bugün

Her şeyden önemlisi, dünyanın neresinde olursa olsun, her kime yapılırsa yapılsın, herhangi bir haksızlığı her zaman içinizde hissedebilmelisiniz.

(bkz: ernesto che guevara)
Günümüzün emperyalizminde geçerliliği olmayan söylem. küreselleşen dünyada sınırları egemenler tarafından belirlenmiş bir ülkenin içinde bulunan farklı etnik kökenden ve farklı inançlardan insanların birbirlerinden ayrılması emperyalizmin kucağına oturması demektir*. burada savunulması gereken tek şey; tum farklılıklarımıza saygı gösterip bir arada kardeşçe yaşamayı başarma cabamız olmalıdır.*.
marksist terminolojide yer alır.

ezen ve ezilen uluslar bağlamında soruna yaklaşan bu bakış açısı, ezilen ulusların otonom bir devlet kurma hakkına sahip olmasını savunur.

ulusal bazda ortaya çıkan sorunların belli (kültürel, ekonomik, demokratik...vb.) ödünler vererek çözülemeyeceği, nihai ve asıl çözümün bağımsız devlet platformunda saklı olduğu ortaya konur.

bu yaklaşım türkiye'yi yakından ilgilendirmektir, çünkü bağımsız bir kürt devleti isteği bu düşünceden destek almaktadır.
vladimir iliç lenin'in bir kitabıdır.

ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı devrimci hareket içinde geçerli olan bir haktır. wilson ilkelerinde de yer verilmiş olan bu hak lenin'in teorisi ve pratiği çerçevesinde değerlendirilmeli ve bugün yeniden yorumlanmalıdır.

sovyet birliği'nde çok fazla halk vardı ve bir çözüm için lenin bu tezi geliştirdi. lenin'in bu tezi kendi yönetiminde ve daha sonra sovyetler birliği'nde teoriyle pratik birbirini tutmadı.

"biz asla zorunlu bağlara değil, yalnız gönüllü bağlara değer veriyoruz,. her ulusun ayrılması konusunda ısrar etmiyor olsak da, nerede uluslar arasında zorunlu bağlar görürsek, orda her halkın kendi kaderini tayin hakkı, yani ayrılma hakkı konusunda mutlaka ve kararlı olarak ısrar ediyoruz."

"bu hakta ısrar etmek, savunmak ve bu hakkı tanımak, ulusların eşitliğine ısrarlı olmak demektir; zorunlu bağları tanımayı reddetmek demektir; hangi ulus olursa olsun her hangi bir ulusun tüm devlet ayrıcalıklarına karşı çıkmak demektir; ve farklı uluslardan işçiler arasında tam sınıf dayanışması ruhunu geliştirmek demektir."

"nasıl tam demokrasi uygulamayan muzaffer sosyalizm olamazsa, proletarya da, demokrasi için kapsamlı, tutarlı ve devrimci bir savaşım vermeden, kendini burjuvaziye karşı zaferine hazırlayamaz."

lenin tezinde uluslara gidin illa ayrılın dememiştir görüldüğü gibi. böyle bir haklarının olduğunu, olması gerektiğini vurgulamıştır. mesela polonya sovyet rusya'dan ayrılma kararı alınca lenin elbette ki üzülmüştür, zira bu devrimci yoldaşlarının da ayrılması anlamına gelmektedir. nitekim polonya da kapitalist olmuştur ayrıldıktan sonra.

bugün bu hak burjuvazinin elinde bir piyon olarak kullanılmaktan tutun da romantik-hümanist sol çerçeve ile şiddetin arasında gidip gelmektedir. önemli olan bunu aşabilmektir.
Türk solunun ağıza sakız ettiği bir yaklaşımdır bu. ta Lenin'e, "Halkların kendi kaderini tayin hakkı" teorisine dayandırdığı "Bir bölgenin halkı bir örgütü sahipleniyorsa bu onların bileceği iştir, hatta bu örgüt temasa geçilmesi gereken, onaylanması gereken örgüttür" yaklaşımı... Bunun neresi sol, neresi diyalektik?... Neresi insandan yana?... Örnekler yüzlerce... Faşist örgütler de çok zaman halkları tarafından sahipleniliyorlar ona kalırsa... vesaire...
wilson prensipleri 12.madde.
yine ulusların kendilerinin verdiği haktır. ne demiş ünlü bir düşünür insanlar hak ettikleri gibi yönetilirler. sen eğer 20. yy da hitler gibi bir insanı başa getiriyorsan kaderini kendin tayin etmişşin demektir ya da atatürk gibi bir insanı.
Lenin'in 1915 yılında Almanca yazdığı eser. Fakat kendisi Rus iç Savaşından hemen sonra, azerbaycan, ermenistan ve gurcistan'ı işgal edip ülkesinde katmıştır ki, bu eylemiyle bu hakka ne kadar inandığını göstermiştir.
komüniz-sosyalizm sevdalısı bünyelerde kısa devreye yol açan haktır. zira bunu söyleyen zat ulusal bütünlüğünü korumak için her türlü yolu denemiştir. yani kendi ulusu bünyesindeki diğer milletleri zorla bünyesinde tutmaya çalışmış hatta işgallerle yeni topraklar da katmıştır ülkesine.

