bugün

Bu haftasonu kırgın bir sonbahar güneşinin altında, yarıçıplak, boşbir havuzun kenarında uzanmış umarsızca hayata gözlerim kapatmışken çok ağladım canım.
Ne çöpe atılmış boşa giden polaraid fotoğraflardı hüznümün kaynağı, ne de yapraklarını bir ağıt gibi hayatımın üzerine dökmüş olan çitlenbik ağacı.
Truth or dare oynuyorduk aramızda aynı kayığa binmiş bir grup birbirini az tanıyan insan,
tanımadık puslu bir denizde darağaçları ile çizecekti gelecekte adı lazım olmayan bir ressam.
Ve ben günlerdir kitap okuyordum.
Bilmediğim dillerde tanımadık insanların hikayeleri rüyalarıma giriyordu.
Tül perdeler uçuşuyordu akşam üstleri...
Ve özlemin pek bir yaman doknulordu tenime.
Aynı öğle üstlerinde özleminin de artık tarifinin değiştiğini fark etim.
Bir sabah bir kadın geldi,çok önemsediğim birşey söyledi sonra gitti.
Ben unuttum, tüm pişmanlığımla tüm söylediklerini.
"Canım" kelimesinin kapsamı değişmiş ve yepyeni canımlar gelmişti hayatımın penceresine.
Birbirine telle bağlı iki yelkenli geçiyordu şarap bardaklarının terekesinde
bu mevsimde artık
Umursamadan bir rüzgar esiyordu zeytin ağaçlarının yaprakları arasında.
40 zeytin ağacı var ki kırkının hikayesi de farklı her kalp gibi birbirinden

Canım, senin varlığın bir armağan gibi geliyordu bana ve yokluğun hayli acı veriyordu,
her ne kadar kendime müsade etmesem de intihar bir çözüm gibi düşüyordu ağaçtan... !
Her zamanki gibi o kumru geldi ve her zamanki gibi o sudan içti sessizce
her zamanki iyimserlik geldi kondu omzuma kanadından kopmuş bir tüy misali
Gölgesini de seviyorum kanatlarının uzakta
Parizyen bir şehrin silüetinde rehin kalmış olsa da!
iki ineğin bok kokusu geliyordu komşu arsadan tüm bu sesizlikler eşliğinde
Canım bu haftasonu çok ağladım kimse duymasa da.
Sessiz bir ayin, tanıdık bir isyan gibiydi.
Bir hesaplaşmadan çok, bir yağmurun zamansız yağmasıydı.
Mutedil bir hüzne demir atmıştım.
Geldi... geçti.

Canım, iyi ki sen orda kanatlarını açmış bana kol kanat germiş duruyordun.
Yoksa ben bu diyarlarda yapayalnız,
Tarifsiz bir hüznün içinde kaybolup gidebilirdim
gitmedim ama... !
henüz gidemedim
(#1006836)
(#1584744)
(#1033218)
(#1369739)
(#927481)
oğlum bir hafta sonra evleniyor. sorumluluk sahibi bir baba olarak ona öğüt vermem gerekiyor. fakat bunu evde yapamam çünkü annesi ağız tadıyla öğüt vermeme izin vermez, sözü ağzımdan kapıp kendi devam eder. iş yerimden oğluma telefon açtım, "akşam yemeğini dışarıda birlikte yiyelim." dedim. deniz kenarındaki bu şirin lokantada şimdi onu bekliyorum. geliyor aslan parçası, yakışıklılığı da aynı ben. yan masadaki kızlar gözleriyle oğlumu süzüyorlar. bakmayın kızlar, onu kapan çoktan kaptı. hoş beşten sonra konuya giriyorum.

oğlum haftaya düğünün var, bir baba olarak sana bazı konularda yol yordam göstermem gerekiyor.
çocukluğunda suç işlediği zamanlardaki gibi birden bire kızardı. kerata ne anlatacağımı zannettiyse!

-baba ben yirmi altı yaşındayım, bazı şeyleri biliyorum artık.

