bugün

Hiç şüphesiz ki meşrutiyet ile başlayan süreçtir. Kırılmaca, gücenmece yok liberal dostlarımız da boyunları bükük bunu kabul etmektedir.
her ne kadar mimarları asılsa da 14 MAYIS 1950'dir bu tarih. ama doğmaktan ziyade tohumları atılmıştır. hala doğamamıştır. bu ülke nasıl sosyal bir devlet olabilme yolundaki dev adımları tayyip erdoğan döneminde atmışa, demokrasi tohumları da yine bir sağcı tarafından atılmıştır.
türkiyeye demokrasi daha ilk günden antidemokratik uygulamalarla getirilmeye çalışılmıştır. ve hiçbir zaman da gelmemiştir. yoktur böyle bir tarih. türkiye demokratik bir ülkedir diyenler daha 2 yıl öncesine kadar düşünmenin! bile suç olmasını ne ile izah edebilirler? ya da anayasasında idam diye bir ceza olmasını? doğacağı günü hasretle olmasa da bekliyoruz. ama unutmuyoruz ki bugün dünya devi olma yolunda ilerleyen çin, rusya, hindistan, iran(teknolojik anlamda 20 yıl ilerimizdeler) başarılarını anti demokratik yönetimlerine borçludur.

ha illa ki bir tarih verecek olursak bu doğum tarihi değil tohumlarının atılma tarihi olan 14 MAYIS 1950'dir.
14 MAYIS 1950'NiN ANLAMI
14 Mayıs 1950'de cumhuriyet tarihinde ilk defa yapılan serbest-demokratik bir seçimle Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi olayının anlamı üstünde yeterince durulduğu söylenemez. Halbuki, Türk demokrasi tarihi bakımından bir dönüm noktası olan bu olay yalnızca bir tür "kansız devrim" değil aynı zamanda Türkiye'deki resmî-şekli Cumhuriyetin gerçek bir "cumhuriyet"e dönüşmesinin de başlangıcıdır. Gerçek bir cumhuriyet "vatandaş" kavramına dayanır, ama bu vatandaşlık hukukîliği aşan bir içerik ve anlam taşır. Bir cumhuriyette vatandaş o cumhuriyetin kurucu unsuru olan özerk ve özgür bir kişidir; cumhuriyet bu anlamda vatandaşların bir arada yaşamak istek ve iradesinin sonucudur. Bundan dolayı, cumhuriyetin vatandaşı bu ortak yaşama düzeninin temel değer ve standartlarının oluşturulması sürecine devamlı "müdahil" olmalıdır. Vatandaş, cumhuriyetin kaderine etkili olduğunu hissedebilmeli ve rızasını sürekli olarak yenileyebilmelidir. Demokratik bir cumhuriyette bu, büyük ölçüde siyasal partiler aracılığıyla sağlanır. Bundan dolayı, gerçek bir cumhuriyet hem toplumsal-kültürel hem de siyasal anlamda çoğulculuğu gerektirir. Türkiye'de bu oluşum ilk gerçek semeresini 14 Mayıs 1950'de vermiştir. Cumhuriyet Türkiye'sinde vatandaşın politikaya -yani kendi kaderine- ağırlığını koyması ilk defa bu tarihte gerçekleşmiş, tek parti yönetimi döneminde sadece adından söz edilen "ulusal egemenlik" de böylece gerçek anlamını bulmuştur.
