bugün

unicornlar ve büyücüler ne ise tanrı ve hassas ayar da odur.
şöyle bir şey var ki, evrenin karmaşık ve zor bir yapıda oluyor oluşu, onun tek denemede ortaya çıktığı sonucuna ulaştırmaz bizi.

yani biz dünyaya geldiğimiz kadarı ile biliyoruz bunları, belki de evren oluşmadan önce hesaplayamayacağımız derecede bing bang tarzı tetikleyici olay oluştu ve en sonunda şuanki evren birsürü ihtimal arasında ortaya çıktı.

evrenin karışık olması ateizme karşı bir eleştiri olarak kullanılamaz bence, zira bizim karışık dediğimiz sadece bize göre değerlendirdiğimizdir, evrendışı bir varlık varsa örneğin bu yapı ona çok basit gelebilir, bu basitlikten dolayı evrenin kendi kendine raslantısal olarak da oluşabileceğini düşünebilir.

tanrı insanın içindedir, inanırsın ya da inanmazsın fakat onu kanıtlamak, konumsal gereği insanın yapabileceği bir şey değil, mutlak imkansızlıktır.
bu argümana getirilecek ilk eleştiri ; tanrı hassas ayara ihtiyaç duymadan bir evren var edemiyor mu ?

neden bu ayarları yapıyor ? tanrı neden bir takım ayarlarla kısıtlı kalıyor ?

edit: yaşam barındıran bir evren için bu ayarlar gereklidir dersek,tanrı kısıtlanmış olmaz mı ? tanrı dört kenarlı bir üçgen yaratmaz mı ? diye sorrsak bu soru mantıken hatalı olur. yani soru hatalıdır. peki tanrı hassas ayarsız bir evren var edemiyor mu sorusu da dört kenarlı üçgen gibi hatalı bir soru mu ? bana kalırsa değil. ortada mantık çelişkisi görünmüyor.
Evrendeki hassas ayar bir yaratıcının varlığına işaret eder mi?

Bu yazı bir alıntı olmakla beraber gördüğüm gereklilik üzerine entry olarak eklenmiştir.

Tanrının varlığını kanıtlamak için geliştirilen en güçlü argüman kanaatimce fine-tuning (ince ayar) delilidir. Yaşama olanak veren bir evrenin olasılığı çok düşüktür ve bütün olasılıksal imkansızlıklara rağmen yaşam var olmuştur. Tarih boyunca pek çok formda savunulmuş olan bu delilin günümüzdeki en profesyonel savunucusu Robin Collins’tir. Biz hassas ayar delilini daha sonra detaylıca inceleyeceğiz. Ama şimdilik hem delilimize bir özet olması için hem de ateistlerin bu konudaki birtakım itirazlarını gidermek için bazı ateist sitelerinde yer alan “Yanılgı Serisi: Tesadüf” isimli yazıya daha önce başka bir sitede verdiğim cevabı koyacağım.

ilgili yazı: http://kozmopolitaydinlar...7/yanilgi-serisi-tesaduf/

Cevap: Evet, bir şeyin olasılığı 1/10000000 ise gerçekleşmez. Ama bu hususta hataya düşmemek için bir noktaya dikkat etmek gerekir. Yazarın örnek verdiği gibi akıldan tutulan herhangi bir sayının ya da şehirde rastgele girilen bir mağazanın seçilme olasılığının tasarım-tesadüf tartışmaları ile bir ilgisi yoktur. Doğrudur, rastgele girilen bir mağazanın seçilme olasılığı elbette düşüktür ama o mağazayı “özel kılan” bir durum yoktur. Şöyle bir örnek vereyim: bir mağazaya girip bir gömleğe bakalım. insan vücuduna uygun malzemelerle üretilmiş, kolun ve başın girebileceği boşluklar bırakılmış ve insan bedenine uygun bir tarzda tasarımlanmış. Bu gömleğin doğal ve yönlendirilmemiş (tesadüfi) süreçlerle meydana gelme olasılığı çok düşüktür. Ama bu düşük ihtimalin (kompleksliğin) yanında bir de bu olasılığın eşleştiği “bağımsız” bir olgu yani “insan bedeni” de vardır. Söz konusu olan nesnenin kendi kendine oluşma olasılığının düşüklüğü yanında kendinden bağımsız olarak var olan bir olguyla eşleşmesi gömleğin tasarlanmış olduğu anlamına gelir. Yani bunu bir ilke olarak açıklayacak olursak “bir şeyin hem olasığı düşükse hem de kendinden bağımsız bir olguyla eşleşmişse bu gibi durumlar tasarımı gösterir”, buna “belirtilmiş karmaşıklık” (specified complexity) adı verilir.