-ah senin o biliyorum zannettiğin konularda da çok bilmediğin çıkacak ama ben o konulardan bahsetmeyeceğim. keşke konuşabilseydik ama henüz o kadar modern olamadım.
rahat bir nefes aldı. bu arada yemeklerimiz de geldi. oğlumla şöyle keyif yaparak muhabbet edelim bakalım.

-kaç dil biliyorsun oğlum sen?

-ingilizce, fransızca, bir de türkçe'yle üç dil oluyor.

-bugün ben sana dördüncü dili öğreteceğim. dilin adı bükçe. kadınlar tarafından kullanılır. sen buna "kadın dili" de diyebilirsin.
güldü. güldüğü zaman benim yanağımdaki gibi küçük bir gamzesi var, o ortaya cıkıyor.

-kadınların ayrı bir dili mi var?

-tabii ki. eğer kadın dilini bilirsen bir kadınla yaşamak dünyanın en büyük zevkidir, ama bu dili bilmezsen hayatın kararabilir. o yüzden bir kadınla mutlu olmak isteyen her erkek bükçe'yi öğrenmeli.

-iyi de niye bükçe?

-çünkü kadınlar konuşurken, genellikle söyleyecekleri sözü net söylemezler. eğip bükerler onun için dilin adını "bükçe" koydum.

-"bükçe zor bir dil mi baba?" diye sordu gülerek.

-bana bak, çok önemli bir konu ama eğleniyor gibisin, biraz ciddiye al. bir kadınla mutlu olmak istiyorsan bu dili bilmen çok önemli. çünkü kadınlar sözü bükerek bükçe konuşurlar sonra da senin sözün doğrusunu anlamanı beklerler. felsefesini anlarsan kolay, anlamazsan zor. mesela çinli bir karın var, sen karına sürekli fransızca "seni seviyorum" diyorsun ama karın hiç fransızca anlamıyor. fransızca "seni seviyorum" un onun için bir anlamı yoktur. ona çince seni seviyorum dediğinde seni anlayabilir.

-tamam baba, haklısın ciddiyetle dinliyorum. peki, sence kadınlar neden bizimle aynı dili konuşmuyorlar, söyleyeceklerini direkt söylemiyorlar?

-bence bir kaç sebebi var. birincisi, duygusal oldukları için, hayır cevabı alıp kırılmaktan korktuklarından sözlerini de dolaylı söylüyorlar. ikincisi, kadınlar dünyaya annelikle donanımlı olarak gönderildikleri için onların iletişim yetenekleri çok güçlü.

-bu konuda biz erkeklerden bir sıfır öndeler yani.

-ne bir sıfırı oğlum, en az on sıfır öndeler. düşünsene, henüz konuşmayan, küçük bir çocuğun bile yüz ifadesinden ne demek istediğini hemen anlıyorlar. işin kötüsü kendileri leb demeden leblebiyi anladıkları için biz erkekleri de kendileri gibi zannediyorlar. onun için leb deyip bekliyorlar. hatta bazen, leb demek zorunda kaldıkları için bile kızarlar. "niye leb demek zorunda kalıyorum da o düşünmüyor?" diye canları sıkılır.

-biz de bazen canan'la böyle sorunlar yaşıyoruz. "niye düşünmedin?" diye kızıyor bana.

-kızarlar oğlum, kızarlar. kadınlar ince düşüncelidirler, detaycıdırlar, küçük şeyler gözlerinden hiç kaçmaz. bizim de kendileri gibi düşünceli olmamızı beklerler, fakat erkekler onlar gibi değil. biz bütüne odaklıyız, onlar detaya. beyinlerimiz böyle çalışıyor.

-ne olacak baba o zaman, yok mu bu işin çaresi?

-var dedik ya oğlum, bükçe'yi öğreneceksin, bunun için buradayız. hazır mısın?

-hazırım baba.