Demokrat Parti ile başlayan süreci, bürokrasiden demokrasiye, başka bir deyişle "memurların iktidarı"ndan "halkın iktidarı"na geçiş olarak da tanımlayabiliriz. 14 Mayıs bürokratik diktatörlüğün sonu olmuş, ama ne yazık ki Türkiye'de halâ bürokratik tutuculuğun etkisi tam olarak kırılamamıştır. Bürokratik iktidarın "transandantal" (=müteal, aşkın) devletinin yerini "enstrümental"(=araçsal) devlet almaya başlamış, böylece "kutsal" (kendi kendinin amacı olan) devlet kavramı etrafında örülmüş bulunan bürokratik ideoloji zayıflamaya başlamıştır. Bu ise devlet-ağırlıklı bir yönetim modelinden toplum-ağırlıklı bir siyasete geçiş demektir. Başka bir ifadeyle, demokrat partiyle birlikte toplum ağırlıklı "siyasal sistem" soyut "devlet" aleyhine genişlemeye başlamış ve böylece "vesayetçi demokrasi" anlayışı temelsiz hale gelmiştir.
Türk demokrasisinin doğum tarihi olan 14 Mayıs 1950'den itibaren siyasetin sosyolojik tabanı değişmeye başlarken, değişimin bazı kültürel uzantıları da ortaya çıkmıştır. Böylece, ta Osmanlı döneminden beri bir "seçkin " kültürü olarak halka yabancılaşmış olan "merkez"in değerler kadrosu ile "çevre"nin kültürü birbirine yakınlaşmaya başlamıştır. Bu yakınlaşmanın Türk siyasal kültürünün iki yönlü olarak demokratikleşmesine katkıda bulunduğu söylenebilir. ilk olarak, siyasal kadroların geleneksel seçkinci kültürü halkın değerlerinden etkilenmeye başlamak suretiyle bir bakıma halkla bütünleşmenin yolu açılmış, bu ise siyasal kültürümüzdeki "devlet merkez"liğin yerini sivil toplum-merkezliğe bırakması eğilimini ortaya çıkarmıştır. ikinci yön, halk arasında vatandaşlık ve demokrasi bilincinin gelişmesinde kendini göstermektedir. Siyasete katılmanın kendisi açısından oldukça "fonksiyonel" olduğunu ve bu katılmada kendi değer ve beklentilerinin, kendi "dili"nin etkili olduğunu gören halk sisteme "yabancılaşma"dan kurtulmaya başlamıştır. Bu suretle oluşan yakınlaşma duygusu ve siyasal sistemi benimseme tutumu halkın geleneksel baskıcı ve paternalistik devlet kavrayışını terk etme eğiliminin de başlangıcı olmuştur. Bu değişimin özünde saklı temel anlamı popüler kültürün demokratikleşmesi olarak adlandırabiliriz.
Bütün bunlardan başka Türkiye, Demokrat Parti'nin iktidar yıllarında iktisadî ve toplumsal yapısında bazı önemli değişimleri de yaşamaya başlamıştır. Bu dönemdeki piyasa ekonomisi ve iktisadî kalkınma atılımının sonucunda Türkiye'nin sosyolojik yapısı değişerek, demokratik bir siyasete daha elverişli bir zemin oluşmaya başlamıştır. Söz konusu değişim kendisini özellikle iktisadî farklılaşmanın artması ve sivil toplumun gelişmesi biçiminde göstermiştir. Şüphesiz iktisadî farklılaşmanın ortaya çıkardığı başka bazı sonuçlar olmakla beraber, iktisadî kalkınmanın devletten özerk bazı toplumsal grupların doğmasına ve toplumsal çeşitliliğin (çoğulculuğun) artmasına da yol açtığı görmezlikten gelinemez. iktisadî bakımdan kendine-yeter ve devlet karşısında bağımsız davranabilen topluluk veya tabakalar devletin -hem efsane olarak, hem de gerçek olarak- zayıflamasına yardımcı olmuştur. Demokrasinin yerleşebilmesi ise büyük ölçüde, varlığını devlete borçlu olmayan grupların yaygınlaşmasına ve bu şekilde gelişen sivil toplumun gönüllü faaliyetlerinin artmasına bağlıdır.*
Modern Türkiye 1923-1946 yılları arasındaki dönemi otoriter tek parti yönetimi altında geçirdi. Hatta 30'lu yıllarda siyasal rejimi -Recep Peker'in başını çektiği- faşizan bir doğrultuya çevirme girişimi yaşadı,fakat Atatürk'ün bunu engellediği anlaşılıyor. Çoğulculuğu reddeden CHP diktatörlüğü Atatürk'ün ölümünden sonra ve ikinci Dünya Savaşı'nın iç politik durum üzerindeki baskısının da etkisiyle, vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini tanımama yönündeki baskıcı uygulamasını daha da katılaştırdı.
