bugün

Orhan Şaik Gökyay, (d. 16 Temmuz 1902 inebolu; ö. 2 Aralık 1994). Edebiyat tarihi ve dil araştırmacısı, şair, öğretmen.*

BU VATAN KiMiN

Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır,
Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir.

Tutuşup kül olan ocaklarından,
Şahlanıp köpüren ırmaklarından,
Hudutta gaza bayraklarından
Alnına ışıklar vuranlarındır.

Ardına bakmadan yollara düşen,
Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan,
Huduttan hududa yol bulup koşan,
Cepheden cepheyi soranlarındır.

ileri atılıp sellercesine
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine
Şu kara toprağa girenlerindir.

Tarihin dilinden düşmez bu destan,
Nehirler gazidir, dağlar kahraman,
Her taşı yakut olan bu vatan
Can verme sırrına erenlerindir.

Gökyay'ım ne yazsan ziyade değil,
Bu sevgi bir kuru ifade değil,
Sencileyin hasmı rüyada değil,
Topun namlusundan görenlerindir.
"ölüm akla gelmez, insan sevince"
(bkz: #10174693)
inebolulu şair.
BEYAN-I AŞK

Âşıkım, başımda savrulup esen
Cünûn ikliminin bir hevâsıdır
Kalbimden yarattım sevdalımı ben
O, aşk cennetinin ilk Havvâ'sıdır.

Önünde nebiler günahkâr olur
Bedbahtlar aşkıyla bahtiyar olur
Ayak bastığı yer çemenzâr olur
Bu, ona hilkatin iltimasıdır.

ins ü cin tapmada cemaline hep
Bir şair taparsa ne olur acep
Bendeki bu garip hallere sebep
Elinin elimle bir temasıdır.

Bir seher vaktiydi daldım hayale
Rast geldim hüzn ile giden leyâle
En sonra bildim ki beni bu hale
Düşüren o şûhun tek iymâsıdır

Konmadı zülfüne gönül bilerek
Hayrandır; uçmayı unutsa gerek
Düşmedim bu hale ben şimdiye dek
Bu, başımın ilk ve son hummâsıdır.

Şaik dehr içinde çok âlem gördü.
Sevdiğinden az-çok bir sitem gördü
Derse ki; hep hicran, hep elem gördü
Divane gönlünün iftirasıdır.
eskiden kopamamış bir yenilikçi..
(bkz: Destursuz bağa girenler) adlı kitabı vardır. Destursuz bağa girenleri budaklı sopayla kovalama da öncüdür.
büyük haksızlıklara uğramış şairlerimizdendir. siyasi görüşleri sebebiyle fazla popüler olamamıştır.

1944 ırkçılık-turancılık davasında yargılanmıştır.

türkçü ve turancıdır.
Edebiyat Tarihi Çalısmalarına büyük saygı duyduğum bir zat. Sağolsun cok istifade ediyoruz.
"ölüm akla gelmez, insan sevince..."

http://galeri.uludagsozlu...an-%C5%9Faik-g%C3%B6kyay/

Senden yüzyıl önce gelip, dünyada
Seni bekliyorum, o gün bu gündür...
Gâhi gurbette, gâhi sılada
Seni bekliyorum, o gün bu gündür...

Gözlerim yollarda, yolum uzakta
Sen gül sularıyla yunmuş, kucakta
Bense yapayalnız buz kesmiş yatakta
Seni bekliyorum, o gün bu gündür...

Beşiklerde, kundaklarda bir sübyan
Al güller içinde bir bebek, bir can
Gözleri simsiyah, dudaklar mercan
Seni bekliyorum, o gün bu gündür...

Evcilik oynardın telli duvaklı
Ben uzaktan seyrederdim meraklı;
Yıldızlardan inmiş bir gül yanaklı...
Seni bekliyorum, o gün bu gündür...