-bükçe bol kelime kullanılan bir dildir. biz erkeklerin on kelime ile anlattığı bir konu, bükçe'de en az yüz kelime ile anlatılır. dinlerken sabırlı olacaksın. mesela karın o gün kendine elbise aldı, diyelim. bunu sana "bugün bir elbise aldım." diye söylemez. elbise almak için dışarı çıktığın dan başlar, kaç mağazaya gittiğinden, almak için kaç elbise denediğinden, indirimlerden, yolda gördüğü tanıdıklarından, alırken yaptığı pazarlıktan devam eder ve sana kocaman bir hikaye anlatır.

-hikaye dili yani.

-aynen öyle. sen akıllı bir erkek olarak ona asla, "hikaye anlatma, ana fikre gel, kısa kes."
demeyeceksin. böyle bir şey dediğinde bittin demektir. ister öyle de, istersen "seni sevmiyorum." de. iki durumda da "seni sevmiyorum" demiş olacaksın.

-ne alakası var baba "seni sevmiyorum" demekle "kısa anlat" demenin?

-çok alakası var. kadınlar dinlenmedikleri zaman sevilmediklerini düşünürler.

-bu önemli. bükçe'de dinlemek sevmektir diyorsun.

-aynen öyle. devam edelim. bükçe ima dolu bir dildir. kadınlar konuşurken bir şeyler ima etmeyi severler. biz erkekler de imalı konuşuyoruz diye düşünürler ve gözlerimizle onlara ne demek istediğimizi çözmeye çalışırlar. oysa erkeklerin ima yeteneği pek gelişmemiştir. bizim kastımız söylediğimiz şeydir.

-geçen hafta canan bana "bir kaç kilo daha versem gelinliğin içinde daha iyi duracağım." dedi. ben de "böyle de iyisin." dedim. canı sıkıldı, bir kaç saat surat astı. "neyin var?" diye sordum. "hiçbir şeyim yok." dedi. sence nerede hata yaptım?

-"böyle de iyisin" derken o "de" ekini orda kullanmamalıydın. canan bunu şöyle anlamıştır. "böyle de fena sayılmazsın, eh işte, idare edersin ama tabi daha da iyi, daha da güzel olabilirsin."

-peki ne demem gerekiyordu?

-şunu hiç unutma. kadınlar kendileri ile ilgili, giysileri ile ilgili ya da aileleri ile ilgili bir soru soruyorlarsa, kesinlikle iltifat bekliyorlardır. es kaza eleştirmeye kalkarsan yandın. bunu hiç unutmazlar. o gün 'hayatım sen zaten çok güzelsin, kilo vermeye falan bence ihtiyacın yok.” deseydin, günün zehir olmazdı. mesela bir gün kucağına oturup "ağır mıyım?" derse sakın "evet, biraz" falan deme "hayır" de. yoksa bir daha kucağına oturmaz.

-yani diyorsun ki bir kadın her daim güzeldir, her giydiği yakışır ve her kadının annesi bir hanımefendi, babası da beyefendidir. bana ne yaparlarsa yapsınlar.

-aferin oğlum, çok hızlı anlıyorsun bana çekmişsin. kadının, kendi anne babasıyla sorunu olsa, kendi eleştirir ama asla senin eleştirmeni kabul etmez. bunu kendine hakaret olarak alır.

-ve asla unutmazlar, değil mi?

-aynen öyle. yıllar once annene, annesi için "biraz cimri." demiştim. hala "sen benim annemi sevmezsin." der ve annesi bize bir şey aldığında gözüme sokar, en çok göreceğim yere koyar.

-hadi o konularda dilimi tutarım da, şu ima işini çözmek zor geldi.

-zor gibi ama biraz gayret edersen çözersin. en önemlisi imaları anlayacaksın ama 'sen şunu mu demek istiyorsun?” diye asla yüzüne vurmayacaksın.

-anladım. anlayacaksın ama anladığını belli etmeyeceksin. buna şöyle de diyebiliriz. o beni iğnelediğinde 'niye bana iğne batırıyorsun?” diye sormayacağım, o iğneyi ben kendi kendime batırmışım gibi yapacağım.