Ne var ki, savaş sona ermek üzereyken CHP yönetimi kendini yepyeni bir takım sorunlarla karşı karşıya buldu; bunlar bir bakıma, 1923'ten beri uygulanmakta olan siyasal modelin tıkanma noktasına geldiğini gösteriyordu. Yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini tanımayan, onları hukuk güvencesinden uzak bir biçimde adetâ "polis devleti" anlayışıyla yöneten ve üstelik onlara asgarî ölçüde bir refahı da sağlamayan bir rejimin "meşruluk krizi"nin keskinleşmesi mukadderdi. Halkı daha fazla özgürlüksüz bırakmak ve siyasetin dışında tutmak, rejimi işlemez hale sokabilirdi. Başta i. inönü olmak üzere, devrin ileri gelenlerinin bunu idrak etmiş oldukları tahmin edilebilir. Üstelik ikinci Dünya Savaşı sonunda faşist totaliteryenizmin yıkılmasıyla birlikte bütün dünyada "demokrasi rüzgarları" esmeye başlamış; hatta savaş sonu konjonktürü içinde Batı dünyasına yanaşmak zorumda kalan Türk politikasına bu yönde dış baskılar gelmeye başlamıştı. Kaldı ki Türkiye'nin 1945'lerdeki iktisadî durumunun parlak olmayışı, yöneticileri -başta ABD olmak üzere- Batılı demokrasilerin "anlayış"ına muhtaç hâle getirmişti. Buna bir de kuzey komşumuz Sovyetler Birliği'nin Boğazların statüsünde söz hakkı ve ülkemizin doğusundan toprak talebinde bulunmasın eklersek, manzara tamamlanmış olur. Böyle bir uluslararası ortam içinde özellikle "hür dünya" ülkelerinden anlayış bekleyen Türkiye'nin önce kendi "evinin içi"ni düzeltmeye başlaması, bu doğrultuda bazı adımlar atması kaçınılmaz hale gelmişti. Türkiye'de demokrasiye geçişi zamanın Cumhurbaşkanı (ve Millî Şef'i) ismet inönü'nün "iyi niyet"ine bağlayan görüş bu nedenle yanlıştır; olsa olsa, onun durumu doğru değerlendirip "tarih-dışı" bir konuma düşmekten kaçındığı söylenebilir. Esasen ismet Paşa'nın ne formasyonu ne de önceki kariyeri onun samimi bir demokrat olmasına elverişliydi. Kemalist modernleşme projesinin nihayetinde demokrasiyi hedeflemiş olduğu tezinin doğruluğu ise çok şüphe götürür.
