bugün

allah'a inanan veya inanmayan bir insanın sorgulayıp bir sonuca ulaşamadığı sorunsaldır.

burada zeki ve sorgulayan bir inanan olarak konuya el atacağım;

allah; sureti hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan biz insanların cennete gidebilmek için pragmatist bir biçimde tapındığı varlık. nasıl oluştu bu yüce varlık? nasıl bu kadar yüce bir varlık, biz aciz insanları yaradan bu kudretli varlık nasıl oldu da kendiliğinden var oldu? her şeyin bir başı var kendimizi kandırmayalım. şimdi dini bir çelişkinin içerisindeyiz. dini bütün insanlar olduğumuzdan, insan gibi yüce bir varlığın kendiliğinden oluşamayacağı düşüncesindeyiz. evet aynen bu düşüncedeyiz. sperm denilen maddeden insan dediğimiz canlı, bir el olmasa kendiliğinden oluşamaz, değil mi? hemfikiriz. biz zeki varlıklarız bunu böyle değerlendiriyoruz ama kendimizi bir noktada kandırıyoruz. o nokta şudur: insan dediğimiz varlığın kendiliğinden oluşacağına inanmıyoruz, fakat nedense allah denilen çok yüce varlığın kendiliğinden oluştuğuna inanıyoruz. bu ne kadar büyük bir çelişki. derhal çıkarın beni bu inançlı durumdan inanmak istemiyorum!

burada inanmayan, toplumun büyük bir kesimi tarafından salak ilan edilen insan olarak; göreceli zeki olarak devam edeceğim;

allah diye bir varlık yok. bu varlık ilk olarak sümer rahip devleti'nde oluşan tek tanrılı inancın bir ürünü olarak köle toplumun aciz insanlarının dimağına yerleştirildi. bu yerleşke zamanla farklı boyutlara ulaştı. rahipler yerlerini peygamberlere bıraktı. ancak bu peygamberlik olgusu ne yazık ki rahiplerin durumu kadar parlak değildi. nedeni çoğunun acı çekmesi. fakat sümer rahipleri'nde bu unsur mevcut değildi. zira topluma hükmeden rahiplerdi. bu durum günümüze kadar ilkel çağdaki gibi devam etti...
ilimlerde sağlam bir şey kurmak için, insanın hayatından bir defa eski kanaatlerini bırakması gerekir. her birini ayrı ayrı incelemeye lüzum yoktur. yalnız üzerlerine kuruldukları prensipleri tenkid etmek kafidir. bu prensipler, yalancı veya aldatıcı oldukları için,kendilerine güvenilmeyen duyulardır. duyularımızın bazı nesneler üzerine bizi aldatmaları olağan