bugün

Oya Baydar yazmıştır.
Hakkında bir dolu entry olmasını umarken dumur olmama neden olacak "tek" entry gördüğüm Oya Baydar'ın 2001 Orhan Kemal Ödülü kazanmış romanı.
Sözlük yazarları kitaplara bu kadar ilgisiz kalmazdı, bu başlık pek bir fakir, öksüz kalmış nedense.
Bir arkadaşımın kendi kendisine hediye etmesi sonucu elime geçen kitap aslında Can Yayınları tarafından 2000 yılında basılmış. Bununla birlikte Can Yayınları'nın 2010 yılında kuruluşlarının 25. yılı olması nedeniyle yeniden basılan 25 kitap arasında.

Oya Baydar, bu çok boyutlu romanında tutkuyu, aşkı, gücü ve güçsüzlüğü, devleti ve iktidarı tartışıyor. Yakın tarihimizin en sıcak yıllarının ekseninde, gerçek olayları, yaşanmış acıları, kayıpları, daha belleklerde tazeyken, izleri silinmemişken, derine inerek, ustalıklı anlatımıyla kurgusuna katıyor, paylaşıyor. Kitap, kırk yılın yangınlarının, sevgilerde, doruklarda, aşklarda, tutkularda, inançlarda, devrimlerde tutuşturduğu ateşlerin arta kalan küllerinin romanı. (Doğan Hızlan)

Şiddetle tavsiye ederim.
" Sadece şehirden ayrılmak mı içine böyle koyan? Yirmi üç yaşındaydım, aşıktım; yaşamdan umutlu, aşkımdan umutsuzdum ve tabii kederliydim."

"Bütün bunlar, gençliğimiz ve daha bir çok şey. Bir de o adsız ve tanımsız duygu; hayır aşk değil, acı veren bir saplantı. Çoktandır iki kişilik olmaktan çıkmış, belki de hiçbir zaman iki kişilik olmamış, paylaşılmamış, kendi içinde büyütüp taşıdığı sıcak ve hüzünlü bir özlem. Kendi kendine sevişmek gibi, derin bir mağarada insanın kendi sesine cevap veren yankı gibi bir şey."

"Alacakaranlık. Birazdan ölümün ve unutmanın soğuk gecesi başlayacak. Ne anıların ne de pişmanlıkların artık kimseyi, hiçbir şeyi geri getiremeyeceği ıssız ve karanlık gece. "Ve ben, yaklaşan gecenin eşiğinde yapayalnızım." içindeki duygu önce kedere, sonra korkuya dönüşüyor. "Dünyanın ortasında, yapayalnızım. Oysa ne kadar çoktuk, ne kadar kalabalıktık..."
...
"Hep böyle olurdu. Yüreği öylesine taşkın bir sevgiyle dolu, vücudu öylesine tutuşarak koşardı ki ona, sanki bu defa aralarındaki her şey değişeverecekmiş, birbirlerini yeniden bulacaklarmış, o da aynı duyguları paylaşacakmış sanırdı. Sonra bir söz, bir hatırlarma, bir suskunluk... Büyü dağılır, herkes kendi köşesine, kendi hücresine döner, aralarındaki o camdan duvar biraz daha geçilmez olurdu."

"Telefonu kaparken başı dönüyor. Otuz yıl önce de, yirmi beş yıl önce de, beş yıl önce de; ondan her haber aldığında,sesini her duyduğunda, her telefonda, her buluşmada aynı baş dönmesi, aynı yürek çarpıntısı, aynı güzel heyecan... Bu tuhaf duygu içinde böyle yaşayıp gittikçe sanki hiç yaşlanmıyor, sanki zamanı yeniyor. Maraz, umutsuz, yarınlara yönelmeyen; ne mutlu ne de mutsuz, hiç bir son amaçlamayan bu tutkuyu belki de bu yüzden yıllardır besleyip yaşatıyor. Başa dönüp yeniden yaşanamayacak bir ömrün, pişmanlık ya da suçluluk duyduğu yaşam parçalarının, artık çok geç kalmış olmanın kederini unutturan, paralel bir iç yaşam kurgusu, bir gölge yaşam..."

(Bu kadar güzel anlatılır... Ama ne yazık ki yaşananlar ve yaşanamayanlar insanın hayatının bir bütünü... Hayatı olmasını istediğiniz yerden değil aktığı gibi yaşıyorsunuz. Söylediğiniz ya da söylemediğiniz, yaptığınız, yapmadığınız, yapamadığınız her şey, tüm anılar bazen suçluluk bazen pişmanlık ama çokça hayıflanmalarla içinizde kalıyor. Onlarla başa çıkmanın en iyi yolu onları kabullenmek ve hatırlamak, bundan da zevk almak. Aksi takdirde geçmişinizde bu yaralarınızla yaşar, kan sızdırmaya başlayan bu anılar da size zarar verir. insan eski sevgilerini biraz da öğrencilerini mezun öğretmenler gibi hatırlamalı. Acıyla değil tebessümle, onları daha iyi bir geleceğe yolladığının temennisiyle anmalı. O geleceği hiç bilmeden.)