Gözlerin konuşkan, dilin çocuksu;
Gülücüklerin berrak bir içim su
O nasıl kahkaha gökler dolusu..
Seni bekliyorum, o gün bu gündür...

Uyandım ki bakışların değişmiş;
Yürümen bambaşka...Şaşılacak iş!
Gördüğüm düş gerçeğe mi dönüşmüş?
Seni bekliyorum, o gün bu gündür...

Desem tabir eder mi ki rüya mı?
Kabul etti deyim, hayra yorar mı?
Umudum var: saracaktır yaramı!
Seni bekliyorum, o gün bu gündür...

Ölüm akla gelmez insan sevince;
Sonunu düşünmez inceden ince...
Ne gündüzüm gündüz, ne gecem gece!
Seni bekliyorum, o gün bu gündür...
edebiyat deyince akla ilk gelen yazarlarımızdan biridir.
irtidad

Be Kavim kardaşlar,be yirmi üçler
Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim!
isnad oldu bize acayip suçlar
Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim!

Arnavut'tan reis boşnak'tan vali,
Ne idüğü bellir bir hasan ali
Üstüne tüy dikti tastik-i ali
Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim!

Yokmuş Türk,Ermeni,Rum Çıfıt farkı
Üstelik türedi bir de puşt ırkı
Çingen'le bir oldu mert Türk'ün narkı
Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim!

Mısır'dakiden de bir sağır sultan
Hak sözü duymaz da asla top atsan
Bir '' ehehe''yi duyar rus radyosundan
Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim!

Vaktiyle şan verdik yedi düvele
O şanu şerefi savurduk yele
Benzedik vatanda yedi kat ele
Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim!

Sen kesmez kılıçsın paslı çeliksin
hainsin,canisin,yüz elliliksin
Türk'üm!de mahkeme ananı....
Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim!

Üstad Orhan şaik bu şiiri tabutluklarda yazmıştır.
ırkçılık Turancılık davasındaki sorgusu ve savunması.
.........................................................................Sorgusu.......................................................................................................

Hakim : N.Atsız ile olan münasebetlerinize devam edin.

Gökyay: Nihal orhun mecmuasının tekrar çıkartılması için ankara'ya geldi.

Hakim: mecmua hususunda sizin tavassutta bulunmanız mı istedi ?

Gökyay: hayır ! selim Sarper'i zaten tanıyordu. fakat yalnız gitmedi birlikte gittik.

Hakim: size selim sarper'e tavassutta bulunmanızı mı rica etti. ?

Gökyay: hayır ! tavassutta bulunmak için ben rica ettim. yani selim sarper'in tavassutta tavassutu rica etti.

hakim : Selim sarper ne demişti.

Gökyay: hay hay !demişti.

hakim: devam edin !

Gökyay: orhun'da ilk açık mektup çıkınca Nihal'e bir mektup yazdım. bunun doğru bir hareket olmadığını mecmuanın kapanması neticesini vereceğini ve kanun nazarında muaheze edileceğini bildirdim. Nihal cevapta kanuni bir mahzur bulunmayacağını bildirdi.

Hakim: Evet!

Gökyay: ikinci mektup neşolununca ankara'da daha büyük bir akis yaptı.

Hakim: Demek birincisi de akis yaptı ?

Gökyay: Şüphesiz mecmua arandı.

Hakim: Akisten maksat nedir ? müsait bir akisle mi karşılandı ?

Gökyay : Benim konuştuklarım arasında müsait karşılandı. ikinci mektubu ben hiç iyi karşılamadım. çünkü bu bir takım şahısları istihdaf eden bir mektuptu. bunun üzerine nihal'a bir mektup yazdım. bu yazı dolasıyla mecmuanın kapanacağını söyleyerek'' bu suretle sen komünizme karşı mücadelede silahını elinden düşürmüş oldun!'' dedim. fakat nihal bu mektubu almamıştır.

Hakim : mektupta akislerden bahsettiniz mi ?