görünmüyor. fakat biz onlarsan o kadar az eminiz ki, hatta uyku ile uyanıklığı birbirinden ayırdedemiyoruz. bize uykuda görünen şeylerin hepsi mutlak olarak hayali değildir. hiç olmazsa onlaran edindiğimiz hayaller, diğer daha basit ve gerçek olan nesnelerin fikirlerinin balitasından tertib edilmiş olsalar gerektir. bu nesneler nelerdir? ve bunların konu teşkil ettiği ilimler, kendilerinden şüphe edilmeyeceğe benziyen hakikatlar ihtiva etmektedirler. hangi sebepler bizi bu nesnelerin hakikatından şüphe ettirebilir? kendisinden şu veya bu tarzda şüphe edilmeyen hiçbir nesne yoktur. bu işaretleri yapmak yeterli değildir. bundan bir fayda elde etmek hakketmek lazımdır. bundan bir fayda elde etmek için kaanatlerimize yalnız şüphe gözü ile bakmak lazım değildir, onların yanlış olduklarını da farz etmek gerekir. bundan böyle yapmakta, ne bir hata ve ne de bir tehlike bardır.yapılması lazım olan faraziyeler nelerdir? ve nasıl kullanmak nasıldır? niçin bu maksadı gerçekleştirmek çok güçtür? bu öğrenildiği zaman kötülüklerin neden olduğunu anlayabiliriz. işte bu öğrenildiği zaman allah nasıl var oldu anlayabiliriz.
beş duyu organıyla bir şeyin varlığını ispatlamaya çalışan kişinin önermesidir. bir nesnenin varlığını ispatlayabiliriz ama yokluğunu ispatlayamayız. o şeye yok demek için tüm evreni hatta kainatı gezmek gerekir. bu önermenin sonunda allah ın yok olduğu sonucuna varılabilmesi içini, evreni gezip dolaşmak ve sonunda bunu ispatlamış olmak gerekir. allahın varlığına milyonlarca delil vardır. peki yokluğu için hangi kanıt vardır?
(bkz: kendi küllerinden doğmak)
çok fazla kafa yorarasan bu hale gelirsin http://img10.imageshack.us/i/dusunenadam.jpg/
Zaman, var olmak, yaratmak gibi kavramların tamamı insanoğlu için tasarlanmış hayatın birer evresidir. Yaratıcı için var olmanın başlangıcı diye bir durum söz konusu değildir. Bizim zekamız, bildiklerimiz, keşiflerimizin tamamı o'nun bize bildirdiği kadardır. Dolayısı ile O'nu kendimiz gibi * aciz bir yaratılmış gibi tahayyül etmek, şirke eş değerdir. Hatadır. Yaratılmak, var olma hadisesi, zaman, mekan... Bunlar bizim için vardır. O bunları var edendir.