-güzel ifade ettin oğlum. mesela dün öğlen annen beni aradı. "akşama tok mu geleceksin?" diye sordu. beni biliyorsun akşam yemeklerinde hep evdeyimdir. kırk yılda bir dışarıda yerim onu da haber veririm. tabi ben hemen anladım annenin ne demek istediğini. "tok gel, yemekle uğraşmak istemiyorum" demek istiyor. anladım ama tabi 'ne demek istiyorsun?" demedim.

-dün çok yorulmuştu baba, düğün alışverişine çıkmıştık.

-bunun pek çok sebebi olabilir. yorulmuş olabilir, bir kabul gününden tok gelmiş olabilir, bin beş yüzüncü diyetine başlamış ve o gün yemekle uğraşmak istemiyor olabilir. ama bunu biz erkekler gibi kısa yoldan "canım benim karnım tok, sen de dışarıda bir şeyler ye, ya da yorgunum, gelirken bir seyler getir yiyelim.” demez. sanki böyle derse, iyi ev kadını rütbesi tozlanacak, mevki kaybedecek. illa bükçe anlatacak, asık bir yüzle karşılaşmamak için senin de anlaman gerekiyor. 'hayır, evde yiyeceğim ama istersen hazır bir şeyler alıp geleyim, ne dersin?”dedim. 'tamam.” dedi. döneri sever biliyorsun, dün eve giderken, ekmek arası döner yaptırdım. onun dönerini de porsiyon yaptırdım. bunu düşündüğüm için ayrıca sevindi. o da diyette, düğünde daha zayıf görünme derdinde bu sıralar.

-bu bükçe'de kısa konuşma yok mu baba?

-var ama yerinde olsam hiç tercih etmezdim. kadın konuşmuyorsa ya da kısa konuşuyorsa kesin ciddi bir sorun var demektir. mesela baktın canı sıkkın, soruyorsun, 'neyin var?” diye. 'hiçbir şeyim yok.” diyorsa, aman bir şeyi yokmuş diye bırakma. yoksa az sonra, çok ilgisiz olduğundan yakınarak, ağlamaya başlar.

-bükçe'de "hiçbir şey yok." demek "çok şey var, benimle ilgilen." demek oluyor, o zaman.

-evet. biz erkekler "bir şey yok." diyorsak ya gerçekten bir şey yoktur, sadece başımızı dinlemek istiyoruzdur ya da bir sey vardır ama "şu anda konuşacak bir şey yok." diyoruzdur. her ikisinde de konuşmak istemiyoruzdur. ama kadınlar ilgiyi sevgi olarak gördükleri için "bana değer veriyorsan, ilgilen ki anlatayım." demek istiyordur. çok nadiren gerçekten anlatmak istemiyor olabilir, o zaman da fazla üstüne varıp bunaltmayacaksın tabi.

-bir arkadaşım da kadınların "peki." demesi tehlikelidir demişti.

-doğru. bir kadının ağzından çıkan kuru bir "peki", "olur", "tamam" her zaman tehlikelidir. bu bükçe'de "şimdi tamam diyorum ama acısını daha sonra çıkaracağım." demektir. sana en kısa zamanda kesin bir ceza keser. fakat pekinin yanında "peki canım, olur hayatım" gibi bir hoşluk ekliyorsa korkmaya gerek yok.

-zor bir dil baba.

-yok yok gözün korkmasın, her yabancı dil gibi. ilk başlarda biraz çalışacaksın, pratik yapacaksın, bazen hatalar yapacaksın, dikkat edeceksin sonra otomatiğe bağlanırsın. kolay yanı şu senin bükçe konuşman gerekmiyor. dili anlaman yeterli.

-anlamak da pek kolay değil ama.

-korkma, o kadar zor değil. en önemli kuralları ben sana öğretiyorum zaten. devam edelim. kadınlar istediklerini söylemek zorunda kalınca, düşünemediğimiz için biz erkeklere kızarlar ve konuşurken suçlayarak konuşurlar fakat suçladıklarının farkında olmazlar. sitem ediyoruz zannederler.

-nasıl yani?

