bugün

oyun kavramını çelik çomaktan, ateriye taşıyan doksanların çocuklarının hiper yaratıcılıklarıyla gerçekleştirdikleri eylem. ben çok iyi hatırlıyorum, evimizin karşısında küçük bi oyuncak deposu vardı, tüm nesil orayı takip ederdi adeta. piyasaydı yani çocuklar için orası. 'boncuklu tabanca' diye bişey mi çıktı ? soluğu orda alırdık, 'klavyeli atari' diye bişey mi var mış ? hemen oraya koşardık. sonra bir ara, bu depoya telsiz gelmiş, oyuncak işte 100 metre ya çekiyor ya çekmiyor, pahalı bişey de değildi o zamanki oyuncak furyasına göre. ve kaçınılmaz olarak mahallenin tüm çocuklarında birer adet telsiz olmuştu artık. telsizlerle bir çok oyun oynandı, delicesine kombinasyonlar yapıldı, ama en manyak olanı hiç kuşkusuz saklambac oynamaktı. uzaklarda ebeyi gören bir gözlemci olurdu, o ebe nereye giderse orayı anons ederdi, diğer çocuklarda sobeye koşardı. şimdi düşünüyorum da çok fenaymış aslında, ulan o yaşta o zeka. kurduğumuz diyalogları hatırlıyorum yarım yamalak; "ebe yemiş ağacının ordan azizlerin eve dönüyor, ben deredeyim, tamam" gibiydi. çok güzeldi. saklambaç demişken, saklambaçında çok fazla kurnazlığı vardı ya, mesela ebenin söbeledikleri, mahallenin büyüğünün parmaklarından bir tane seçiyordu, parmaklardan biriside ebe oluyordu, ebe hangi parmağı seçerse, o parmağın sahibisi ebe oluyordu. ben ne zaman ebe olsam, bütün parmakları ebe yapıyorlardı puştlar. hep ben ebe oluyordum. tabi ne çare, kanıt yok ispat yok. yapıyorduk ebelik, şimdi kıyaslıyorum da keşke ebenin öss'sine çalışacağımıza hep telsizle saklambaç oynasaydık...
güncel Önemli Başlıklar