Bir çocuk düşünün. Kendine ait bir lego evi var, bir arabası var, etrafında evleri olan bir sokağı var. içinde legodan bebekler, aileler var. Bütün bu legoları kendisi yapmış. Bu oyuncakları kendisi tasarlayıp, kendisi için bir araya getirmiş. Lego oyuncaklarından biri merak eder miydi "acaba onun parçalarını kim bir araya getirdi" diye.
dinci güruhun bir türlü içinden çıkamadığı ve tren örneğiyle yırtmaya çalıştığı soru.

tren örneğinde bilinmeyen olay treni çekenin baştaki vagon değil içteki motor olduğu. buradaki soruysa doğmamış ve doğrulmamış bir varlığın nasıl oluştuğu. bunu sormak için ateist olmaya gerek yok kendimi örnek göstererek söylüyorum.

soruyoruz sadece, bu nasıl mantıkdır?
allah ın varlığını masumlaştırıp zaman ve mekanın nasıl var olduğuna çevirirsek, bu konuda fizikçiler burada* sahip olduğumuz zeka ile algılayabilemeyeceğimiz bir şey olduğunu söylerler. yani şu zekayla istersen allah ın seviyesine ulaş yine de cevabını veremezsiz. çünkü beyin böyle tasarlanmıştır. programda böyle bir şey yok.
bilim insanları bunu her şeyin en az bir başlangıcı olmalıdır önermesiyle açıklıyorlar. daha sonrasnı bizim aklımız yetmez bunlara açıklıyor.
Önce sâdece sevgi ve bilgi vardı.
O'na bâzısı Allah, bâzısı God, bâzısı Tao, bâzısı da başka şey der.
O, sonsuzlukla dahi ölçülemeyecek derecede akıl, hikmet, kudret ve güzellikten ibâretti.
Sonra O, sevgisini ve bilgisini varlık hâline getirmeye karar verdi ve bunu uyguladı. Bütün âlem, maddesi ve mânâsıyla var oldu. Mekânın yaratılışıyla zaman da yaratılmış oldu.
Bâzıları buna genesis, bâzıları yaratılış, bâzıları da Big Bang der.
Bu ilk yaratılış belli bir yerde olmadı çünkü ondan evvel mekân yoktu; belli bir zamanda da olmadı çünkü ondan evvel zaman yoktu.
Bu sebepledir ki, bizim ölçülerimize göre değerlendirmek için zihnimizi zorlarsak, yaratılış her yerde ve her zaman oldu, olmakta ve olacak.
Big Bang aslâ bitmedi, bitmeyecek, tâ ki yaratılanların farklılıkları bitip de her şey aynı hâle gelinceye kadar.
Bâzıları bu farklılıkların azalması, her şeyin sürekli dağılıp gitmesi vâkıasına entropi der. Çünkü varoluş ancak farklılıkla, izâfiyetle mümkün ve farklılıklar ortadan kalkınca ne zaman kalacak, ne de mekân.
Bâzıları bu mukadder hâdiseye kıyamet der.
Ne zaman kopacağı sorulduğunda "Ölçülemeyecek kadar uzun bir süre sonra" cevabını verirler; çünkü o olduğunda ölçülecek zaman kalmayacaktır.
Üstelik Big Bang de, kıyamet de hep var olmakta. Bütün madde ve mânâ âlemi her an yeniden yok olup varlığa kavuşmakta. Böyle olduğu için de mâzi, hâl ve âti hep aynı.
O hepsini biliyor ve her şey zaten O'nda.
Bâzıları "Yaratılışa ne gerek vardı, O'nun ihtiyacı mı vardı?" diye sordular zaman zaman.
Hâlbuki yaratılış kaçınılmazdı.
Çünkü bütün bu olup bitenler akl-ı hikmet, kudret ve güzellikle dolu, O'nun bu vasıflarının bir yansıması, bir yanılsaması sâdece.
Hakikâtte ne yaratılış var, ne de yaratılmış.
Zâten her şey O!
Bu mutlak hakikati kâlbinde hisseden Hallâc-ı Mansûr diye birisini, yaşadığı ruh hâlini konuşma lisanının kifayetsizliği içinde dile getirdi diye, dar kafalı bağnazlar öldürdüler.
