu ki aynı kabilede yaşasaydık beni ve emekliyi aynı ata bindirir deeh diye atın götüne vurur, bizi dağa ormana yollardı. bir anda girmiştim zerrin'in çekim alanına.

kahvaltıdan sonra üçümüz pansiyonun önünde buluştuk. zerrin haluk'un evine gideceğimizi söyledi. haluk eski bir mimardı ve rumlardan kalan bir taş evi dekore edip birkaç yıl önce beldeye yerleşmişti. haluk'tan sonra belde çok değişmişti. haluk evinde reçeller yapıyordu, haluk evindeki fırında cevizli ekmekler yapıyordu, haluk evine seramik atölyesi kurmuştu, haluk şaraptan zeytinyağından anlıyordu, haluk atletikti, haluk eğlenceliydi, haluk çok iyi yüzerdi, haluk herkesi severdi, haluk bizi de mutlaka severdi. haluk bütün bu meziyetlerle ege'ye yerleşmeyi hak etmiyordu da sanki biz mi hak ediyorduk. haluk ege'ye yerleşmeseydi de ankara'da oturmaya devam etseydi emindim ege bölgesi, iç ege bölgesi'ni geride bırakıp gider haluk'un evine yerleşirdi. beyaz jipiyle aldı bizi haluk. kasası meşin gibi düpdüzgün kazınmış ve bronzdu, bu ulu baş sanki vücuttan ayrı bir organ değil de kolları pazıları gibi bedeninin devamıydı adeta. bizi görünce de bizim de onlarla geleceğimizi duyunca da hiç şaşırmadı haluk. zaten hiç bir şeye şaşırmıyordu. her şey normaldi onun için evini çok güzel dekore ettirmesi de, şaraptan anlaması da, gençliğinde pandomimle ilgilenmesi de, bütün avrupa'yı beş parasız bisikletle dolaşması da normaldi onun için. "erhmm erhmm normal benim için bütün bunlar. normal evet normal... her şey normal" diye geziniyordu ortada biz yaptığı anlattığı her şeye şaşırırken. biz şaşırmaktan sıkılmıştık o her şeyi normal kabul etmekten sıkılmamıştı. evindeki her şey doğal ve organikti. o kadar aradım bir plastik leğen bir maşrapa bir plastik sandalye göremedim. sanki evdeki her şey yenilebiliyor gibiydi, kolonları masaları, terlikleri, banyo lifini yesen yenir bir havası vardı. zerrin'le kesin aralarında gizli kapaklı bir ilişki vardı. onun yanında yaramaz bir kızdan farkı yoktu neredeyse ağzına düşecekti haluk'un. emekli onunla akrandı, ama haluk neredeyse yaşlı adamı görmüyordu bile. yaşlı şekilliler kendi akranlarını görmezden gelir, sanki diğer dedelerle, emmilerle, fıseyin dayılarla aynı yaşta değilmiş gibi davranırlar. emekli'nin söylediği hiç bir şeye bir ekleme yapmıyor, konuyu birden değiştiriyordu, benim sorduğum bir kaç soruyu da "sana bir kitap verecceğim onu oku sonra tartışalım" deyip geçiştiriyordu. ama hakkını vermek lazım şarapları da yemekleri de gerçekten lezizdi. evin muhteşem bahçesinde biraz oturduktan sonra haluk bizi yüzmek için az kişinin bildiği gizli bir koya bıraktı. biz emekli ile yüzerken akşam güneşin batışını izleyeceklerini bizim de mutlaka gelmemizi söyleyip gittiler. "sanki güneşi de kendisi batırıyor pezevenk" dedi emekli ve beni can evimden vurdu. beraber haluk'un arkasından atıp tuttuk. gıybet iyi gelmişti. birbirimize yakınlaşmıştık.

güneş her zamanki gibi batıyordu. emeklinin de benim de çok etkilendiğimiz söylenemezdi. her batışında bizi biraz daha yaşlandırıp hayatımızı zorlaştıran güneş, sanki bizden aldığını haluk ve zerrin'e veriyordu. beldenin sırtlarındaki arkeolojik yıkıntıların arasında bir lahitin üstünde oturmuş şarap içiyorduk, haluk da bir sunağın üzerinde bağdaş kurmuş eserini büyük bir mağrurlukla izliyordu. zerrin ise tam önümüzde ayakta durmuş ellerini iki yana açmış güneşi içiyordu. zerrin'in ince tül gibi elbisesinin altındaki diri bedeni güneş kızardıkça daha da belirginleşirken yanımdaki emekli sanki ortada bu tanrıların hiç meyvesi yokmuş gibi cep telefonunun burada da çekmesine şaşırıyor, gece için mutlaka sinkov almamız gerektiğinden bahsediyordu. neyse ki haluk'un güneşini batırdık da pansiyona döndük. akşam yemeğinden sonra zerrin bize rakı sofrası hazırlayacaktı. pansiyonun bahçesindeki muslukta buz gibi bir duş alıp ağaç evime çıktım uyudum.

