bugün

ayrılığın yakıcılığını, yıkıp geçiciliğini , geride bıraktığı tahribatı ve vazgeçilmek zorunda kalınan hayalleri ustura keskinliğinde anlatan yusuf hayaloğlu şiirinin en can alıcı dizesi..
şimdi saat sensizliğin ertesi
yıldız dolmuş gökyüzü ayaydın
avutulmuş çocuklar çoktan sustu
bir ben kaldım tenhasında gecenin
avutulmamış bir ben

şimdi gözlerime ağlamayı öğrettim
ki bu yaşlar
utangaç boynunun kolyesi olsun
bu da benden sana
ayrılığın hediyesi olsun

soytarılık etmeden güldürebilmek seni
ekmek çalmadan doyurabilmek
ve haksızlık etmeden doğan güneşe
bütün aydınlıkları içine süzebilmek gibi
mülteci isteklerim oldu ara sıra, biliyorsun..
şimdi iyi niyetlerimi
bir bir yargılayıp asıyorum
bu son olsun be bu son olsun
bu da benim sana
ayrılırken mazeretim olsun

şimdi saat yokluğunun belası
sensiz gelen sabaha günaydın
işi-gücü olanlar çoktan gitti
bir ben kaldım voltasında sensizliğin
hiç uyumamış bir ben

şimdi dişlerimi sıkıp
dudaklarıma kanamayı öğrettim
ki bu kızıl damlalar
körpe yanağında bir veda busesi olsun
bu da benden sana
heba edilmiş bir aşkın
son nefesi olsun

kafamı duvara vurmadan
tanıyabilmek seni
beyninin içindekileri anlayabilmek
ve yitirmeden, yüzündeki anlık tebessümü
bütün saatleri öylece durdurabilmek için
çıldırasıya paraladım kendimi
lanet olsun!
artık sigarayı üç pakete çıkardım günde
olsun be ne olacaksa olsun
bu da benim sana
ayrılırken şikayetim olsun ..
oraya gitme demedim mi sana?
seni yalnız ben tanırım demedim mi?
demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim?

bir gün kızsan bana, alsan başını yüzbin yıllık yere gitsen
dönüp kavuşacağın yer benim demedim mi?

demedim mi şu görünene razı olma
demedim mi sana yaraşır otağ kuran benim asıl.
onu süsleyen bezeyen benim demedim mi?

ben bir denizim demedim mi sana.
sen bir balıksın demedim mi,
demedim mi o kuru yerlere gitme sakın.
senin duru denizin benim demedim mi?

kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
demedim mi senin uçmanı sağlayan benim,
senin kolun kanadın benim, demedim mi?

demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi tövbeni bozarlar senin
oysa senin ateşin benim, sıcaklığın benim demedim mi?
onu süsleyen bezeyen benim demedim mi?

ben bir denizim demedim mi sana.
sen bir balıksın demedim mi,
demedim mi o kuru yerlere gitme sakın.
senin duru denizin benim demedim mi?

kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
demedim mi senin uçmanı sağlayan benim,
denin kolun kanadın benim, demedim mi?

demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi tövbeni bozarlar senin.

oysa senin ateşin benim, sıcaklığın benim demedim mi?
giderken ardında bir gülüşün kaldı..
bir de saçlarının içime batan ucu..
bir kova hıçkırık döktüm ardından...
seline kapılırda dönersin belki diye...
ilk önce ısırırsan öğrenir tabi diye düşündüren, içeriğe dikkat edince duygu yüklü, insanın trafo gibi elektrik yaymasını sağlayan başlık.
yağmurların içime yağdığı günlerdi..
şemsiyeler kırık dökük..
göletlerde yüzünün aksi..
tokalarının yeşilinde baharlar..
huysuz ve şımarıktın evet..
yakışıyordu kocaman gülüşün..
evet arsızdı hayallerin..
ve yalnızdın o hayallerde..
al senin olsun aşkın dediğinde..
ben çoktan başka bir filme dalmıştım..
adı yalnızlık..
seni ilk gördüğümde
parktaki bir bankta
oturmuş,
kabakçekirdeği çıtlatıyordun..