O, fâniler mutlu olsun diye iyi davranan kullarına cennet vaâd etti, kötü davrananların ise cehennemde ceza göreceklerini tebliğ etti. Halbuki her an yeniden yaratılan ve kıyamet kopan alemde cennetin de cehennemin de zâten mevcut olduğunu, bâzılarının öbür dünya, bazılarının öte âlem dedikleri yerin zâten burası, burasının da orası olduğunu allegorik bir şekilde ifâde ettiğini pek çok insan anlayamadı; anlayanlardan Yûnus Emre diye birisi Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç hûri, isteyene ver sen Onu, bana seni gerek seni diye yakardı. O sevgi ve bilgi olduğu için, kâinatı da sevgi ve bilgi ile yönetti.
Big Bangden sonra her şey sonsuzca dağılıp yok olacağına, kümelenerek maddeyi ve enerjiyi oluşturdu. Zâten madde ile enerji denen yaratıklar aynı şeydiler. En küçük zerrelerden sonsuz bütünlüğe kadar bütün evren bilginin düzeni içerisinde sevgiyle birbirine yaklaştı.
Bâzıları buna gravite, zayıf güç, çekirdek gücü gibi isimler taktılar; Einstein diye birisi hepsinin aynı gücün yansımaları olduğunu göstermeye çalıştı, hattâ Tanrının formülünü bulmak üzereyim; gibi, bâzılarına çok ters gelen lâflar etti. Nötronlar, atomlar, moleküller, gök cisimleri, yıldızlar, gezegenler oluştu.
Bâzıları bunlara kapalı ve açık sistemler dediler. En azından bir tânesinin varlığından emin olduğumuz bâzı gezegenlerde oksijen, karbon ve azot denen elemanlar öylesine sevgiyle ve bilgiyle birleştiler ki, organik moleküller teşekkül etti. Sonradan bunlar bâzılarının kozervat dedikleri canlılık öncesi oluşumlar hâline geldiler.
Daha sonra bunlara sevginin kaçınılmaz gereği olarak can verildi.
Bâzıları buna ruh, bâzıları soul, bâzıları spirit, bâzıları başka isimler verdiler; bu isimlerin hemen hepsi soluk, rüzgâr veya gölge anlamına gelen köklerden türedi çünkü canın uçucu, ölümle cesedi terk edip giden bir cevher olduğu düşünüldü.
Can, O'nun mahlûkatın bir kısmına bahşettiği bir ayrıcalıktı âdeta ama, evrimin kaçınılmaz özelliği olarak, canlılıkla cansızlığın sınırları da kesin değildi.
Bâzılarının virüs, prion gibi isimler taktıkları yaratıklar bu belirsiz sınırda yerlerini aldılar.
Bâzılarının canlıları en mütekâmil açık sistemler olarak tanımlamaları, yâni entropiye karşı çıkarken (negentropi yaparken) çevredeki entropiyi arttırdıklarını söylemeleri pratik açıdan çoğu kişinin işine yaradı ama ekserîsi düşünemedi ki, kâinatın kendisi en büyük açık sistemdi ve eğer canlılığın târifi buysa, hareketlilikse, reaktiviteyse, mâlzemeyi alıp kendi işine yarayacak şekilde kullanıp artıkları atmaksa ve eninde sonunda gene entropiye mağlûp düşüp dezorganize olmaksa, bütün bu kıstaslara en mükemmel şekilde uyan yaratık kâinatın ta kendisiydi.
Yâni can her yerdeydi, ruh her şeydeydi.
Canın ne olduğu, mâhiyeti gibi suâller pek çok zihni binlerce yıl meşgûl etti.
Halbuki can, mutlak hakikat olan O'ndan, sâdece ve sâdece O'ndan başka bir şey değildi.
Bunu insan beyninin kavraması mümkün olmadığı için gönderdiği kutsal kitaplarda değişik isimlerle Candan bahsetti ama ne olduğunu anlatmadı.
Kuran-ı Kerîmde; insanların bu meseleyi kavrayamayacaklarını açıkça beyan etti.
Daha güzele ve bilgili; ye doğru yolculuk devam etmeliydi tabii ki, öyle de oldu . Çünkü O, kendinin sûretini, yansımasını yaratmak istiyordu.
