bugün

sahi kaç zaman geçti üstünden? en son ne zaman yapıldı bu bakıldığında pek bir anlamsız, ama keyfi paha biçilemeyen eylem. bilmiyorum..

sıcak, hatta çok sıcak bir haziran günü. sokağa işi gücü olmayanın çıkmayacağı türden bunaltıcı bir hava. aslında iyi hissetmeye çalışıyordum kendimi zor hava şartlarına rağmen. ve tabi ki gülümsemeyi de ihmal etmeden. bir yere gitmem gerekiyordu, istanbul'dan arkadaşımın gönderdiği poşeti teslim alıp oradan da ablamın ricasını yerine getirmek üzere yanlarına gidecektim. bu iki mesaim arasında yaptığım kısa bir yürüyüş esnasında, araçların gürültüsüne kulaklarımı tıkamış müziğimi dinlerken, içerlenecek bir şeyler bulmuştum yine kendime. n'oluyor sana phoenixs ashes diye kendimi anlamaya çalışıyordum. sohbet ettik diyemeyeceğim çünkü bir sohbet yoktu aramızda. diğer ben sessizliği seviyordu. bir sonbahar hüzünlendirir beni sanırdım. - burada ki hüznün anlamı benim için mutluluktur.- oysa güneş, ışınlarını şehrime dike yakın açılarıyla düşürürken, tam da bu saatlerde şakaklarımdan süzülen tere bir kaç damla göz yaşı karışmıştı. bu kez cidden anlam veremiyordum. 10 dakika mesafelik yürüyüşüme epey şey sığdırmış olmanın ve bir nebzede olsa hüzne bulanmış emsalsiz huzurum, bana kendimi iyi hissettirmişti.

nihayetinde ablamın ricasını yerine getirmek üzere görevime başlamıştım. bir buçuk saatliğine de olsa, yıllardır yaşayamadığım bir ana, hiç bir şey düşünmeden geçirilecek bir zaman dilimine gebeymiş meğerse haziranın kasıp kavuran bu günü.

***

1980-1990'lı yıllarda, arafta kalmış çocukluğumu hatırladım da bugün.

çamur önemliydi bizim için, su topraksız, toprak susuz bir şeye benzemiyordu yada biz benzetemiyorduk, belki de tek başlarına bir işe yaramıyorlardı. yok yok, biz benzetemiyorduk. toprağa kıvamını alana kadar su eklenir ve avuç içleri birbirine paralel yuvarlardık ellerimizle. şakacıktan misafirliğine gittiğimiz, aramızda 1 metre mesafe var yok komşumuza elimiz boş gitmemek için.

çimlerde, tarlalarda itinayla atardık adımlarımızı ki ezilmesin kır çiçekleri.
papatyalar ezilmesin, ezilmesinler ki en renkli hayallerimize taç yapabilsin annelerimiz.

ev üstüne ev olmaz mı? olur bal gibi olur.
köy yerinde çatılar vazgeçilmezleridir çocukların. teker teker çıkarılır oyuncaklar, kilimler. adeta küçük bir ev inşa edilir ev üstüne.

ezan vakti beş dakika daha dışarıda kalma mücadelesi verilir, annenin seslenişine karışan serzeniştine.

***

yıl 2012.
sıcak, hatta çok sıcak bir haziran günü.
üstünden yıllar geçmiş, 1980-1990'lı yıllarda kalmış. ömrümün bu gününde ise, içimde eskitmemeye çalıştığım çocukluğumu, o zamanların özgürlüğüyle yaşamak istedim. topraksız kalan suyun da, susuz kalan toprağında başlı başına bir işe yaradığını bildiğim çağımda onları ayrılmaz bir bütün olarak düşünmek istedim. o zamanlarda dizlerimizde kabuk tutsun diye beklediğimiz, tuttuğunda koparılan, koparıldığında da geçmek bilmeyen yaralar unutulmuş, onun yerini bugün yar'a dönüşmüş yaralar almıştı.

tramboline binelim mi denir tramboline çıkalım mı, trambolinde zıplayalım mı denir ne denirse işte ondan, "olur tabi" diye cevap verdiğimden pişman olmadığım, hiç olmayacağım bir şeydi sanırım bu. çünkü, artık çocuk değildim, ergen de değildim. büyümüştüm.

***

çamurla suyu ayrı tutacak bir çocukluğu yoktu, çünkü betonerme yapılar arasında 6 yaşına ulaşmıştı bile.
çatılarda ev üstüne ev kuramazdı. çünkü bir zamanlar hayal dahi edilemeyen gökdelenlerin olduğu dünyaya, 5-10 katlı bir binada açmıştı gözlerini. yani, çatılara çıksa bile ancak kendisini çıkarabilirdi. o zaman çocukluğu da çoktan geçmiş olurdu.

sıcak olması sebebiyle etrafta işinde gücünde olan bir kaç garson ve soluklanmak için oturmuş içeceğini yudumlayan bir kaç kişi dışında pek kimse yoktu.

trambolinde zıplıyorduk. değişik bir özgürlük hissi. aramızdaki yaş farkını eşitleyen tek şey, zıplayabileceğimiz kadar yükseğe zıplama isteğimiz ve aynı tınıdaki kahkahamızdı belki de. o farkında değildi elbette bende nasıl bir etki bıraktığının. ben bir yandan tadını çıkarmaya çalışırken, diğer yandan düşüp bir yerini incitmesin diye gözümü ondan ayırmıyordum. derken.........

***

-"heheeehe sen benim yaptığım gibi zıplayabilir misin?" dedi.
+"bilmem. deneyeyim bakalım." diye cevapladım.

dengemi kaybedip minderlerin üstüne diz üstü düştüm, hassas bir noktaya düşmüş olmalıyım ki minderin yumuşaklığından ziyade bir sertlik hissettim. dizim de o tarifsiz sızı. bu acıyı nasıl da özlemişim.

sahi kaç zaman geçti üstünden dizlerimizde yerini yar'a bırakmış yara izleri olmayalı?

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

fonda:http://www.youtube.com/wa...xzbeg0i&feature=share +

gözümden sakındığım kerem'e teşekkürlerimle...