şimdi biz bırakın yeni topraklar katmayı zaten ülkemizin sınırları içerisindeki toprakları korumaya çalıştığımızda faşist, ırkçı oluyoruz.
ah bir düşünsen bu işler üzerine.
bundan 1 sene önce leyla zananın buna benzer bir söylemi olmuştu. ama o şöyle çevirdi bu sözü; halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir.
neden ulus gibi devletin bütünlüğü temsil eden bir kelimeyi "halk olarak sadece belli bir zümreye hitap eder gibi değiştirdiğini tartışma gereği duymuyoruz. malumunuz, halkların kardeşliği gibi ulusu bölme/parçalama tarzında sözleri ve düşünce biçimleri de mevcut kendisinin ve yandaşlarının.
lenin'in icat ettiği bir terim değildir.
lenin icad etti ve dedi diye yapılması gerekmeyen uygulamadır.
günümüzde yolu ekonomiden geçen haktır. ancak ekonomik bağımsızlığını kazanmış, dışa bağımlı olmayan ülkeler kendi kaderlerini tayin edebilirler .

yoksa bizim gibi en ulusal, en özel meselelerimizde bile, aman abd ne der, aman ab ne der, aman ımf ne der diye bakınıp dururuz.
son zamanlarda çokça tartışılan, sosyalistlerin koşulsuz şartsız pkk yı desteklemesi yönünde yorumlanabilen, lenin' in marksist ideolojiye kattığı en önemli çalışmalardan biri olan doktrin. ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (ukkth), ulusların yaşadıkları toprak parçası üzerinde, doğrudan kendi siyasal-ekonomik yönetimlerini kurmasını ve bu yönetim doğrultusunda kendi egemenliklerine sahip olması gerektiğini savunur. peki ukkth, yeni sömürgecilik döneminde, alt emperyalist güç konumunda ve emperyalizmin uç karakolu durumdaki yarı sömürge bir ülkede nasıl okunmalıdır? teori olduğu gibi pratiğe uygun mudur yoksa onu marksist diyalektiğe göre, şartların durumuna göre bir kez daha yorumlamak gerekir mi?

diyalektik marksizmin olmazsa olmaz kuralıdır. marksizme göre teori, bulunduğu dönem koşulları için geçerlidir. her yeni durum yeni bir teori gerektirir. somut şartların tahlili somut olarak yapılamazsa anakronizme düşmek kaçınılmaz olur. bu yüzden ukkth' yi yorumlarken günün konjonktürü asla göz ardı edilmemesi gereken bir olgudur. eğer burası kaçırılırsa, sorun gün geçtikçe çözülmesi zor bir düğüm olur çıkar.

öncelikle ve kesinlikle şunu belirtmek gerekir; türkiye de ukkth' yi savunmak demek koşulsuz şartsız pkk' ye desteklemek demek değildir. ama pkk' yı desteklememek de kürt ulusunun kendi kaderini tayin etmesine karşı olmak değildir. pkk' ya destek vermemek, her ne kadar pkk muhalif kürt kitlesinin çoğunluğunun bir hareketi olmuşsa da, pkk' nın siyasetini, teori-politikasını ve bunlara bağlı olarak eylem perspektifini onaylamamaktan kaynaklanmaktadır.

ukkth, adı üzerinde bir haktır. ama burda bir hatırlatma yapmak gerekir ki, bu marksist ideolojinin toplumlara tanıdığı bir haktır. yani, ukkth' yi asla ve asla sınıf mücadelesinden, sınıf siyasetinden ayrı ele alamazsınız. "katil t.c" diyerek, olayı sadece etnik çatışma zeminine indirgeyerek, tusiadla-müsiadla pazarlıklar yaparak, orta doğudan çıkan uyuşturucunun anadolu daki güvenliğini sağlayarak, abd nin tüm politikalarına paralel hareket edip, anti-emperyalist zeminde hiçbir sosyalist sol partiyle buluşamayarak marksist olamazsınız. hem marksist olamamayıp hem de marksist ideolojiden kafanıza göre yararlanıp, işinize gelen kavramı araklayamazsınız. marksizm bir bütündür ve asla, etnik kimlik siyasetini sınıf siyasetinin önüne koyarak, asli mücadele unsuru haline getirmez. marksizm etnik çatışmaların kökenini, sınıf mücadelesi temeline oturtan ve sömürge ulusların kazanacağı bağımsızlığı da, emperyalizme cephe alınmadığı ve kapitalist sisteme eklemlenildiği sürece yerinde saymak olarak gören devrimci/komünist bir siyasi akımdır. marksizm bu bağlamda bölücü değil yıkıcı bir ideolojidir (bu bağlamda!). yani ukkth' yi marksizmin temeline, marksizmin anti-emperyalist ve anti-kapitalist duruşunun önüne koymak tarihi bir hatadır.