şimdi yıllar sonra ben
aynı parkta
aynı bankta
oturmuş,
yerlerde
dudaklarının değdiği kabuklar arıyorum..
seni son bir kez öpebilmek için...
bütün randevularımız rıhtımdaydı..
ve gözyaşlarımız denize doğruydu...
gülüşümüzü sektirirdik dalgalarda..
yarışırdı bakışlarımız gözbebeklerimizde..
deniz minarelerinde ezanlar bizi çağırırdı..
ve yaralarımızı yosunlarla sarardık..
bir balık oynaşırdı ayaklarımızın arasında...
ve tenin yakamozları andırırdı..
hırçındın..
deniz kadar engin..
ve tuzluydu terin..
fenerin balkonuna teyzenden çaldığın saksılardan..
bahçeler yapmıştık..
ve ayrılıkta boğulmadan önce..
denizin durgunluğuna aldanmıştık..
..............................
aradan yedi kış geçmiş...
ben şimdi aynı sahilde üşüyorum..
çiçeklerimiz kurumuş, ezanlarımız susmuş..
fenerimiz karanlık...
denize baktıkça içimde birşeyler kabarıyor..
sanki bir dalga vuruyor sensizliğin kıyısına..
ve bir çocuk..
kumdan bir kale yapıyor..
çıplak ayaklarını öptüğüm sahile..
................................
ben ki denize sevdalıyım..
senden ötürü..
sen ki yoksun şimdi..
deniz
huysuz..
ben
mutsuz..
ufukta ne kara var..
ne de yakamoz....
avuçlarında hala ellerim..
ve sarılmışım ruhuna..
kirpiklerin yanağıma değmiş gülüm..
tut ki uçup gitmesin gamzelerin.....
alnımdaki kaküle vurulmuştun hatırlıyor musun..
bende tenindeki baharata..
ne çok gülmüştük yağmura tekme atarak yürürken..
ve ne çok ısınmıştık karlar içimize yağarken....
ilk randevumuzda arkadaşının ölüm haberi gelmişti de..
daha o gün anlamıştık ..
çileli bir aşk olacaktı bizimki..
öyle oldu da gerçekten...
şimdi çilesini bile özlüyorum karlar saçıma yağarken..
bir ölümle başlayan bu aşkı...
gülkurusu diye bir renk var mı bilmem...
ama olmalı..
o dudaklardan sonra...
titremek bir duygu mu emin değilim ama...
bence olmalı...
özlemek bir hastalık olmayabilir..
ama öyleyse eğer..
bir an önce bulunmalı çaresi..
ve ayrılık bir ölümse...
kopmalı bir an önce kıyamet..
bir akşamüstüydü..
eteğin uçuşuyordu..
uçuk maviydi hala hatırlarım..
pervazlardan begonyalar sarkıyordu..
kolunun altında eskimiş deri bir çanta..
bir de topuklu terlikler..
yürüyor muydun.. uçuyor muydun..
düşünüp kaldım yolun ortasında..
anladığımda ben, ben değildim artık..
yürümüyor, uçmuyor;
terkediyordun beni..
unuttum sana yazdığım mektubun altına adımı yazmayı. belki hatırlarsın beni, senin çok eski bir dudağınım öptüğün..!

kaçan bir elektriğim; haylaz, inatçı bir âşık. belki hatırlarsın beni, hani saklıyorsan hâlâ resimleri; cismim yetiyorsa kanıtlamaya kusuru, aklım şaşırtıyorsa bedeninin azametini, teklifim geçerliyse ve romantizm lök gibi oturmuşsa gündemine, hangi varlığımı yok sayabilirsin ki?

unuttum sana yazdığım mektubun altına adımı yazmayı. belki hatırlarsın beni, senin çok eski bir çocukluk hastalığınım kırk derece ateşte yattığın..
insan telefon defterini temize çekerken bazi isimleri eski defterinde birakir.

onlar artık bir daha asla aranmayacaktır. garip bir hüznü barındıran bu silik isimlere bakılır bakılır. kimi okuldan sınıf arkadaşınızdır, kimi çok çabuk unutuverdiğiniz bir sevgili, kimi bir cafede aylarca her şeyi ama her şeyi paylaştığınız birisi; ya da istifa ettiğiniz bir yerden bir arkadaşınız! soyadları sorulmamış bir sürü hatırlanmayan isim de vardır defterde ve şüphesiz üstünde isim olmayan telefon numaraları korkunç bir operasyonla onlarca hayat, onlarca güzellik bir çırpıda ortadan kaldırılır.