uyandığımda akşam yemeğini kaçırmıştım, direkt rakı masasına oturdum. beni görünce haluk hiç şaşırmadı. benden haz etmediğini fark edebiliyordum. bütün konuşmalarıma, anlattığım her şeye itiraz ediyor bir şekilde konuyu kendine getiriyordu. artık ben pes edince kendi kendine sorular sorup kendi hakkında konuşuyordu. "maço muyum? evet, bir an geliyor kendimi bir kadın karşısında acayip ilkel ve maço hissettiğim oluyor. kıskançlığım beni delirtiyor. ama bazen de kendimi fevkalade kadınsı bir ruh halinde buluyorum. kaprislerim bitmek bilmiyor. bazen bir faşist oluyorum faşistlere hak veriyorum. bazen de insanlığa karşı aşırı iyimser bulurken yakalıyorum kendimi. bazen aşırı tevazu sahibi bazen de gıcıklık derecesinde narsist" dedi ve omzunu öptü haluk. onunkine şekil denilemezdi şekiller üstüydü haluk. asıl acınası durumdaki zerrin'di. "evet öylesin haluk. ben de öyleyim ve seni çok iyi anlıyorum" der gibi sürekli başıyla sürekli haluk'u onaylıyordu. kendi iç yolculuğuma çıkarken kendiyle bu kadar ilgili iki insan ve kendiyle bu kadar ilgilenmeyen bir emekli göreceğim hiç aklıma gelmezdi. haluk rakıyı da kararında içti ve erkenden masadan kalktı. "yarın sabah çok erken kalkıp kabak çiçeklerinin içini iç pilavla dolduracağım. öğlen olup da çiçekler kendiliğinden kapandığında dolmalarımı toplamam lazım. dilerseniz bana katılabilirsiniz" dedi zerrin'e. "orada olacağım" dedi zerrin. her şey ama her şey kendileri içindi. güneşin batması, çiçeğin kapanması, yıldızların gözükmesi, doğanın işlemesi, evrenin bütün düzeni kendileri içindi. kendinden sıkılmak da kendini özlemek de ancak kendileri karar verirse gerçekleşiyordu. işin kötüsü karşılarındaki alternatif de örnek alacağım cinsten değildi. emekli hala yarın haluk bizi koya jipiyle götürür mü götürmez mi derdindeydi. haluk gidince zerrin de bir müddet bizle oturup yatağına gitti. emekli de peşinden gitti odasına. o gece ağaç eve çıkmadım. şişenin dibini bitirip yolun karşısındaki ağaçlığın arasına sıçmaya gittim. bokun biraz yanında da sızıp uyumuşum zaten.

sabah kalktığımda kahvaltı çoktan bitmişti. zerrin ne bana ne de emekliye yüz veriyordu. haluk da ortalarda yoktu. zerrin'in yanına gidip dün geceden söz açmaya çalıştım. pek ilgilenmedi. dünkü sıcak tavrından eser yoktu. güler yüzlü tavrı bir gün için geçerliymiş, laf arasında emekliye de sordum ona da pek fazla yüz vermiyormuş. yeni müşterilerle ilgileniyor bizim pek yanımıza gelmiyordu. yolun karşısından minibüs geçtiğini denize gitmek istersek oradan binebileceğimizi söyledi soğuk bir tavırla. iki kafadar, gelen minibüsü bekleyip tenha koy yerine bu sefer halk plajına gittik. dünkü coşkudan sonra sakin adam gibi denize girmek iyi gelmişti. bütün gün denizde yüzdük. karşıdaki yunan adalarını bize verse yunanlılar diye normal insanlar gibi hayaller kurduk. sonra da deniz bisikleti kiraladık. dünkü organiklikten sonra dökme plastikten yapılmış yunus kafalı bir taşıta binmek bana kendimi iyi hissettirmişti. sigaramızı çakmağımızı biralarımızı yanımıza alıp koyları tek tek geziyor yunanlıların ajlığının yine bizden daha iyi olduğunu, bizim ajlığımızla karıştırılmaması gerektiğini konuşuyorduk. birden açıkta batıp çıkan bir cisim gördük. dün gittiğimiz tenha koydan da zerrin'in "inanmıyorum yaaa. inanmıyorum!" diye çığlıkları geliyordu. derhal emekliye yunusu cisme doğru yönlendirmesi talimatını verdim. tahmin ettiğim gibi bu kişi haluk'tu. ahım tutmuş, boğuluyordu ve hızla akıntıda sürükleniyordu. yunusu oraya kadar götürmemiz imkânsızdı haluk'u kurtarıcam diye emekliyi tehlikeye atamazdım. üstümü çıkardım biramdan bir fırt aldım ve sigara yaktım. emekliye ben atlayınca tam gaz akıntı yönünde sürmesini ilerden bizi almasını söyledim. ağzımdaki sigarayı atıp suya atladım. haluk gerçekten zor durumdaydı, yanına yaklaşınca beni de boğmaya çalıştı. bayılması için ensesine vurdum ama bayılmadı, ellerinden kurtulup etrafında yüzüp tekmeleyerek onu akıntıdan kurtarmaya çalıştım. bir yandan da küfür ediyor kendisini serbest bırakmasını söylüyordum. özgüveni tamamen yok olmuştu, yarı baygın suda batıp çıkıyordu. kafasını tersten yakalayıp su yüzeyinde tutarak yunusa yaklaştırırken birden ellerimden kurtuldu ve yunusa yandan binmeye çalıştı. yunusu devirecekti. "vur kafasına amca vur yoksa devirecek" diye bağırdım. emekli büyük bir hınçla eline alnına tekmeler attı. arka taraftan yunusa çekip halk plajına doğru sürdük. vücudumda derman kalmamıştı. haluk iyiydi. ne kadar yorulsam da bu coşkuyu kaçıramazdım, kıyıda emekli ile beraber haluk'u kucağımıza alıp yunustan atladık. bizi bekleyen kalabalığın arasına karışıp haluk'u sahile serdik.