iyi hoş da, kürtler sömürge değil midir denilebilir? bu sorunun cevabına "hayır" demek salaklık olur herhalde. ama sosyalist solun ve kürt hareketine eklemlenmiş bazı sosyalist partilerin (kürt ulusal hareketi sosyalist değildir) ayrıldığı nokta, kürtlerin bir sömürge ulus olduğu noktası değil de, kürtleri kimin sömürdüğü noktasında yaşanmaktadır. bu ayrım türkiye' de kürt sorununa bakışın temel ögesi ve belirleyicisidir. zira sosyalist siyasette, materyalizmin gereğince, bir sorunu çözmek demek, o soruna sebep olan nüveleri bulabilmek ve o öze doğru eleştiriler yöneltebilmektir. devrimci pratik de zaten bu teorinin doğrultusunda şekillenir. eylem hatalıysa sorun teoridedir.

pkk ve kürt siyasetine eklemlenen bazı sosyalist partiler (eklemlenmeyen sosyalist partiler de vardır tabi; ödp, emep, tkp, halkevleri), kürt ulusunu sömüren gücün doğrudan türk burjuvazisi, yani dolayısıyla türkiye devleti olduğunu savunmaktadırlar. bu sebeple türkiye devleti, direkt halkıyla olmasa da, askeriyle, polisiyle, jandarmasıyla, mit' yle ve diğer kolluk kuvvetleriyle kürt ulusal hareketinin tek düşmanıdır. burdaki tek kelimesi önemlidir. çünkü bu "tek" kelimesi, emperyalizme karşı duruşun kaybolduğu ve salt emperyalist hegemonyanın maşası olan bir devleti düşman olarak kabul etme noktasıdır. bu hatalı bir görüştür demiyorum, sadece ve sadece bu görüşü savunmak hatalıdır. bu tezi kabul edenlere göre tek düşman olarak görülen tc, bağımsız kürdistan' ın önündeki en büyük engeldir.

sormak gerekir, sorunu dünya üzerinde hüküm süren emperyalist diktatörlüğün bir uzantısı olarak algılamayan bir siyaset, kendi müstakbel bağımsızlığını hangi düşünce temeli üzerinden kuracak ve baki kalmasını sağlayacaktır? bağımsız kürdistan tc ye karşı bir zafer elde ederek yarın kurulsa, nato' ya katılmayacağının, ab ye girmeye çalışmayacağının, abd üstlerini topraklarında kurdurmayacağına dair garanti verebilir mi? işçisinini kendi ulusal burjuvazisince sömürülmeyeceğine dair söz verebilir mi? 30 yıldır kürt hareketinin peşinde koştuğu şey, bu muammaları netliğe kavuşturabilir mi?

peki "türkiye garantisini verebiliyor mu da kürdistan versin" diye sorulabilir? işte burda duralım bir. mesele de bu zaten. türkiye, kürt hareketinin ve kürt hareketine eklemlenmiş bazı sosyalist partilerin sandığı gibi, kürt coğrafyasını doğrudan ve kendi çıkarları doğrultusunda tahakkümü altına alan emperyalist bir devlet değildir. türkiye, yeni sömürgecilik döneminin (pkk' nın kabul etmediği yeni sömürgecilik dönemidir) tabiatı gereği, halkının büyük çoğunluğu, siyasal yönetimi, ekonomisi, ordusu, basın-medyası, doğal kaynakları, toplumsal kültürü ile emperyalizme teslim olmuş bir alt emperyalist, çoğunluğu türk ve bunun yanı sıra kürt, ermeni, yahudi işbirlikçi yerli burjuvaların kontrolünde olan, yarı feodal, yarı kapitalist bir sömürge devletidir. eğer kürt ulusal hareketi, tüm bu nosyonlardan, ilişkilerden kopuk olarak hareket edebiliyor ve emperyalist halkanın bir parçası olarak yaşamayı reddederek silahlı mücadeleye girişiyorsa eyvallah. ama girişilen mücadele, kürt toprak ağaları, batıda hakim kürt burjuvazisi ile kolkola girişilen ve kürt aydınlarını, yazarlarını, sanatçılarını, bilim adamlarını bu işin en kıyısına köşesine atan bir mücadeledir. bu mücadele, kürt halkının şimdiki durumundan farklı bir yaşam alanı yaratmaya uygun ortam sağlayacak dinamiklere ve özgüce sahip değildir.

burjuvanın olduğu yerde sömürü vardır, baskı vardır, zulüm vardır. kazanılacak olan kültürel haklar, türkiye sınıf mücadelesi ekseninde kazanılabilecek haklardır. kültürel hakları için (başta hedef bu değildi, pkk hedef küçülttü) silahlı mücadeleye dahi gerek yoktur. çünkü bu bir burjuva problemidir ve özellikle 2000 yılların türkiyesi' nde burjuva reformlarıyla dahi çözülebilecek bir sorundur.