-mesela, karın sana "ne zamandır dışarı çıkmadık." derse bunu suçlama olarak üstüne alma, canı seninle gezmek istiyordur, bunu sen düşünüp teklif etmediğin için kalbi kırılmıştır. maksadı seni suçlamak değildir. "daha geçenlerde gezmeye gittik." gibi bir savunmaya girme. "tamam canım haklısın, ben de istiyorum, en kısa zamanda gideriz." de, konu kapanır. tabi ilk fırsatta da sözünü yerine getirirsen iyi olur.

-küçük ama önemli detaylar.

-aynen öyle. mesela karın "üşüdüm." diyorsa, "üstünü kalın giy." demeni ya da "kombiyi açmanı" değil ona sarılmanı istiyordur.

-keşke okullarda öğretselerdi biz erkeklere bükçe'yi. ne kadar erken başlasak o kadar çabuk kavrayabilirdik belki.

-haklısın, aslında ben de sana öğretmek için geç kaldım. neyse zararın neresinden dönülse kardır.

-not mu alsaydım... epeyce detayı varmış dilin.

-sen bilirsin oğlum, unutacaksan al. keşke ben de not alıp gelseydim. umarım sana eksik öğretmem. şimdi aklıma geldi. kadınların en nefret ettiği sözcük "fark etmez."dir. "fark etmez" i kadınlar "hiç umurumda değil, ne yaparsan yap." diye anlarlar.

-en değerli sözcük nedir?

-sen bil bakalım.

-"seni seviyorum." herhalde.

-evet, kadınlar "seni seviyorum." sözünü sık sık duymak isterler. biz erkekler "söylemiştim, zaten biliyor." diye bu konuda gaflete düşmemeliyiz.

-bükçe sadece konuşma dili midir baba? bunun bir de davranış dili var gibi geliyor bana.

-zekan kesinlikle bana çekmiş. ben de tam ona geliyordum. davranışlar da çok önemli tabii. kadınlar küçük şeylere önem verirler. akşam ona sarıl, televizyon izliyorsan sarılarak izle. gündüz onu düşündüğünü ifade etmek için kısacık da olsa bir mesaj gönder, küçük sürprizler yap. o yemek hazırlarken ona yardım et, salata yap, çay demle.

-akşam gelip sırt üstü yatmak yok yani.

-gözünde büyütme. sayınca çok şey gibi görünüyor ama aslında bunlar zaman alacak, zor ve masraflı şeyler değil. sen bu küçük şeylere dikkat et, zaten karın sana paşa gibi davranır, seni yormaz. bir erkek bu küçük şeylere dikkat etmezse zamanını karısıyla büyük kavgalar yaparak geçirir. sevgiyle geçirmek varken niye kavgayla geçiresin ki? kadınlar çok vericidir ama, eğer sen hep alıp hiç vermezsen, bir gün birden patlarlar. küçük küçük alırlarsa, büyük büyük verirler.

-tamam baba, bunlara dikkat edeceğim.

garson yemek tabaklarını kaldırırken oğlumun telefonu çalmaya başladı. belli ki nişanlısı arıyor, konuşmak için deniz kenarına doğru adımlamaya başladı. az sonra geldi.

-baba çok teşekkür ederim. bükçe'yi anlamaya başladım. canan aradı. "salonun perdeleri ne renk olsun karar veremedim, yarın birlikte mi baksak?" dedi. tam "fark etmez, sen seç." diyecektim ki bunu senin söylediğin gibi "ev de perde de umurumda değil." gibi anlayacağı aklıma geldi. "tabii canım, istersen birlikte bakabiliriz ama ben senin zevkine güveniyorum, sen seç istersen." dedim, çok mutlu oldu. kendi seçecek.

-o zaten perdeyi çoktan seçmiştir de kadınlar illa yaptıklarını onaylatmak isterler. birlikte de gitsen o seçtiği perdeyi almak isteyecektir. biz erkekler onların ne demek istediklerini anlarsak, işlerden kolay sıyırırız.