Gökyay : tafsilatıyla yazdım. yanız'' hukümet mahfilinde nasıl karşılandığını bilmiyorum . fakat herhalde hoş karşılandığını tahmin ederim'' . diye yazdım.

Hakim: bunu nereden tahmin ettiniz.

Gökyay Vekil bey bana '' teberrüken getir de şu mecmuauyı okuyalım.'' dedi. ve bana okuduktan sonra '' hoş... yalnız bunları bana yazmaya tenezzül etmemişse hiç olmaz başvekile kapalı olarak yazsaydı!'' dedi.

Hakim: devam ediniz.
gökyay: bu açık mektuplardan sonra bir gün zaten konservatuarda öğretmen bulunan sabahattin ali bana geldi. Nihal'ın kendisine vatan haini dediği için üç sene hapis yayacağını çünkü aleyhinde dava açacağını bildirdi. ben kanunları bilmediğim için bundan ürktüm . ve sabahattin ali'ye dava açmamasını yıllardan beri talihin bu kadar darbelerini yemiş olan nihal gibi temiz bir arkadaşı bu suretle üç sene hapis yatırmasının doğru olmadığını söyledim. çünkü o da Atsız mecmua yazıcılarından dı ve o zamandan beri arkadaşımdır.

bir başka gün sabahattin ali hasan ali yücel ile falih rıfkı'nın ısrar etmeleri yüzünden bu davayı açmaya mecbur olduğunu söyledi. halbuki kendisinin ilk kararı tan gazetesinde nihal'e cevap vermekti. bir gün ulus'ta dava açıldığını okudum.

Hakim : atsız ankra'ya ne zaman geldi ?

gökyay: tarihini bilmiyorum.bir gün telefonum çaldı. bir ses kendisinin nihal olduğunu ve ankaraya geldiğini söyledi.ben birdenbire inanmadım ve Sabahattin ali'nin bir muziplik yaptığını sandım. ve telefonla bana gelmesini bildirdim.

Çünkü nihal ankaraya gelince tabi olarak bana gelmesi lazımdı. fakat nihal avukat vesaire gibi sebeplerle bana gelemeyeceğini merkezi bir yerde kaalmasının icap edeceğini söyledi. o akşam gelmedi iki gün sonra geldi. birlikte akşam yemeği yedik. on bir buçukta filan gitti. bir başka akşam nihal ben maarif vekilliği neşriyat müdürü andan ötüken mimar kemali söylemezoğlu ve eşim bizde bir akşam yemeği yemeye karar verdik. o gün saat dörtle beş arasında riyaseti cumhur başyaveri bana telefon etti:'' bu akşam atsız sabahattin ali ve diğer arkadaşla birlikte yemek yiyeceğinizi haber aldık. nihal ile sabahattin'i barıştıracak mısınız dedi. ben : '' yemekte ali yok. böyle bir şey mi arzu ediyorsunuz '' dedim . bunun üzerine başyaver '' hayır böyle bir şey yok!'' dedi ve yemeği yedik. nihal o akşam bizde kalmadı .

Nihal ısrarım neticesinde bu yemekten bir hafta sonra bize geldi. halbuki daha evvel hep atlatıyordu. Fakat o akşam biz başka bir yere davetli idik. Nihal'i evde bırakarak gittik. bir buçukta döndük. ve o gece Nihal bizde kaldı. ertesi gecede bizde kaldı. üçüncü gece hepimizin müşterek bir arkadaşımız olan bir arkadaşımızın evine gitti. yemekte ben eşim nihal ve arkadaşımız ve arkadaşımızın eşi vardı . o gece başyaver telefonla beni bularak: '' atsız'ı otele götürünüz dedi!

Hakim: nereye telefon etti başyaver ?

Gökyay: misafir bulunduğumuz eve! ve yine sabahattin ali'nin de ertesi gün konservatuarda bulunmasını söyledi.
reisi cumhurun konsere teşrif edeceklerini söyledi.