Tek hücreliler, zamanla, birleşerek daha karmaşık çok hücreli canlıları, onlar da, zamanla, muhafaza edilmesi daha zor ama gelişmiş büyük canlıları husûle getirdiler.
Güzelliğin ve bilginin gereği, her şeyin hep zıddıyla kaim olması gerekiyordu.
Elektronun pozitronu, cansızın canlısı, dirinin ölüsü, erkeğin dişisi, hayvanın bitkisi, gibi sonsuz sayıda zıtlıklar oluştu. Bâzıları buna diyalektik dediler.
Onun sevgi ve bilgisinin karşıtı olarak nefret ve cehâlet, hikmetinin karşıtı olarak da taassup ister istemez oluştu.
O, bu menfî vasıflara şeytan, iblis, kötü ruh, müspet olanlara melek, peri, arada ve karışık olanlara cin gibi isimler taktı.
Doğum ölümle, iyilik kötülükle, merhamet zulümle, sıhhât hastalıkla, barış savaşla zıtlaştı.
Bütün bu kötü gibi görünen varoluşlar aslında evrimin devamı, daha iyiye ve güzele akışın temini için gerekliydi.
Bu temel espriyi fark edemeyen bâzıları şeytanı Onun rakibi zannedip perestiş ettiler, hattâ ona tapındılar.
Halbuki bütün bunlar sâdece ve sâdece insan için mevcuttu; insansız âlemde her şey biteviyeydi, şeytan da kötülük de yoktu. Hepsi, kendi kendini aşmaya mahkûm ve muktedir tek yaratık olan insanla beraber var oldu.
Bâzıları Mekke' de taşlar atarken orada gerçekten şeytan diye bir varlığın bulunduğunu, bu sûretle onu zayıf düşürdüklerini sandılar.
Hâlbuki kendi içlerindeki kötülükleri taşlıyorlardı, kendi ruhlarını temizliyorlardı.
O, aynı şehirdeki çok eski bir mâbedi bütün kendisine inananların teveccüh edecekleri, ibâdet ederken yönelecekleri merkez ilân etti. Bâzıları taştan ahşaptan bu binaya tabiat üstü güçler atfettiler.
Mevlâna gibi mutasavvıf denen bâzıları hâricindeki kişiler düşünemediler ki, bir an için o bina ortadan kalksa, milyarlarca kişi birbirlerine teveccüh etmekteydiler günde beş kez.
Yâni insana, Onun sûretine, yansımasına; Ona.!
Bâzıları bu aşkın fikir ve gönül zâviyesini, her şeyin başının ve sonunun insan olduğunu, insandan başka kıymet hükmünün bulunmadığını vehmeden hümanizm isimli felsefî akımla karıştırıp kızdılar.
Zâten, bu nüansı farkında olmayan pek çok kişi, bu terimi basitçe insanı sevmek anlamında kullanmaktaydı.
Bu zıtlıklar birbirlerini tamamladılar, yeni güzellikler oluşturdular.
Hayvanlar âlemindeki gelişme, aynı minvâl üzre, bâzılarının memeliler, primatlar, hominidler dedikleri yaratıklara kadar ilerledi ve sonunda, beyni bilinen bütün diğer canlılardan daha çok gelişmiş, soyut düşünme kâbiliyetine hâiz, kendi kendini aşmaya mecbur ve mahkûm, Onun hakkında tefekkür etme mazhariyetine sâhip bir varlık gelişti.
Bâzıları ona insan, bâzıları eşref-i mahlûkat, bazıları homo erektus, homo sapiens, homo faber, homo ekonomikus... gibi isimler taktılar.
O, sevgi ile birbirlerine yaklaşsınlar diye onları ırklara, milletlere, dinlere... böldü; farklılıklar olacaktı ki tekâmül sürsün.
Hep Onun hikmeti, kudreti ve bilgisiyle oluşan, sevgisiyle süslenen, tâ ilk yaratılıştan insana kadar mevcut olan bu tekâmülü Darwin ismindeki bir bilim (ve, ne ilginçtir ki din) adamı gibi bâzıları kör tesadüflerle izah etmeye çalıştı, bâzıları da kutsal kitapları hatalı tefsir edip, bağnazlıkla reddetmeye kalkıştılar.