kürtler, pkk siyaseti ile küçük düşünmekte ve mücadelerini salt burjuvanın tanıyacağı kültürel imtiyazlar temeline oturtarak hedeflerini törpülemektedirler. gerçek kurtuluş, burjuvanın kürt ulusuna sağlayacağı kültürel imtiyazda değil, türkiye işçi sınıfının tüm değerleriyle, dinamikleriyle girşeceği bir sınıf mücadelesindedir.

burjuvayı ve dolayısıyla da kapitalist sistemi doğrudan düşman olarak görmeyen hiçbir ideoloji bağımsızlığın ne demek olduğunu tanımayamaz, bunu açıklayamaz.

türkiye de siyaset, daha doğurusu etnik siyaset, sınıf mücadelesinin ana klavuzu olan marksizmden araklanan kavramlarla yalpalayarak ilerlemektedir. bu hem sorunu yanlış okumaya sebep olmakta hem de bu vesileyle çözümü geciktirmekten başka hiçbir şeye fayda sağlamamaktadır. marksizm bir bütündür, hiçbir parçası ideolojik zeminde, ekonomik/demokratik çıkara göre tırnaklanıp bütünden koparılamaz.

edit: imla
gelmiş geçmiş en geçerli siyaset kuramıdır.. wilson'dan lenin'e savunucusu vardır.. gelgelelim, her şeyin tersine döndüğü ülkemde binlerle ifade edilen kıbrıs halkın devlet kurması mantıklı iken, milyonlarla ifade edilen kürtler söz konusu olduğunda 'derin Türk halkı'nda puslu havayı seven bir sessizlikhakimdir..
mutlak güç e tabi olarak ve kurucu unsur içinde toplum barışı ile yaşadığı sürece insan-toplumların sorunları olmaz ve ortak paydada çıkan sorunlara çözüm üretilir.

bütün izm ler ve dinler haklar-özgürlükleri içerir. fakat çatışma ve yetki paylaşımını asla kabul etmeyen bu olgular tarif edilen her özgürlüğü kendisi ile barışık olan çizilen sınırlar içinde kalmak şartını tebası olan insanlar için olduğunu gizlemez.

tarif edilen sınırlar içinde ki hareket kabiliyeti özgürlük olmasa da, toplumsal barış ve ortak kader birliği bir arada yaşam felsefesi için vazgeçilmez elzem dir.

sscb-abd vb emperyal ülke doktrinleri-sistemleri-anayasaları bu tarz özgürlük söylemleri ile kutsallaştırılsa da orada ki halkların ayrılık hareketleri-istekleri asla hoş görü ile karşılanmaz. hiç bir devlet-irade-mutlak güç bunu kabul etmez.

emperyal devletler, bu doktrini ve söylemi hakimiyet alanlarında-çıkar-çatışma sahasında toplumsal direnişi pasifize etmek ve halkların desteklediği iktidar-hakimiyeti zaafiyete uğratmak için kullanırlar.
internetten indirip okumaya başlamıştım birinci ayda. önemli bulduğum bazı yerlerini ayrı bir yere kaydetmiştim. buraya da kaydedelim.

--- alıntı ---
proleter demokrasisini genel olarak burjuva ve küçük-burjuva demokrasisinden ayıkmak için kaçınılmaz olan savaşım -ki bu, özünde bütün ülkelerin tanımış olduğu savaşımlardan farksızdır-, marksizmin, batıda ve bizim ülkemizde tam bir teorik zafer sağladığı bir koşul oluşturmaktadır. onun için bu savaşımın biçimi, marksizm uğruna bir savaşım olmaktan çok, "hemen hemen marksist" tümcelerle kendisini maskeleyen küçük-burjuva teorilere karşı bir savaşımdır.

"ulusal kültürel özerklik" en ince, bu yüzden de en tehlikeli milliyetçiliği temsil eder; bu, ulusal kültür sloganlarıyla ve son derece zararlı, giderek anti-demokratik bir şey olan eğitimin milliyetlere göre bölünmesi yolunda propaganda ile işçilerin yozlaştırılmasıdır. kısaca, bu program, proleter enternasyonalizmiyle mutlak olarak çelişir; ve ancak küçük-burjuva milliyetçilerin ülkülerine yanıt verir.

"rus dilinin yazgısından kaygılanmanın gereği yok. bu dil, kendiliğinden, bütün rusya'da kabul edilecektir." diye [sayfa 16] yazıyor gazete. ve hakkı da yok. değil, çünkü iktisadi zorunluluklar, aynı devlet içinde yaşayan ulusal-toplulukları(birlikte yaşamak istedikleri sürece) çoğunluğun dilini öğrenmeye doğru itecektir. rusya'da ,düzen ne kadar demokratik olursa, kapitalizmin, gelişmesi o kadar hızlı ve yaygın olacak ve iktisadi zorunluluklar, ayrı ayrı ulusal-toplulukları, ortak ticari ilişkiler için en uygun dili öğrenmeye doğru itecektir.