Hakim : telefonda bunun sebebini de söylemedi mi ?

gökyay : evet nümayişler dolasıyla kalmasının doğru olmayacağını söyledi . ve o gece nihali otele bırakarak eve döndük.
ertesi gün vali beni çağırdı.gittim. vali konuşmamamız sırasında aczinin kifayeti derecesinde türk milliyetçiliğini '' türkçülük kürtçülük''' diye tezyif ettikten sonra vatanperverliğin bize kalmadığını söyleyecek kadar ileri gitti. halbuki vatanperverlik hiç değilse onun kadar hatta ondan ziyade bana yakışır. çünkü ben bir öğretmenim. bu konuşmamız sırasında vali bana eğer isterse beni kazıklayabileceğini söylemiştir. herhangi bir valinin yüksek okul müdürü ile bu tarzda konuşamayacağını bu dava ile alakası olsun olmasın burada söylemek istiyorum.

hakim :Ankara nümayişleri nasıl oldu ?

gökyay : benim bu hususta bildiklerim sabahattin ali'den öğrendiklerimdir. onun bana anlattığına göre davanın birinci celsesinde dinleyiciler pek çokmuş. hatta bir kısmı mahkeme heyetinin kürsüsünün önüne kadar gelmişler bu yüzden duruşma talik olmuş. ve sabahattin ali dinleyicilerden çekinerek ve kalabalığı yarıp çıkmanın zorluğunu düşünerek müddeiumumi ile birlikte mahkeme salonun penceresinden çıkmış.

hakim : bu dinleyiciler talebe mi imiş ?

gökyay: hepsi talebe değilmiş. fakat aralarında talebede varmış. savcının pencereden çıkması bana münasip gelmediği için bunu sonra nihale sordum doğru olmadığı söyledi .

hakim : kitapların yakılmasını da sabahattin ali'den mi işittiniz ?

gökyay evet davanın ikinci celsesinden sonra kitapların bazı gençler tarafından zannederim adilye sarayı civarında yakılmış olduğunu sabahattin ali söyledi.

hakim : vali ile bir konuşmanız daha var mı ?

gökyay: evet mayısın 12. günü akşam vali beni tekrar çağırdı . bana bir mektup göstererek:'' bu yazı kimin ''diye sordu. tanıyamadım. ben tanımıyorum deyince vali şüphelendi . mektuptan bazı satırlar okudu . o zaman ifadesinden mektubun nejdet'ten olduğunu anladım . nejdet bana okunan kısımda aklımda tamamen kalmadı galiba '' mahkemenin neticesini telsiz ile bildir'' gibi bir şeyler yazmıştı. ve bana okunan kısımlardan bu sözlerin bir tekerleme olduğu anlaşılıyordu.
fakat vali bunun bir latifeden ibaret olduğuna inanmadı bana '' senin vereci telsizin mi var '' diye sordu yok dedim. '' biz bunu biliyoruz ve sizin söylemenize kadar eziyet edeceğim'' dedi. ve ayrıca huzurunuzda söyleyemeyeceğim ağır sözler sarf etti.

hakim : bu mektubu siz okumamış mı idiniz ?

gökyay : hayır bu mektubun valinin eline nasıl geçtiğini de bilmiyorum. esasen bana zarfla değil sadece içini gösterdi ve ben o gün tevkif oldum.
.....................................................................Savunması.......................................................................................................

Davanın mahiyeti

Ben; vatanın dört bir bucağında, on yedi yıldır alnının akıyla Türk Milletinin hizmetinde şerefli bir öğretmen olarak çalışan ben; on yedi yıldır ne kendi şerefine, ne vatanın ve milletin şerefine kendi aczi dâhilinde leke sürdürmeyen ben; şerefi, haysîyeti, adı aylardır darağacında sallandırılan ben; yâni bugün artık her iki mânâda adı çıkmış ve çıkarılmış olan Orhan Şâik Gökyay karşınızda, yeryüzünde işlenebilecek olan suçların en zelîli, en iğrenci, en şerefsizi ile vasıflandırılmış olarak, vatan hâini ithâmı altında bulunuyorum. Bir madalya takar gibi, bir sadaka verir gibi vicdanımız ürpermeden bana yakıştırılan bu kirli ve çirkin emâneti daha lâyıkına verilmek üzere verenlere iâde ediyorum.