O'nun varlığı idrak edilebilecek, kavranabilecek bir şey olmadığı için, ancak sezilebilirdi, hissedilebilirdi, özel bir hâlet-i rûhiye ile daha yakından irtibat kurulabilirdi.
Buna bâzısı mistik yaşantı, bâzısı nirvanah, bâzısı erme, bâzısı başka şey der.
Bâzılarının peygamber, nebî, velî, ermiş gibi isimler taktıkları insanlar bu irtibattan mânevî kudretlerince nasiplerini aldılar.
Çok özel bâzılarına ise...
insanlar, Onu bâri bilgi yoluyla bilsinler diye, onun kelâmı olan, yazılı hâle getirildiği için de kutsal kitaplar denen bilgiler gönderildi.
Bâzıları bu seçilmiş kulların ortaya koyduğu akâide din adını taktılar.
Bütün bu kişilerin arkasından asırlar boyunca milyarlarca insan yürüdü; çünkü insanın özünde, hamurunda iman ihtiyacı vardı, kendini yâni Onu arıyordu.
Bütün yolların Ona, sâdece Ona çıktığını fark edemeyen, çokluktaki birliği göremeyen pek çok insan toplulukları asırlarca birbirleriyle beyhude harp etti. Çünkü dinlerin Ona ulaşmak için birer vâsıta olduğunu idrak edemeyip, birer gâye hâline getirilmesi hatasına düştüler!
Öyle olunca da, Onun akıl, hikmet ve güzelliğine ters düşen taassup, yâni yobazlık doğdu. Bu illet sırf din plânında tezahür etmedi zâten.
Bâzılarının ideoloji, bâzılarının felsefe, bâzılarının dünya görüşü dediği çeşitli inanç sistemlerinin de mutaassıpları, yobazları oluştu birbirlerinin ve kendilerinden farklı gördükleri herkesin gözlerini oymak üzere...
O, aklın, müspet ilmin ve hikmetin rehberliğini emretti insana.
Maddî âlemin icaplarını yerine getirin, sonuna kadar mücadele edin, ne zaman ki kudretinizin sonuna gelirsiniz, o zaman bana sığının, dua edin" dedi.
Bâzılarının kader, bâzılarının Karma, bâzılarının başka şey dedikleri şeyin Onun bilgisi ve sevgisiyle oluştuğunu, Onun kavranamaz ilmiyle düzenlendiğini, ümitsizliğe kapı olmadığını anlattı kullarına.
Bâzıları bunu yanlış anladılar, ahmakça bir tevekkülle sadece duâya, ibâdete sığındılar ve bu dünyanın gereklerini yerine getirmediler.
Yenilik ve inkişaftan kaçındılar, aklın önderliğini bir tarafa atıp nakilcilik batağına düştüler.
Her zerresi tekâmül için yaratılmış bu kâinatta en ufak bir terakkiye dahi karşı çıkar oldular.
Bu gibilerin elinde, Onun, insana bahşettiği en ulvî ve hakiki huzur aracı olan din bir işkence mekanizmasına dönüştürüldü.
Din nâmı altında sevgiden yoksun, içtihad nâmı altında tıkanmış tefsir yumaklarına dayandırılmış kör bilgiye istinat eden, hikmetten mahrum bir zulüm sistemi ortaya çıktı. Buna tepki verenlerin bir kısmı ne yazık ki din düşmanı oldular, sahte peygamberlere kapılandılar veya ümitlerini kaybettiler.
Ama O her şeyi bilendi, her zehrin panzehirini de hâlk etmişti. Akılla imânı taassup batağına düşmeden birleştirebilen kullarını hep yarattı, görevlendirdi.
Zaman içerisinde zaman, mekân içerisinde mekân, sürekli yaratılış ve mahvoluş, hiçlikte heplik, her şeyin sâdece ve sâdece O olması hakikatinin kâlbden idraki ile titreyen gönül gözleri açık kişiler çalışmayı, tekâmüle ve ilme hizmeti en büyük ibâdet kabûl ettiler.