Türkiye'de çok-partili siyasete geçme kararı işte böyle bir ortamda verildi. Bu yöndeki gelişmenin köşe taşlarını kısaca hatırlamakta yarar var. ilk defa 1945 yılının 19 Mayıs'ında Cumhurbaşkanı inönü'nün bayram mesajında, sistemin demokratikleştirilmek istendiğine ilişkin dolaylı bir ifade göze çarpmaktadır. Bunu CHP milletvekili Celâl Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes'in 7 Haziran tarihli "Dörtlü Takrir"i izlemiştir. CHP Parti Grubuna verilen bu önergede, ulusal egemenlik ilkesinin tam olarak uygulanması ve parti çalışmalarının demokratik esaslara uydurulması istenmekteydi. Bu girişimi, sonraki aylarda tahmin edilebilir bazı olaylar izliyor; 21 Eylül'de Menderes ve Köprülü CHP'den ihraç ediliyor. Bundan sonra da (28 Eylül) Bayar milletvekilliğinden istifa ediyor. Bundan bir sonraki adım olarak Bayar CHP'den de istifa ediyor (3 Aralık). Bu arada inönü'nün 1 Kasım'daki Meclis açış nutkunda bir muhalefet partisine olan ihtiyaç vurgulanıyor. Nihayet 1946 başında beklenen tarihî olay gerçekleşerek, Demokrat Parti resmen kuruluyor (7 Ocak). Demokrat Parti'nin demokrasi ve özgürlük mücadelesi ilk önemli sonucunu 10-11 Mayıs 1946'da veriyor: CHP'nin Olağanüstü Kurultayında "Millî Şef" ifadesi kaldırılıyor ve "Değişmez Başkan" yerine Genel Başkanın seçimle gelmesi esası kabul ediliyor. Mücadelenin ikinci önemli sonucu 5 Haziran'da tek dereceli seçim kanunun kabul edilmesidir. Ne var ki 21 Temmuz'da yapılan genel seçimler CHP'nin tek parti döneminin alışkanlıklarını sürdüğünü gösteriyor; baskı altında ve hile karıştırarak yapılan seçimler sonucunda CHP'nin 395 milletvekilliğine karşı DP ancak 66 milletvekili kazanabiliyor. Ertesi yıl -Recep Peker'in 1 Nisan'da istiklâl Mahkemelerinin henüz kaldırılmamış olduğunu hatırlatan tehdidi bir yana bırakılırsa- demokratik gelişme açısından daha ümit vericidir. Demokrat Parti'nin (7-11 Ocak 1947 tarihinde yapılan) Büyük Kongresinde Hürriyet Misakı karar altına alınıyor. Buna göre, demokratikleşmenin tam ve gerçek anlamda sağlanabilmesi için: a) anti-demokratik kanunların kaldırılması, b) seçimlerin yargı denetimi altında yapılması ve c) cumhurbaşkanlığı ile parti başkanlığının ayrılması gerekmektedir. Bu karar 7 ay sonra kısmen etkisini göstererek, Cumhurbaşkanı inönü'nün basına ve radyoya verdiği bir demeçle (12 Temmuz Beyannamesi) partiler arasında tarafsız kalacağı ve DP'nin güvence altında muhalefet yapabileceği sözünü vermesine yol açıyor.Sonraki yılın önemli olayı, CHP yönetiminin liberalleşme jesti yapmasıdır denebilir. Nitekim CHP Meclis Grubunda 10 Şubat'ta ilkokullara din dersi konması ve ilahiyat Fakültesi açılması kararı veriliyor. Bu arada Demokrat Parti'nin seçim kanunu ile ilgili ısrarlı çabaları devam ediyor (örneğin, 25 Haziran'da ikinci Büyük Kongre'de karar altına alınan Milli Teminat And'ı) ve bu konuda yeni bir mesafe daha alınıyor: 16 Şubat 1950'de tek dereceli, genel, eşit ve gizli oy, açık tasnif ve adlî teminat esasları getiren Seçim Kanunu kabul ediliyor. Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak 14 Mayıs 1950'de yapılan genel seçimleri Demokrat Parti 408 milletvekilliği (CHP 69 milletvekilliği) elde ederek kazanıyor. 22 Mayıs'ta Cumhurbaşkanı seçilen Celâl Bayar'dan hükümeti kurma görevini alan Adnan Menderes aynı gün kabinesini ilân ediyor. Böylece modern Türkiye'nin siyasî tarihinde yeni bir dönem başlamış ve demokrasi bir bakıma doğmuş oluyor. Cumhuriyet Türkiyesi böylece ilk demokratik, barışçı iktidar değişikliğini kuruluşundan ancak 27 yıl sonra gerçekleştirmiş olmaktadır.
güncel Önemli Başlıklar