işçi demokrasisinin sloganı "ulusal kültür" değildir, demokratizmin ve dünya işçi hareketinin uluslar arası kültürüdür.

bütün ulusal-topluluklardan gelme işçilerin, bütün işçi sendika, kooperatif ve tüketim örgütlerinde mutlak birliği ve tam kaynaşması ile, ancak böyle bir birlik ve böyle bir kaynaşma ille demokrasi savunulabilir ve şimdiden uluslararası bir niteliğe bürünen ve her geçen gün bu niteliği artan sermayeye karşı işçilerin çıkarları savunulabilir, her türlü ayrıcalığa ve sömürüye yabancı olan yeni bir yaşam tarzına doğru dönüşmekte olan insanlığın çıkarları savunulabilir. [sayfa 19]

ulusal kültür sloganı (çoğu kez kara-yüzlerin ve papazların ilham ettiği) bir burjuva aldatmacasıdır. bizim sloganımız, demokratizmin ve dünya işçi hareketinin enternasyonal kültürü sloganıdır.

"demokratizmin ve dünya işçi hareketinin enternasyonal kültürü" sloganını ileri sürerken, biz, her ulusal kültürden yalnızca demokratik ve sosyalist öğeleri alıyoruz ve bunları, yalnızca ve kesin olarak burjuva kültürüne, her ulusun burjuva milliyetçiliğine karşı olduğumuz için alıyoruz.

sorun, marksistlerin, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ulusal kültür sloganını kabul etmelerinin mi, yoksa buna karşı bütün dillerde ve bütün yerel ve ulusal özelliklere "uyarlanan" işçilerin enternasyonalizm sloganını ileri sürmelerinin mi doğru olup olmadığı sorunudur.

kim proletaryaya hizmet etmek istiyorsa, bütün ulusların [sayfa 22] işçilerini birleştirmeli ve "kendisinin" olsun, başkalarının olsun, milliyetçiliğe karşı kesin savaşıma girişmelidir. kim ulusal kültür sloganını savunuyorsa, onun yeri küçük-burjuva milliyetçilerinin arasındadır, marksistlerin arasında değil.

somut bir örnek ele alalım. bir rus marksistçi, büyük-rus ulusal kültürü sloganını benimseyebilir mi? hayır. o zaman onun yeri milliyetçiler arasında olur, marksistler arasında değil. bizim görevimiz, öteki ülkelerin işçileriyle sıkı bir ittifak kurarak, bizim demokratik ve işçi hareketimizin tarihinde de bulunan filizleri salt bir enternasyonalist ruh içinde geliştirerek, burjuvazinin ve kara-yüzlerin büyük-rus egemen ulusal kültürüne karşı savaşım vermektir.

en çok ezilen ve en çok zulme uğrayan ulus için de, yahudi ulusu için de, aynı şeyi söylemeliyiz. yahudi ulusal kültürü, hahamların ve burjuvaların sloganıdır, düşmanlarımızın sloganıdır.

kim doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak yahudi "ulusal' kültür" sloganına sahip çıkıyorsa, (niyetleri ne kadar iyi olursa olsun) proletaryanın düşmanıdır, eski öğelerin [sayfa 23] savunucusudur ve yahudi toplumunun kast niteliği damgasını üzerinden atamamaktadır, hahamların ve burjuvaların suç ortağıdır. oysa, işçi hareketinin enternasyonal kültürünün yaratılmasına (rusça ve yahudice) katkıda bulunarak uluslararası marksist örgütlerde, rus, litvanyalı, ukraynalı vb. işçiler arasında eriyen yahudi marksistleri, bundun[17] ayrılıkçılık tutumuna karşı duran böyle yahudiler, "ulusal kültür" sloganına karşı savaşım vererek, en iyi yahudi geleneklerini sürdürmektedirler.

burjuva milliyetçiliği ve proleter enternasyonalizmi, kapitalist dünyanın iki büyük sınıf kampına tekabül eden ve ulusal sorunda iki ayrı siyaseti (hatta iki ayrı dünya anlayışını) ifade eden, "birbiriyle' bağdaşmaz iki slogandır. ulusal kültür sloganını savunarak, "ulusal kültürel özerklik" denen şeyin planını ve pratik programını bu slogana dayandırarak, bundçular, gerçekte, işçi çevrelerinde burjuva milliyetçiliğini yaymaktadırlar.

kapitalizm, gelişmesi sırasında, ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilim gösterir. birincisi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışıdır, her türlü ulusal baskıya karşı savaşım, ulusal devletlerin yaratılmasıdır. ikincisi, uluslar arasında her türlü ilişkilerin gelişmesi ve çoğalmasıdır, ulusal çitlerin yıkılması ve sermayenin, genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin yaratılmasıdır.

evet, kalır. kapitalizmin, ulusal çitlerin yıkılmasına doğru, ulusal farkların silinmesine doğru, ulusların birbirine benzeşmesine doğru evrensel tarihsel eğilimi kalır; her gün, güç kazanan ve kapitalizmin sosyalizme dönüşmesinin en önemli etkenini oluşturan bu eğilim kalır.