-baba tekrar teşekkür ederim. bu iyiliğini hiç unutmayacağım. bana bükçe'yi öğretmeseydin halimi düşünmek bile istemiyorum.

şanslısın oğlum. benim seninki gibi bir babam yoktu. bunları deneye yanıla öğrenmem yıllarımı aldı. sen yine iyisin, hazıra kondun.
(bkz: 6 kasım 2007 liverpool beşiktaş maçı)
ilginç bir ölüm:
Amerikan Adli Tip Derneginin 1994'te San Diego'da tertiplenen odul yemeginde dernek baskani Don Harper Mills, aktardigi acayip bir olum olayindaki adli komplikasyonlarla dinleyicilerini saskina cevirmisti. Kaderin adaletine dair ince bir nukte tasiyan bu yasanmis oyku, saniriz sizleri de hayrete sevk edecektir: 23 Mart 1994'te Ronald Opus'un cesedini inceleyen adli tabip, onun kafasindan yedigi kursunla oldugu sonucuna vardi. Muteveffa, on katli bir binanin tepesinden, intihar niyetiyle asagiya atlamisti. (Umutsuzlugunu, geride biraktigi bir notta acikliyordu.) Ancak, dokuzuncu katin onunden gecerken pencereden gelen bir kursun basina isabet etmis, hayati bu kursunla sona ermisti. Apartmanin sekizinci kat penceresi duzeyinde cam silicileri korumak icin konulmus bir ag vardi; ama bu agin varligini ne silahi ceken, ne de muteveffa biliyordu. Acikcasi, kursun olmasaydi, Opus'un intihar girisimi basarili olamayacak; zemine cakilmadan, sekizinci kattaki aga takilip kalacakti. Bu durumu anlattiktan sonra, "Normal olarak," diye devam etti Dr. Mills, "intihar etmeye karar veren biri, mekanizma tasarladigi gibi olmasa da, bunu eninde sonunda basarir." Opus'un dokuz kat asagida yere cakilmayip da dokuzuncu kattan dusuyor oldugu anda basina gelen kursunla vurulmus olmasi, muhtemelen, onun olum modunu intihardan cinayete cevirmeyecekti. Fakat, Opus'un intihar girisiminin basarili olmayisi, savciyi elinde bir cinayetvak'asi oldugu dusuncesine itti. Silahin patladigi dokuzuncu kattaki odada yasli bir adam ve karisi yasiyordu. Tartisiyorlardi ve adam kadini silahla tehdit ediyordu. Oyle sinirlenmisti ki, tetigi cekti; fakat mermi kadini iskalayarak pencereden disari yoneldi ve Opus'a isabet etti. Bir insan A sahsini oldurmeye tesebbus eder, fakat B sahsini oldururse, o B sahsini oldurmekten suclu sayilmali idi. Savcinin ulastigi sonuc buydu. Dolayisiyla, dokuzuncu kattaki yasli adam, cinayetten sucluydu. Bu suclamayla karsi karsiya kaldiginda, adam da, karisi da cok sasirdilar. Cunku, tetigi cekerken adam da, karisi da silahin dolu olmadigindan kesinlikle emindiler. Yasli adam uzunca bir sureden beri bos silahla karisini korkutmayi aliskanlik haline getirmisti. Bunu karisi da bilir, o yuzden adamin tehdidine pek aldirmazdi. Kisacasi, adamin karisini oldurme kasdi yoktu; silahin dolu oldugunu dahi bilmiyordu. Boylece, Opus'un oldurulmesi bir kaza oluyordu; silah kazara doldurulmustu. Arastirmalara devam edilince, olumcul kazadan yaklasik alti hafta once yasli ciftin oglunu silahi doldururken goren bir tanik ortaya cikti. Anlasildigina gore,yasli kadin oglundan mali destegini cekmisti ve babasinin annesini silahla korkutma temayulunu bilen ogul, annesini cezalandirma kasdiyla, babasinin annesini vuracagini umarak, gizlice silahi doldurmustu. Annesi olecek, baba cinayetten suclanacak, mallar ogula kalacakti. Artik olay yasli ciftin oglunun Ronald Opus cinayetinden sorumlu oldugu noktasina gelmisti. Tam bu sirada savcinin karsisina yeni bir viraj cikti. Arastirmalara devam edilince, gecen alti hafta icinde anneyle babasinin silahla tehdide varan bir tartisma yasamamalari, dolayisiyla annesinin olumunu bir turlu basaramayisi nedeniyle, oglun umutsuzlugunun arttigi anlasildi. Bu, onu 23 Mart'ta on katli binanin tepesinden atlayarak intihar etmeye itmisti. Ancak, olumu planladigi gibi olmamisti; dokuzuncu katin onunden gecerken babasinin bos zannettigi silahi tetiklemesiyle annesine isabet etmeyip pencereye seken kursunun kafasina isabet etmesi nedeniyle, Ronald Opus'un hayati sona ermisti. Dosya intihar olarak kapatildi.