insan telefon defterini temize çekerken bazi isimler üzerinde durur.

onca zaman sonra bir kez arasanız, sesini duysanız... ona edilebilecek bir çift sözünüz yoktur! birlikte gittiğiniz filmler, meyhaneler, evler birbirinizi yıllar sonra özlemenizi sağlayacak sevgiyi aşılamamıştır size. yalnızca bir isimdir şimdi o. temize çekerken atlarsınız hemen. derhal çevirirsiniz sayfayı telaşla, alelacele. oh, isim geçmişte kalmıştır.

insan telefon defterini temize çekerken hayatini da sorgular!

hangisi ihanet etmiştir, hangisi yalvarmıştır kendisini bırakmamanız için; hangisinin bir süre sonra arkanızdan konuştuğunu duymuşsunuzdur; hangisi sizi en güzel öpmüştür; hangisi rüyalarınıza girmiştir, hangisinin ayak parmakları ilginizi çekmiştir, hangisine hediye alırken zorlanmışsınızdır, hangisiyle en hararetli tartışmalara girip kavga etmişsinizdir, hangisi için sabahlara kadar içip içip ağlamışsınızdır?!...

doğrular, yanlışlar, hatalar, tutkular! birlikte edip cansever okuduğunuz o insanlar, solmuşlardır.

insan telefon defterini temize çekerken yalnizliğini da kanitlar.

bütün bu insanlar şimdi nerede, ne yapmaktadırlar? saat elbette dört'tür! paradoks, labirent, koni, tüm bilimsel ifadeler ve mentalite tersine dönmüştür. ters dönmüşüzdür. bu tek başınalık ve bu isim katliamı aslında size ters gelir... çalan telefona bakarsınız. acaba? acaba telefon defterini temize çeken bir arkadaşınızın son anda kurtarma çabası mıdır? bir iki kırık sözcük, yarım yamalak bir buluşma, belki...

bilemezsiniz...
ayrılık üzüntüden ağlatırken, terkedilen şehrin güneşi, sevgiliyi akla getirir de hatıralar susuz bırakır dudakları.
sensizlikle sevişmeyi öğreniyorum şimdi iki kişilik mezarımda..
Birazdan kudurur deniz
Birazdan dalgaların sırtından
Üst üste fışkıran rüzgarlar
Bir intikam gibi saldırınca üstüne.
Yüzüne şarkılar çarpar, yüzüne şiirler çarpar, ağlarsın
Sen artık, sen artık buralarda duramazsın.

Artık sazın bağrı mı olur
Kimsenin bilmediği bir ağrı mı
Gider kendine gömülürsün
Yoksa bu şehir bu sokaklar
Seni alır kullanır seni alır kullanır
Santim santim çürürsün.

Bazen bir uçurum kalır
Bazen de martıların ardından
Velvele koparan bir leş kalır
Bir intihar gibi puşt olunca sevdalar.
Sırtını duvara yaslar, sırtını ağaca yaslar susarsın
Sen artık hiçbir sözü, hiçbir sözü kaldıramazsın.

Şimdi bir yeni sevda mı olur
Kimsenin kapını çalmadığı bir inziva mı
Tutar sıfırdan başlarsın
Yoksa bu ilişkiler bu zaaflar
Seni yiyip bitirir, seni yiyip bitirir
Dirhem dirhem azalırsın.
baldırı çıplak bir akşamüstüydü
kime selam verdiysem yüzüme küstüydü.
yalnızlığa susmuştum, yağmura üşümüştüm..
belli belirsiz ve hiçbir makamsız,
hiçbir kelimesiz ve hiçbir anlamsız,
kırılgan bir şarkıydı, tılsımına düşmüştüm..
ve ben sanki ömrümde yaşamadığım
ve yaşamadan yaşlandığım bütün aşkları
bu ilk defa karşılaştığım, bu ilk defa yabancı,
ve bu son defa tutunduğum kızla bölüşmüştüm..

yağmur içen kız.. gece kuşu
atmacaya benzer duruşu..
bir omuzu el-ense çekerken azraile
bir omuzu sokak lambasından da biçare..
kimliğini sorarsan;
barbar sokakların en barbar kızı,
ve hortumlu karakolların en arsızı..