ilkin ulusal görevler, ondan sonra proletaryanın görevleri, diyorlar burjuva milliyetçileri ve onların ardından yurkeviçler, dontsovlar ve öteki yalancı-marksistler bunu yineliyorlar.biz, her şeyden önce proletaryanın görevleri diyoruz, çünkü bu görevler, yalnızca emeğin ve insanlığın sürekli ve hayati çıkarlarını karşılamakla kalmıyor, ama aynı zamanda, bunlar, demokrasinin çıkarlarına da uygun düşmektedir;ve gerçek demokrasi olmadan ukrayna ne özerk olabilir, ne de bağımsız.

eğer ukraynalı bir marksist, rus kıyıcılara karşı duyduğu tamamen haklı ve doğal kinin bir parçasının, hafif bir düşmanlık duygusu biçiminde bile olsa, rus işçilerinin proleter kültürünü ve proleter hareketini kapsamasına izin verirse, kendisi bu yüzden burjuva milliyetçiliğinin bataklığına kaymış olacaktır.

bir ulusun işçileriyle bir başka ulusun işçileri arasında her türlü ayırma girişimi, marksist "özümleme"ye karşı her saldırı, proletaryayı ilgilendiren [sayfa 31] sorunlarda bir tüm sayılarak, ulusal bir kültürü, sözde tek ve bölünmez olduğu iddia edilen bir başka ulusal kültürle karşı karşıya getirme vb., burjuva milliyetçiliğinden esinlenen davranışlardır ve bunlara karşı amansızca savaşılmalıdır.

, marksizm, enternasyonalizmi ileri sürer, her yeni kilometre demiryoluyla, her yeni uluslararası tröstle, (hem iktisadi eylemiyle ve hem de fikirleri ve özlemleriyle enternasyonal olan) her yeni işçi örgütüyle gözümüzün önünde gelişen bütün ulusların tek bir yüksek birlik içinde kaynaşmasını koyar.

burjuva milliyetçiliğinin ilkesi, genel, olarak, milliyetin gelişmesidir, burjuva milliyetçiliğinin tekelci niteliği burdan gelir, sonu olmayan ulusal kavgalar burdan doğar. proletarya ise, herhangi bir ulusun ulusal gelişmesini desteklemek şöyle dursun, yığınları bu gibi hayallere karşı uyarır, kapitalist değişim için en geniş özgürlüğü savunur ve zorla özümleme ya da ayrıcalıklara dayanan özümleme dışında, ulusların özümlenmesini olumlu karşılar.

"adil sınırlar" içinde milliyetçiliği desteklemek, milliyetçiliği "kurmak", özel devlet organizması aracıyla bütün uluslar arasında sağlam ve güçlü çitler kurmak: işte ulusal kültür özerkliğinin ideolojik temel ve içeriği budur. bu fikir, baştanaşağı burjuvaca ve baştanaşağı yanlıştır. proletarya, milliyetçiliğin gelişmesine destek olamaz; tersine, o, ulusal farkların silinmesine ve uluslararası engellerin yıkılmasına, milliyetler arasındaki bağları sağlamlaştıran her şeye, ulusların birbirleriyle kaynaşmasına yardım eden her şeye, destek olur. başka türlü davranmak, gerici milliyetçi küçük-burjuvazinin yanında yer almak olur.

anonim şirketlerde ayrı ayrı ulusların kapitalistleri pekâlâ, tam anlaşma içinde birlikte bulunabiliyorlar. fabrikada ayrı ayrı uluslardan gelme işçiler birlikte çalışıyorlar. gerçekten ciddi ve derin her siyasal sorunda gruplaşma, sınıflara göre oluyor, uluslara göre değil. okul ve benzeri alanlardan "devletin müdahalesini ortadan kaldırmak" ve bunları ulusların eline teslim etmek, deyim uygun düşerse, en ideolojik ve "saf" ulusal kültüre ya da papaz egemenliğinin ve şovenizmin ulusal temeli üzerinde açılıp gelişmeye en elverişli olan alanını, ulusları birbiri ile kaynaştıran ekonomiden ayırmaya çaba göstermekten başka bir şey değildir.

amerika birleşik devletleri'nin bütün yaşamında, kuzey eyaletleriyle güney eyaletleri hala bölünmüş durumdadır; kuzeyde özgürlük ve köle sahiplerine karşı savaşım gelenekleri egemendir; güneydeki eyaletlerde, iktisadi baskıya uğrayan, kültürel bakımdan geri halde tutulan (zenciler arasında okuma yazma bilmeyenlerin oranı %44, beyazlar arasında %6'dır) zencilere karşı zulmün kalıntılarıyla birlikte, köleci gelenekler egemendir. kuzey eyaletlerinde zencilerle beyazlar aynı okula giderler, güneyde zenciler için özel okullar -eğer deyimi uygun görürseniz "ulusal" ya da ırksal okullar- bulunmaktadır. bana öyle geliyor ki, bu, okulun "ulusallaştırılması"nın biricik pratik örneğidir.