tanım: şaşırtıcı olabilen hikayelerdir.

not: mailimden alıntıdır.
Japonlar taze balık yemeyi çok severlermiş nüfuslarının fazlalığından dolyı kıyılarında yapılan avcılık sonucunda taze balık elde edememeye başlamışlar ve çözüm bulmuşlar tabiki.

Bulmuşlar bulmasına ama pek de tatmin edici olmamış çözümler neyse bakalım artık şu çözümelere..

Öncelikle açık deniz balıkçılığı yapıp balıklar tutup getirmişler ama tabiki tadı taze balık gibi olmamış. Ve bir çözüm daha :

Sonra açık deniz balıkçılığı yaptığı bu gemileri soğutucularla donatmışlar.
Ne fayda... Dondurulmuş balığında tadı taze gibi değilmiş. Bir başka çözüm :

Bu gemilerde havuzlara atmışlar avladıkları balıkları sonrasında balıklar sıkış tepiş geldikleri için yine tatları taze balık gibi olmamış veee dudak ısırtan çözümmm :

Avladıkları balıkları doldurları bu havuzlara köpekbalığı atmışlar sağa sola kaçışan balıklar diri ve taze kalmışlar. Avlanan balıkların bir kısmından ödün verilsede bulunan çözüm japonların ihtiyacına cevap vermiş...

Hayatta en doğrusunu bulana kadar çözüm üretecek inancınızı hiç yitirmemeniz dileğiyle...
Yeşil Elbise

Yolda karşılaştığımızda, ezan okunuyordu.
- Gel seni câmiye götüreyim, dedim. bugün Cuma biliyorsun.
Alaycı bir tavırla:
- Ben câmiye gitmem!. dedi. Boşuna ısrar etme.
- Peki, dedim. Neden direniyorsun?
- Ne bileyim, olmuyor işte!. diye karşılık verdi. Belki çevrenin de tesiri var. Hem pantolonumun ütüsü bozulup, dizleri aşınır diye korkuyorum.
ister istemez gülerek:
- Herhalde şaka yapıyorsun, dedim. Bunun için câmi terk edilir mi?
- Ciddi söylüyorum!. dedi.Giyimime çok düşkün olduğumu bilirsin. Özellikle yeşil giydiğimi de...
Gerçekten de öyleydi. En lüks mağazalardan aldığı elbiselerini yeşilin farklı tonlarından seçer ve her zaman jilet gibi de ütülü tutardı.
- Hayatında hiç câmiye gittin mi? diye sordum.
- Çocukken dedemle birlikte gittim dedi!. Fakat artık gitmeye niyetim yok!.
Söyledikleri beni çok şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti. Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.
Onunla sohbetimden iki ay sonra, kendisinin câmide olduğunu söylediler.
Hemen gittim.
Bahçedeki namaz saflarının en önündeydi ve üzerinde yine yeşiller vardı.
Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:
- Hani? dedim. Câmiye gelmeyecektin?
Hiç sesini çıkartmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde yeşil örtülü bir
tabut içinde yatıyordu...

(Cüneyd Suavi/ Hayatın içinden)
güncel Önemli Başlıklar