Yazarın örnek verdiği akıldan rastgele tutulan sayı ve rastgele girilen bir mağaza misallerinde sayı ve mağazanın eşleştiği bağımsız bir model (hedef) olmadığı için bunun tasarımla bir ilgisi yoktur. Ateist ve tesitler arasında yapılan tartışma açısından da bu gibi örneklerin bir önemi yoktur. Çünkü bu tartışmalar “belirtilmiş karmaşık” durumlar için söz konusudur. Ayrıca yazarın yaptığı bariz bir analoji hatası da vardır ki “ceketin bütçeye, bedene, zevke…” uygun olması gerçek hayatta sanki rastlantı örneğiymiş gibi gösterilmiş. Halbuki bu kişinin “kendi isteklerine uygun olanları seçip diğer ihtimalleri elemesi”ni yani “bilinçli seçme” işlemini gösterir. Yazarın yaptığı büyük gafın aksine bu rastlantının değil tasarımın bir göstergesidir.

Yazar, bir sonraki açıklamasında meşhur “Shakespeare ‘in eserini yazan maymunlar” örneğine değinmiş. Ve ilginç bir şekilde Shakespear’in bu eseri yazmasını -bir şekilde- rastlantı olarak tanımlamış. Gerçekten gariptir, örneğin Shakespeare’in Hamlet’ini ele alalım. Kitaba baktığımız takdirde pek çok harf grubunun kağıtlarda olasılığı düşük bir şekilde dizildiği görülür. Bunun yanında o harf gruplarından bağımsız olarak var olan ingilizce kelimeler ve ingilizce gramer kuralları vardır. Ve o harfler bu bağımsız olgu ile eşleşmiştir. Yine belirtilmiş karmaşıklık, yine bilinçli tasarım…

Evrende akıllı yaşam formlarının ortaya çıkması için pek çok parametre çok hassas bir dengeye oturtulmuştur. Bu konuda biraz “ince ayar”dan bahsetmem icap eder. Örneğin, evrende yaşamın ortaya çıkabilmesi için başlangıcın düşük entropili olması gerekir. Evrenin düşük entropi ile başlamasının olasılığı: 1/10^10^123’tür. yerçekimi sabitinin yaşamı olanaklı kılacak şekilde denk gelmesinin ihtimali 1/10^31, kozmik sabitin tutma ihtimali 1/10^120’dir. çalışan bir protein bölgesinin/parçasının oluşma ihtimali ise 1/10^64 iken 400 aminoasitli bir proteinin oluşma olasılığı 1/10^640’tır.

Tek bir sonucun gerçekleşmesi için gereken bağımsız olasılıkların tümü birbiriyle çarpılarak söz konusu sonucun ihtimali hesaplanır. yani s= {1. olasılık x 2. olasılık x 3. olasılık…} bunu konumuza uyarlayacak olursak s= {düşük entropili başlangıç x evrenin genişleme hızı x madde miktarı x proteinin oluşma olasılığı…} Bu olasılıklardan tek birinin bile gerçekleşmesi matematiksel olarak imkansızken bir de bunların birbiriyle çarpıldıktan sonra ortaya çıkacak sonucun muazzamlığını düşünün! Matematikçi Emile Borel matematiksel imkansızlık sınırının 1/10^50 olduğunu göstermiştir. Bu şu anlama gelir: bu değerden daha düşük olasılıklar matematiksel olarak “imkansız”dır.

Olasılık hesaplarının götürdüğü vahim sonuçtan kaçmak isteyen neo-ateistler ise bu sorundan kavramları çarpıtma yoluyla kurtulmayı denemiştir. Ateistlerin yüzyıllarca süregelen iddialarının aksine birden “biz evren tesadüfen oluştu demiyoruz” diyen neo-ateistler türemiştir. Doğanın dıştan müdahale almayan kapalı bir sistem olduğunu ve doğal süreçlerin “yönlendirilmemiş” olduğunu iddia eden ateist felsefenin “tesadüf” dışında ne açıklaması olabilir ki? Zaten biz de tesadüf kelimesiyle “kendi kendine, yönlendirilmemiş” bir oluşumu kastetmekteyiz. Bu bir yana “zorunluluk ve rastlantı” kavramlarının irdelemesini yapan (bu konuda bir kitabı da bulunan) ateist felsefeci Jacques Monod da evrenin “zorunluluklar ve tesadüfler” neticesinde ortaya çıktığını söyler. (zorunluluklar doğa yasalarının sonuçları, tesadüfler ise bu yasalar çerçevesinde meydana gelen fiziksel oluşumlardır) bütün ateist filozoflar da hemen hemen aynı fikirdedir.

Yazar, daha sonra evrim teorisi konusuna dönüş yaparak “ilk durum” ve “son durum”u karşılaştırıp bu olamaz diyerek evrimi reddeden yaklaşımların yanlışlığını belirtiyor. Evet, sadece ilk ve son duruma bakarak bu gerçek olamaz diyen bir yaklaşım gerçekten de kusurludur. Bunu iddia eden teistler de olabilir. Ama bütün teistler aynı fikri savunuyormuş gibi davranmak korkuluk hatasına (straw man fallacy) düşmek olur.