avrupa'nın doğusunda, öyle bir ülke var ki, orada, beylis[20] davaları tezgahlanabiliyor ve purişkeviçler, yahudileri zencilerinkinden bile kötü bir yazgıya itebiliyorlar. bu ülkede, son zamanlarda, bir bakan, yahudi okullarının ulusallaştırılması için bir tasarı hazırladı. ne mutlu ki, bu gerici ütopyanın gerçekleşme şansı yoktur, nasıl ki tutarlı demokrasinin gerçekleşmesinden ve ulusal kavgaların sona ermesinden telaşa kapılan, ve okulları paylaşma konusunda ulusların boğazlaşmasına engel olmak... "ulusal kültürler" arasında sonsuzluğa kadar süren düşmanlıkları yaratabilmek için, ulusları, eğitim alanında cam fanus içine hapsetmeyi keşfetmiş olan avusturya küçük - burjuvalarının planlarının da [sayfa 36] kabul edilme şansı yoksa.

rusya'nın ayrı ayrı bölgelerindeki ayrı ayrı sınıflardan gelme almanları bir devlet yasasıyla özel olarak tek bir alman ulusal bütünü içinde birleştirmeye gelince, böyle bir görevi, ancak papazlar, burjuvalar, küçük-burjuvalar, kim olursa olsun yüklenebilir, ama sosyal-demokratlar yüklenemez.

elbette ki, marksistler kapitalizmin gelişmesinin devletlerin olanaklar ölçüsünde büyük ve olanaklar ölçüsünde merkezileşmiş olmasını gerektirdiği gibi basit bir nedenden ötürü federasyona, merkeziyetsizliğe karşıdırlar. bütün öteki koşullar eşit olmak kaydıyla, bilinçli proletarya, her zaman, daha büyük bir devletten yana olacaktır. o, her zaman, ortaçağa özgü özelliğe karşı olacak ve proletaryanın burjuvaziye karşı yaygın bir temel üzerinde gelişebileceği [sayfa 45] geniş bir savaşımının sürdürüldüğü geniş toprakların olabildiğince en sıkı bir iktisadi kaynaşmasını her zaman hoşnutlukla karşılayacaktır.

ayrı ayrı uluslar tek bir devlet içinde birleşebildikleri sürece, marksistler, hiç bir zaman ne federatif ilkeyi, ne de merkeziyetsizliği savunmayacaklardır. merkezi bir büyük devlet, ortaçağa özgü parçalanıştan, geleceğin bütün dünyanın sosyalist birliğine götüren büyük bir tarihsel ilerlemeyi ifade eder, ve (kapitalizme çözülmez bağlarla bağlı) böyle bir devletten geçen yoldan başka sosyalizme giden yol yoktur.

doğu avrupa'da ve asya'da burjuva demokratik devrimler dönemi, ancak 1905'te başladı. rusya'da, iran'da, türkiye'de ve çin'deki devrimler, balkan savaşları. - işte "doğu"muzdaki, bizim dönemimizin dünya ölçüsündeki olaylar zinciri böyledir. v

her ulusal hareketin başlangıcında, doğal olarak, hegemonyayı (önderliği) elinde tutan burjuvazi, bütün ulusal özlemleri desteklemeyi pratik bir davranış sayar.

burjuvazi, her zaman, kendi ulusal istemlerini ön plana çıkartır. bunları kesinlikle ileri sürer. ama proletarya için bu istemler, sınıf savaşımının çıkarlarına bağımlıdır. teorik bakımdan, belirli bir ulusun başka bir ulustan ayrılmasının ya da bu ulusun bir başka ulusla eşitliğinin, burjuva demokratik devrimi tamamlayıp tamamlamayacağını önceden kestirmek olanaksızdır. her iki halde de proletarya için önemli olan şey, kendi sınıfının gelişmesini güvence altına almaktır. burjuvazi için önemli olan şey, bu gelişmeyi baltalamak ve "kendi" ulusunun amaçlarını proletaryanınkilerden öne almaktır. bu nedenle proletarya, kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması isteminin, deyim uygun düşerse, olumsuz yönüyle yetinir ve hiç bir ulusa başka bir ulusun sırtından üstünlükler güvencesi vermeye, bu konuda taahhütlerde bulunmaya kalkışmaz.

bu pek "pratik" bir davranış olmayabilir; ama gerçekte bu, mümkün olan çözümlerin en demokratik olanının başarılması için, en iyi güvencedir. proletarya, yalnızca bu güvencelerin gereğini duymaktadır, her ulusun burjuvazisi ise, başka ulusların durumu ne olursa olsun (başka ulusların zararına olsa da) kendi çıkarlarının güvence altına alınmasını ister.

burjuvazi, belirli bir isteminin "pratik olup olmamasıyla yakıdan ilgilidir - başka ulusların burjuvazisiyle, proletaryaya karşı anlaşmalar arama siyaseti hep buradan gelmektedir. ama proletarya için önemli olan, kendi sınıfını, burjuvaziye karşı güçlendirmek ve yığınları tutarlı demokrasi ve sosyalizm anlayışı içinde eğitmektir.