acil bir müdahaleye, hastaneye gitmeye gerek yoktu. sadece bacağında ve kafasında darp izleri vardı, bir de oldukça bitkindi. "açıl adam biraz hava alsın. açılın yahu" diye başına toplanan kalabalığı dağıttım o sırada emekli tatlı su ile haluk'un elini yüzünü yıkayıp su içiriyordu. beraber koluna girip bi arabaya attık pansiyona götürdük. pansiyonun bahçesindeki kamelyaya yatırdık. iyice kendine gelmişti ama eski halukluğundan eser yoktu. "çoğk mu su yuttum ben. çok mu yuttum" diye konuşup boş gözlerle etrafına bakıyordu. badire atlatınca birden emmi olmuştu haluk. "gidelim mi hastaneye. var mı ağrın sızın. var mı sosyal güvencen" diye bir emminin kulağına bağırır gibi bağırdım. "bağ-kur dan emekliyim ben" dedi sabit gözlerle. "bağ-kur mu kaldı ssk ile birleşti onlar" dedim. pansiyonda bi gülüşme oldu. kadınları uzaklaştırıp mayosunu altından çıkardım, altına penye bi şort giydirdim. iyiden iyiye yaşını gösteriyordu artık. zerrin bi slim sigara yakmış yeni haluk'u uzaktan izliyordu. çay getirttik eline verdik. arada bir öğürüyor ağzına gelen suyu tükürüyordu. "iç çayı iç mideyi yıkar çay" dedi emekli, çayını soğuk suyla ılıttık anca öyle içebildi. çaylı salyalı eli ağzıyla elimi tutuyor bir yere gitmememi istiyor, arada bir öpüyordu beni haluk emmi. o an bi acımam geldi. "bak şimdi sen beni dinle bu gece eve gitme" diye bağırdım kulağına. "burada kal biz bakalım sana" dedim. zerrin yanıma yaklaşıp eve götürmemizin daha mantıklı olacağını söyledi. hiç bişey demeden zerrin'e ve diri vücüduna öfke ile baktım. bu kadında sinirliyken bile beni çeken başka bişey vardı. emekli de zerrin'e katılınca onun da insanlığından şüphe ettim.

pansiyondan çıkışımı aldırmış iki gündür haluk'un taş evinde kalıyordum. haluk'un yürümesi çok zordu. yataktan hiç kalkmadan dinlenmesi gerekiyordu. bi kitap okuyayım dese elinden kitabı alıp hemen ışığını kapatıp yatıp uyumasını salık veriyordum. eline bi de sopa vermiştim. bi ihtiyacın filan olursa gece vur bunla dolaba ben koşar gelirim demiştim. iki gün geçmişti ama emmiliğinde en ufak bi düzelme olmamıştı. bi türlü eski halukluğuna dönemiyordu. onu böylece bırakıp istanbul'a geri dönmeye de gönlüm elvermiyordu. "haluk ağbi var mı senin kimin kimsen arayayım çağırayım. gelip baksınlar sana" dedim. "afyon'da halamlar vardı ama telefonlarını nereye sakladım unuttum" dedi. evde telefon defterini ararken bi sandığın en dibine saklanmış içinden gide gele bi kaç tanesi alınmış bi kutu güllü lokum buldum. bir insan niye yalnız yaşadığı evde güllü lokum saklar ki diye düşünürken haluk sopa ile dolaba vurdu. elimde güllü lokumla içeri girdim "ne demek oluyor bu haluk" dedim. "ben hep emmiydim umut taa en başından beri" dedi. ışığı kapatıp evden ayrıldım. dergiyi, masamı özlemiştim.