Daha sonrasında ise en fazla 100 yıllık bir süreyi hatasız kavrayabilen insanın milyarlarca yıllık süren evrim sürecini anlamakta zorlanacağınını ekleyerek evrim karşıtı iddiaların gerekçesini buna bağlıyor. Bu iddianın kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Eğer bir protein oluşumunu ele alacak olursak (1/10^640 olduğunu hatırlayalım) evrende 10^90 adet atomaltı parçacık ve foton bulunur ve evrenin bütün ömrü ise 10^18 saniyedir. 10^90 x 10^18 = 10^180 ise evrenin bütün ömrü boyunca her saniyesinde evrendeki bütün atomaltı parçacıklar ve fotonlar aminoasit olsa ve bir protein oluşturma girişiminde bulunsalar yapılabilecek maksimum deneme sayısıdır. Bunu 1/10^640 sayısı ile karşılaştırınca görürüz ki evrenin bütün maddesi ve zamanını kullansak bile bir protein oluşması tesadüfen mümkün değildir. Onun için “biz milyarlarca yıllık evrim sürecini anlayamıyoruz” iddiası geçersizdir. Çünkü evrenin bütün zamanı ve maddesini hesaba katınca bile sonuç değişmemektedir.

En sonunda ise evrimin yavaş yavaş, kademe kademe işleyen bir süreç olduğundan bahsediliyor. Evrim ile dağcı arasında bir analoji kurularak dağcının (evrimin) yavaş yavaş dağın tepesine tırmandığı belirtilip bunun gayet makul olduğu izah edilmeye çalışılmakta. Evet, bu şekilde yansıtılan bir evrim teorisi modeli gerçekten de makul gözükmekte. Ancak işin derinine inince pek de öyle olmadığı anlaşılmaktadır. Evrim teorisinin Darwinyen çizgisi ve günümüzde de Dawkins’in başını çektiği neo-Darwinizm yaklaşımı evrimin mikro-mutasyonlarla, küçük değişimlerin birikmesiyle aşama aşama gerçekleştiğini savunur. Ama mikro-mutasyonlar türleşmeyi sağlayamaz. Mikro-mutasyonlar tür sınırının ötesine geçemez. Mikro-mutasyonların tür oluşturma konusundaki yetersizliğine karşı Goldscmidt “beklenen yaratık” diye bir kavram önerir. Buna göre türler “birikimli” evrimle değil “sıçramalı” evrimle oluşmaktadır. Buna göre bir türün yavrusu başka bir türden olabilirdi ve bu biyologa göre evrimin mekanizması da budur. Ünlü evrimci biyologlardan Stephan Jay Gould da Goldschmidt’ten biraz daha farklı olmak üzere “sıçramalı denge” denilen bir evrim modelini önerir. Çünkü, Darwin ve Dawkins gibilerinin önerdiği gibi değişimler yavaş yavaş gerçekleşseydi bunu belgeleyen sayısız fosil bulmamız gerekirdi. Ama fosil kayıtları bu görüşü desteklemek yerine sorun çıkardığı için Jay Gould “sıçramalı denge” kuramını önerir. Yani fosil kayıtlarının evrime sorun çıkarması konusundaki itirazlar yaratılışçıların uydurması değil Jay Gould gibi bir biyologu bile böyle modeller öne sürmeye itecek kadar güçlü bir argümandır. (Darwin’in arkadaşı Huxley de aynı fosil sorunundan dolayı bu görüşe yakındır)

Buna göre türler neo-Darwinizmin temel kabulünün aksine birikimli, aşama aşama giden değişimlerle değil belli durağanlık dönemleri sonrası gerçekleşen ani sıçramalarla oluşur. Bu da meselemizdeki örnekte olan dağcının dağın tepesine hop diye çıkmasa da ellişer metre zıplamalarla çıktığı anlamına gelir. Dağcının tepeye hop diye çıkmasını aklı almayanların aynı dağcıya onar, yirmişer, ellişer metreleri zıplatması pek akıl kârı olmasa gerek… Mikro-mutasyoncu evrim anlayışı türleşmeyi sağlayamadığı gibi “sıçramalı denge” modellerinin de pek çok sorunu vardır. Örneğin Richard Dawkins bu modele göre ani değişimlere sebep olacak mutasyonların yıkıcı olacağını, faydalı bir mutasyon sağlansa bile bunun eş bulmakta çekeceği zorlukları ve bunun olasılık açısından açmazlarını göstererek reddeder. (haklıdır da)

Kısacası, kozmolojik argüman entropi, yıldızların ömrü, Big Bang gibi pek çok delille desteklenirken hassas ayar delili de fizikten, kimyadan, biyolojiden astronomiden gelen pek çok veri ile güçlenmektedir. Arzu delili, ahlak delili, ontolojik delil, aksiyolojik delil gibi insanın doğasından çıkan pek çok kanıt ise yaratılışın delillerine güç katmakta ve bu delillerin hepsinin birleşmesi (consilience of induction) “Tanrının tasarımı” fikrini karşı konulamaz bir şekilde açığa çıkarmaktadır.

Bazen insanların efsanelere inanma potansiyeli artabilir. Ama aynı insanlar rasyonel düşünme ile neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırdedebilecek yetilere de sahiptir ve insan zekası ateist felsefenin saçmalıklarından kurtulmayı da başaracaktır.