proletarya, eşitliği ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir, ve her ulusal istemi, her ulusun ayrılma hakkını işçilerin sınıf savaşımı açısından değerlendirir.

ulus sorununu bir fetiş haline getirecek son sınıf, işçi sınıfı olacaktır.
---alıntı---
Çeşitli sol grupların 'onlar emperyalist desteği alıyor' savunması ile ulusal mücadelenin karşısına çeşitli 'ulusal' duyarlılıklarla * çıktığı, marksist terminolojide 'devrimci parti ezilenlerin kürsüsüdür' denilerek, ezilen ulusu ezen ulusa ve burjuvazisine karş savunmayı gerektiren ancak bu sırada da 'kuyrukçuluk' ile karıştırılmaması gereken durumdur.

Aşağıdaki yazıyı da Kürt sorunu için önermekteyim;

[ http://www.yenitoplum.org/ytp/yazar.asp?yaziID=206]
başka bir ülkenin toprak bütünlüğüne zarar vermeden olması mümkün değildir.
git kimsenin olmadığı bir yerde tayin et hakkını var olan birşey'e saldırma hakkı kimse de yoktur çünkü..
başından beri devletlerin kendi çıkar politikalarına göre değişik biçimlerde kullandıkları hukuk terimidir.
bm anlaşmasında madde 1(2) : 'uluslararasında eşit haklara ve halkların self determinasyonu ilkelerine, saygıya dayanan dostane ilişkileri geliştirmek ve evrensel barışı güçlendirmek için gerekli tedbirleri almak' şeklinde yer alır.
ayrıca bm anlaşmasında bu madde hak değil ilke olarak yer alır. amaç bu ilkenin hukuksal gücünü hafifletmektir. burada geçen bağımsız devlet kurma hakkı her ulusa tanınmış bir hak değildir. sadece sömürge altındaki toplumlara tanınmıştır. böylece her ulusun bu maddenin arkasına sığınarak bağımsızlık talep etmesi engellenmek istenmiştir.
lenin in makalesinde bahsettiği konudur.
onu da şu şekilde dile getirir;
bunu, sosyalizm için devrimci savaşımımızdan ayrı bir şey olarak istiyor değiliz; eğer bu savaşım, ulusal sorun dahil, demokrasinin bütün sorunlarına devrimci bir yaklaşımla ilişkilendirilmezse boş bir sözden öteye gitmeyeceği için istiyoruz. kendi kaderini tayin etme özgürlüğü, yani bağımsızlık, yani ezen uluslardan ayrılma özgürlüğü istiyoruz. bunu, ülkeyi ekonomik bakımdan bölmeyi, ya da küçük devletler idealini düşlediğimiz için değil, tam tersine, yalnızca gerçekten demokratik, gerçekten enternasyonalist bir temel üzerinde, geniş büyük devletten ve ulusların yakın birliği, hatta kaynaşmasından yana olduğumuz için istiyoruz. ancak ayrılma özgürlüğü olmaksızın böyle bir temel düşünülemez. nasıl ki, marx 1869'da, irlanda'nın ayrılmasını, irlanda'yla britanya, arasında bir bölünme olsun diye değil, ama onun ardından gelecek özgür bir birlik için istediyse, "irlanda için adalet"i sağlamak üzere değil, ama britanya proletaryasının devrimci savaşı için istediyse, biz de aynı biçimde, rus sosyalistlerinin, ulusların kendi kaderlerini tayin özgürlüğünü istemeyi reddetmelerini, yukarıda belirttiğimiz anlamda, demokrasiye, enternasyonalizme ve sosyalizme doğrudan doğruya ihanet sayıyoruz.
"tek ırk insanlıktır" prensibine göre ilkel ve sapkın bir haktır.
ancak insan olmanın erdemine inananların tanıyacakları haktır.

insanlıktan nasibi olmayan, kendisini sömüren devlet aygıtının zincirlerine bağlı olarak "bölücüler" diye etrafa havlar.

dünya halkları birbirinin düşmanı değildir. halkların birbirine düşmanlık etmesine hiç bir neden yoktur. tarih boyunca tüm savaşlar devletler ve zenginler yüzünden çıkmıştır.

enternasyonal bunu söyler işte. devletlerin olmadığı yerde ezen ve ezilen de yoktur.
güçlü isen haklısın prensibinin çalıştığı durum. güçsüz isen sömürülmeye, köleleştirilmeye mahkumsundur. kimse çıkıpta aha şunlarada bir kader tayin hakkı verelim demez. işi silaha ve teröre dökersen bugün ki gibi o zamanda yedi sülalene söverler haklı olarak, ya napcan sen tayini hakkı? geçmişinden beri elde edememişsin bundan sonrada alamazsın, uslu uslu oturmak en iyisi.
güncel Önemli Başlıklar