o destursuz yağmur, taş gibi iniyordu,
o fütursuz cadde, pür-telaş deviniyordu.
başını çevirip bakıyordu ara sıra
hiçbir şey sormadan gidiyordum ardı sıra..
bir karyola, bir sobadan ibaret 102 nolu odada
buluştu gözlerimiz, sırları dökülmüş tozlu aynada..
cebimdeki şişeyi yudumlarken sessizce
saçlarını okşadım yavaşça ve teklifsizce..
azıcık huylanmıştı, söylemedi ama şaşırmıştı.
sanırım ki o, hep değişen tiplere
ve fakat hiç değişmeyen triplere alışmıştı..

yağmur içen kız.. vahşi kısrak
göğsü falçata krizi, öfkesi tavlı bıçak..
soluğunda ıslak çimenlerin buğusu
soluduğunda kundaklanmış ormanların yalazı.
güzelliğini sorarsan;
dişleri kar kuşundan da beyaz
dudakları vampirden de kırmızı..

alışkın bir otel odasıydı, kenarda soba yanıyordu,
tutkunun tasma koparan köpekleri
arsız bir çarşaf gibi üstümüze abanıyordu..
küçücük ama çok küçücük bir ağzı vardı,
küçücük ama çok küçücük bir öpüşte bile
bir vişne ısırığı gibi kanıyordu..
çaparinin çengelinde çırpınan çipuranın
yakaran gözlerindeki o tarifsiz kederle,
bu küçücük ömründe, belki de ilk defa
birisinin gözlerine bakmaktan utanıyordu..

yağmur içen kız.. kaldırım meleği
hüznün yirmidört saatlik beyhude kelebeği..
her akşam sunarak kendini hoyrat ağızlara
ve her sabah yunarak bedenini yağmurla
ve boğarak o narin göğsünde hıçkırıklarını
bir çalpara gibi yeniledi kopan yanlarını..
yağmur içen kız.. çılgın kedi
komalara girdi, jiletler yedi, ölmedi..

hiç sormadım adını, kendisi de söylemedi.
ben şişeyi boşalttım, o ağzını sürmedi.
gitme vakti gelince uzatıp küçücük elini
hoşça kal, dedi, almadan o malum bedelini..
boş bir şişeden daha aptalca ne olabilirdi hediye?
uzun uzun bakakaldı, bu adam deli mi ne, diye..
iyi ama bu şişe boş be arkadaş, dedi, bu şişe boş!
her şey boş güzelim, dedim, her şey boş!
sen de yağmur koyarsın belki bu şişenin içine,
ve güneşin ışırsa bir gün, bir yerlerde, bir ihtimal,
düşlerini yudumlarsın artık yağmurun yerine...

yağmur içen kız.. gönül hırsızı
hiç kimseler bilmeyecek sırrımızı..
sen tutunmaya çalışırken gecenin eteklerine
yine acıtacak güzelliğini, o çirkin maça papazı..
ve yine kıyacaksın belki, o incecik bileklerine..
yağmur içen kız.. sahipsiz bebek
elbette bir gün herkes bir şekilde gidecek.
ama bu yağmur var ya, bu yağmur, inan ki
nereye gidersen git, hep ardından gelecek..

ne zaman tokatlasa yağmurlar penceremi,
ne zaman sersem ve buruşuk bir pardösü gibi
dökülsem kaldırımlarına bu duman karası kentin;
hep o kıza rastlarım, aynı kuytu köşede.
gözyaşlarını biriktirir usanmadan
düşleriyle aynı şişede..
hatırını sorarım, sessizce kaldırır yüzünü,
tablolardan çalınmış gizemli bir gülücüktür.
yağmur içer yudum-yudum, kanasıya.
mezesi, eski bir geceden, vişne yarığı kırmızı
ve hala kanayan o vişne ısırığı öpücüktür..

yağmur içen kız.. mağrur yürek
bu yağmurlar yalan ama ölüm gerçek..
sen yine avucunda sakla, çaldırma cevherini.
ve sakın gösterme kimseye, o yağmur incilerini
hep şarkını söyle; hiçbir kelimesiz ve makamsız,
hep orda bekle; bir akşam belki apansız,
gelir de alırım şişemi senden geriye:
o biriken yaşlarını içmek için damla-damla
ve geciken bedelini ödemek için kendi hayatımla
(bkz: kanasın)