Karşınıza, makalelerin, resmî tebliğlerin, nutukların geceleri içinden; her biri bir türlü saldıran kalemlerin teşhirleri arasından; kısacası hür vatandaşlar diyârından geldim. Fakat bir köle gibi geldim.

Ne elimde kendimi müdâfaa edecek bir kalem, ne dilimde fânî kulaklara ulaştırılması mümkin bir söz kudreti vardır. Yalnız sırtımda, efkâr-ı umûmiyeyi dile getirmeye yeltenen bâzı gazete kağıtlarından bir mahkûm gömleği.. Hem bu benim sırtımdaki, belki de ne kumaş olduğu milletçe malûm olan ve millete îlân edilen bir gazetenin kağıdındandır ve belki de müseccel vatan hâinlerinin çuvaldızıyla dikilmiş âdînin bayağısı bir gömlektir.

Hür vatandaşlar diyârından bu adâlet sığınağına varabilmek için uzun, ızdıraplı, karanlık yollar yürüdüm. Bu zehri içmiş olan bir insanın kendini müdâfaada kullanacağı dil tatlı olamazsa mâzurdur. O insan, Türk Milletine, yalnız tâbiiyetiyle, yalnız şahsî menfaatleriyle, yalnız sandalyesiyle bağlı değil; kanıyla, târihiyle, mensûbiyetinden kendine düşen şeref payıyla, duygusuyla, taşımaya ve kendini bildi bileli edinmeye, içine sindirmeye çalıştığı yalnız Türk olana has gurur ve karakteriyle ondandır, o millettendir; o büyük ummandan bir katredir. Onun için bu yersiz ve çürük ithamlar, benim adımın üzerinde o engin denizdeki çer çöp gibidir. Çünkü darağacına da çeksen sancak yine sancaktır.

Hürriyetim alınmış, şerefim ve vicdânım bende kalmıştır.

Bu bir müdâfaa değil, elinden en kıymetli varlığı alınmak istenen bir insanın çırpınmasıdır. Bu, her Türkün alnında taşıdığı şeref çelenginin kurtarılması için, bütün feryat takâtini ortaya koyan bir insanın meçhûlden istimdâdıdır. Bu, o çelenkten mahrum edilmiş bir Türkün, alnından koparılan çelengin açtığı yaraları, şimdi artık kendisince çok daha şerefli bir çelenk olan yaraları, göstermek için, aylardır hasretini çektiği bu güne, o yaraların küşât resmi olan bu güne sizi dâvettir.

Beni ve benim hâlimden benden fazla acı duyan sevdiklerimi bu gayyaya atan kazanın mahiyetini anlatmağa, rabbânî kudreti tefsir ve izaha, ve takdiri, hiç olmazsa yarı yoldan, geri çevirmeye çalışacağım. Haksızlığa uğradığına inanan, suçsuzluğunu ilk gününden bu güne kadar bilen, açıkçası bir kasta kurban gittiğine -imandan ötesi varsa- işte o şekilde kani bulunan bir kimse haysiyetiyle ve onun korkusuzluğu ile konuşmak istiyorum. Bu müdâfaanın -varsa- celâdeti bundandır. Bir mahkemenin burcuna sığınıp, ben de bir defa, üzerimden pervasız akıp giden düşnamlara, tahkirlere, resmî ve hususî tezlillere, ithamlara karşı hür vatandaşların diyârına seslenmek istiyorum. Ondan öte târih varsın beğendiği dille konuşsun.