Zaten onun da mesajı açık ve netti.!
En son gönderdiği ve değiştirilemezliği Onun garantisi altında olan kitap OKU diye başlıyordu ve Peygamberinin âlimlerin mürekkeplerinin şehitlerin kanından daha kıymetli olduğunu, ilmin dünyanın öte tarafında da olsa gidilip alınmasını tavsiye eden sözleriyle süsleniyordu.
Tekâmül hep sürüyordu, sürmekte ve sürecek.
Her şey aslına, Ona dönünceye kadar; ve bu dönüş çoktan oldu, oluyor, olacak.
Çünkü, Önce, Şimdi ve Sonra hep aynı.
Haydi, bu hikâyeyi bitirelim:
Önce sâdece sevgi ve bilgi vardı...

Alıntı

Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat
r:radiation
d:ortaokuldaki din kültürü hocam

r:hocam allah nasıl var oldu?
d:"ol"dedi oldu.
r:kim ol dedi ?
d:allah
r:kime dedi?
d:kendi kendine
r:kendi kendisini mi yarattı??
d:evet öyle de diyebiliriz.
r:... hmmm peki ....

anlaşılan insanlar kendi kafalarında O'nu var ettiler..

(bkz: tanrı mı insanı yarattı insan mı tanrıyı)
esasen bir sorunsal degildir, fakat dangalak olana gore sorunsaldir denebilir.
allah insani yaratirken ona kendi mahiyetini kavrayabilecek bir kapasite vermedigi icin ve insan sinirlarini asamayacagi icin bunu anlayamaz. ama kafasi basmayan buna kafa yorup zaman oldurur.
çözümü bulununca bana da açıklanmasını istediğim sorunsal.* 'ayrıca herşey bitti de bu mu kaldı kafa yorucak' demekten de kendimi alamadığım başlık.
allah inancı mantıkla olucak bir şey değil. mantık terazisi burda yetersiz kalır. ya inanırsın ya inanmazsın. hz.ali'nin dediği gibi: biz inanıyoruz, gereklerini yerine getiriyoruz. mükafatını bekliyoruz. allah yoksa bile kaybedeğimiz fazla bir şey yok. ama ya varsa?
(bkz: agnostizm)
beynin yüzde dördü ile cevaplanamayacak soru.
din akıl ve mantık çerçevesinde açıklanamaz genel olarak. çünkü insan beyni tanrı' nın nasıl var olduğunu algılayacak düzeyde gelişmiş değildir.
lineer zamana göre düşünülerek çözümü asla bulunamayacak olan sorunsaldır.

(bkz: agnostik)
kul olmayanın verebileceği yanıttır.
allah'ı sürekli, bir kanepeye uzanmış, elinde her şeye "ol" komutunu veren bir değnek ile, ak sakalını sermiş, uzun saçlarıyla oynayan, sıradaki rahmetliyi lokma tatlısı yiyerek bekleyen bir dede olarak düşünen kişilerin ortak sorunsalıdır.

her varlığı, insan beyni denen, gördüğünden, duyduğundan, sandığından ötesine geçemeyerek, türlü hatalar yapmaya elverişli bir beceriyle donanmış işleme organıyla, hiç görmediğinden, aklında yarattığı kadarıyla bir kaba sığdırıp "lan ben düşündüm de, böyle bir varlık nasıl böyle şeyleri yapsın? kesin uzaylılar abi" diyebilecek bir insanoğlunun büyük gafletidir. hiçbir dine dayanmadan denebilir ki, e anasını satayım, dünyada olmayıp da var olduğu iddia edilen varlıklar fareler olsa "bizi dünyaya fareler mi yolladı" diyecektiniz? yaratıcıyı dünyevi duyu organlarıyla algılamak beklenmemeli.. bir sonraki sistemin 100 ışık yılı olduğu bir evreni yaratan herhangi bir "şey", izin verelim de bizim sandığımız yollarla var olmasın..
Akıl sınırlarını zorlayan sorulardır.

Allah nasıl var oldu?

Neden insan diye canlı yarattı hayvanlar yetmiyordu?

Yaşayıp ölüyoruz fakat neden?

Bazı olguları ne yapsak yapalım değiştiremiyoruz.

Ben inanıyorum o bana yeter. Bunları düşünüpte kafamı oynatmak istemem.
onu hissedemeyen kulla aynı sorunsaldır.
hulki cevizoğlu nun ceviz kabuğu adlı programında ilahiyat profesörleri eşliğinde saatlerce tartışılmış fakat herhangi bir sonuca varılamamış olan sorunsaldır.
bu soruna kapılan denyo aynı zamanda ezel diye dizi seyreder ama ezel kelimesinin anlamını dahi bilmez. bilseydi zaten böyle bir sorun olmaz kafasında.
var olmak olgusu öğrenilmemiş olsa sorulamayacak soru.
güncel Önemli Başlıklar