Onun, bizi, mütearifeleri isbât zorunda bırakan, dünyaca revaçta bir ilim olduğunu bildiğim halde, siyasetin her türlüsüne karşı nefretim bu gün eskisine göre daha artmış ve cehâletim bir mürekkep gibi daha da koyulaşmıştır. Onun için, iddiânâmenin medih ve istihsanında bulunduğumu kekelediği ırkçılık ve Turancılığın müdâfaasını yapacak değilim. Zîrâ benim suçum bu değildir. Ben, dilimin döndüğü ve aczimin elverdiği kadar, hür vatandaşlar diyârı olarak tavsif edilen, eşit adaletin yürüdüğü, müstakil Türkiye Cumhuriyetinde, on sekiz yıllık bir mektep arkadaşını iki gece misafir etmenin basit bir muaşeret icabı olduğunu ve bunun bir suç olamayacağını, dünyanın hiç bir yerinde, târihin hiç bir devrinde suç sayılmadığını müdâfaa ve isbâta çalışacağım.

Gerçi târih, böyle bir hareketin müdâfaasına lüzum hasıl olduğuna hayret edecektir. Fakat ne yapalım, yirmi yıla sığdırdığımız yirmi asırlık inkilâplardan dolayı hayrette kalan târih varsın biraz da buna şaşsın.

Dünyanın döndüğünü isbât için bile, insanlığın asırlar harcadığını ve asırlarca canlar harcadığını düşündüğüm zaman, benim şahsıma taallûk eden bu küçük hakikatin üzerine adalet güneşinin doğması için beklemek mecburiyetinde olduğum zamanı uzun görmüyorum. Fakat târihin misallerine rağmen, insan nedense bu güneşin doğuşunu; kendisi ve onu sevenlerle birlikte, gönülleri en candan, en lekesiz bir sadakat ve sevgi ile dopdolu, gözleri bu ufka dikilmiş onlarla birlikte seyretmek ümidiyle titreyecek kadar hodbin olmaktan geri kalmıyor, bu zevki târihe bırakmak feragatine bir türlü yanaşmıyor. Bu gözler hâlâ bir yıldız masumluğu ve sabrı ile o ufukta asılıdır. içimi bir cam kırığı gibi yırtıp gelen bir sesle, kendi kendime de olsa diyorum ki; hür vatandaşlar diyârında adalet güneşi hiç batmamalıydı. Çünkü onu bizim gözlerimizden saklayan şey, bir bakımdan, o kadar zayıf, o kadar basit, öyle hiçten ki... Ankara vâlîsine her nasılsa unutulup gönderilmeyen, fakat bundaki unutkanlık bana ait olmayan bir davetiye ve kendisinden bütün hayatımda üç mektup ya aldığım ya almadığım Necdet Sançarın iki üç satırlık bir tekerlemesi. Birincisi yüzünden vâlî üç yıl bana dargın durmuştur; ikincisinin bana daha nelere mâl olacağını kestirmek güçtür. Çünkü mevkufluya, ve savcı Kâzım Alöçün bize açıkça söylediğine göre hatta masumluya taallûk eden bu davanın, hürriyetinden mahrum her insana uzun görünen seyri, bende tahmine değil, intizara bile mecâl bırakmamıştır.

işte yüzüne, şairane akşamların hafif, tül bulutları bile yakışmayan adalet güneşinin üzerine bir mezardan daha dar olan bir hücrenin, bir zindanın zifîrî karanlıklarını yığan bu iki küçük kâğıt parçasıdır.

Cumhurbaşkanının konsere geleceğini ve konservatuvara herhangi bir mümâyişten benim tek başıma mesul olduğumu söylemek için beni çağıran vâlî Nevzat Tandoğanın o zaman vatanperverliğin bana kalmadığını, isterse beni kazıklayacağını iddia etmesinden hiç bir mana çıkaramamıştım. Çünkü bence kazıklamak, ticaret argosunda bugün herkesin öğrendiği gibi ihtikâr ve vurgunculuk demekti. Halbuki vâlî ticaretle meşgul değildi. Fakat bunun, ondan beter bir hürriyet ihtikârı demek olduğunu işte anlamış bulunuyorum. Çünkü bunun bedelini on aydır hürriyetimle ödemeğe çalışıyorum ve bir türlü hesabımı kapatamıyorum.

Necdet Sançarın, her neşeli insanda tabii görülen tekerlemesine gelince bunu biraz şaka ve mizah tarafı olan makul bir insanın anlaması için insanca olmayan tarafının galip bulunması icap eder. Bunu bir şifre sayan ve izaha kalkıştıkça kendisi hakkında reva gördüğü ve tekrarından edeplendiğim sıfat karşısında bir tesbih sayısınca beni estağfirullah demeğe mecbur kılan vâlînin bu ısrarı ya bir vehme dayanır, o zaman yakın târihimizin, istibdadın dillere destan olan vehimlerinin yüzünü kızartacak bir yeni örneğini vermiş oluruz. yahut, daha fenası bu bir kasıttır ki bundan duyulacak hicâbın rengini dünyanın bütün kırmızı boyaları ifade edemez. Emniyet umum müdürü Osman Sabri Adalın yanında vâlî, bu bir kaç satır tekerlemenin şifre olduğunu su göstermez bir hakikat olarak kabul ve örfî idare komutanlığının emriyle beni ihtilattan men edilmek kaydıyla tevkif ettiğini söyledi. Bana eziyet edeceğini ilâveyi de unutmadı. O zaman şikârını yakalamış olanların vahşi sevinciyle parlayan gözlerini gördüm. Ve orada, benim hafızamdan çoktan silinmiş bir davetiyenin hâlâ taze, hâlâ kurumamış siyah mürekkebini seyrettim. Ve diyorum ki: Bu bir kasıttır. Yoksa, istanbuldaki örfî idare komutanlığı beni nereden tanısın? Hiç tanısaydı, bugün bile hâlâ davanın neticesi alınmadığına göre, daha o zamandan millî ve vatanî hıyanetleri sabit olan diye beni efkâr-ı umumiyeye arz ve ilan edebilir miydi?

Beni on aydır hürriyetten mahrum yaşatan, bir ümidin kıyısından alıp bir yesin kayalarına çarpan işte bu vehimdir. Benim küçük hayatımın on yedi yılını dolduran, Giresunda bir nahiyeden başlayarak, Samsun, Balıkesir, Kastamonu, Malatya, Edirne, Ankara, Eskişehir, Bursa ve tekrar Ankarada yaptığım, bana vatan hizmetinden duyulan derin zevki veren, benim için hayatın tek mânâsı haline gelen çok sevdiğim mesleğimi, öğretmenliği elimden alan işte bu tekerlemedir.

Şimdi artık ömrüm boyunca akıp gelen güzel hatıraların köprüsü yıkılmış olan Ankarada, başkentte, son beş yıllık vazifem sırasında, murakabelerin en yükseğine, hem de sık sık mazhar olarak elde ettiğim, daima artan bir gayretle ve sadakatle lâyık olmağa çalıştığım teveccüh ve itimadı, her faninin erişmekle hayatın nadir iftihar ve sevinçlerinden birini duyacağı teveccüh ve itimadı benden gasp eden işte bu bir kaç satır tekerlemedir.

Bu tekerleme yüzündendir ki bir dişi kuşun tek başına beklediği Yuvası, ertesi gün onun başına yıkılıncaya kadar bir eşkiyâ ini gibi sarılmıştır.

Hem de, beni bir ferahın cennetinden, bir zindanın gayyâsına indirirken kullanılan zincir, bir suikast isnadının zinciridir. Telâffuzu bunu yapanlara ne kadar tatlı gelirse gelsin, benim dilim de, gönlüm de, vatanın değil, evcek de kendi aile büyüğümüz saydığımız, öyle sevdiğimiz, öyle alıştığımız bir insana karşı, hakkımda reva görülen bu çirkin şüphenin -ister vehim, ister kasıt olsun- zehriyle ömrüm oldukça acılansa çok görülmez.

Ve yine, bu kadar büyük, çirkin, âdi bir mâna verildiği halde, hazırlık tahkikatı esnasında ne bana, ne de bunu yazan Necdet Sançara bir kerecik bile sorulmayan, son tahkikat kararında sözü geçmeyen; duruşma sırasında yazılı delillerin arasında okunacak kadar da bir haysiyet izafe edilmeyen işte bu şifredir.

Şüphe yalnız sandalyeye has bir kusur değildir, ben de şüpheleniyorum.

Her ne kadar bunun bir şifre olmadığı anlaşılmışsa da, vâlînin, bana eziyet edeceği hakkındaki vaadi, emniyet umum müdür muavini Kâmuran -soyadı bence malûm değildir- tarafından yerine getirilmiştir.

Haziranın en sıcak bir öğle sonunda, kendisi tarafından mutena hücre ve ziyaretçilerince tabutluk diye adlandırılan işkence odasında, bu, elektrik lambaları altında ışıl ışıl yanan odada, ayakta beş saat bir şehrâyîn seyrettim. Buradan bir adım ilerisi değil, fakat on dört asır gerisi görünüyordu: Arabistan çölünde efendileri tarafından kızgın güneş altında kayalara çakılmış çıplak köleler..

Tabii yirminci asr-ı medeniyette ham bir tabiat unsuru olan güneş yerine, onun göz kamaştıran ve kör eden icatlarından biri, elektrik vardı. işte, istiklal mücadelesi kazanıldığı ilk yıldan başlayarak 11.Mayıs.1944 târihine kadar, mesleğin çeşitli kademelerinden, en geniş teftiş ve murakabeler görerek Devlet Konservatuvarı Müdürlüğüne, kayrılarak değil, lâyık olarak getirilmiş bir öğretmene reva görülen tahkir budur.

Vazife hayatı, cumhuriyetle yaşıt ve vatan hizmetinde yorulmuş sayılan bir vatandaşın mükâfatı budur; bu elektrikler altında verilen siyasî terbiye metodunu, bütün kültürü kötü zabıta romanlarından ibaret olan bu adam, bu sözde Mülkiye mezunu, Siyasal Bilgiler Okulunda öğrenmiş olmasa gerek. Münevver vatandaşların Türk kanunlarına bu teshin vasıtalarıyla ısındırıldığından, anayasanın hâlâ yürürlükte bulunan 73üncü maddesinin bu ışıklar altında okutulduğundan, ve ömrünü vatan çocuklarını aydınlatmağa vakfetmiş bir öğretmenin bu yolda tenvir edildiğinden ben, nefsimde tecrübe ile yeni haberdar oldum. Bir hukukçu olması icap eden savcının bunu bileceği ve kitapta yerini bulacağı da pek tabiîdir. Çünkü kendisi de 29.Eylül.1944 Cuma günü yapılan alenî bir duruşmada bize her türlü zulmü caiz gören acayip bir mütâlaada bulundu. Fakat, hikmet-i vücudu Türk Irkından olanlar da dahil- her vatandaşın kanunca korunmuş olan hakkını belirtmekten ve ancak kanunu temsilden ibaret olan iddia makamı çürük hitabet temrinleri için icat edilmiş değildir.

Benim maruz kaldığım muamelenin adı istibdat devrinde zulümdü, cumhuriyetin 21inci yılında da zulümdür. Bunun adı anayasanın 73üncü maddesinde işkence, Türk ceza kanununun 243üncü maddesinde yine işkencedir. Yalnız bunun bana tatbikinde kanunda yeri olmayan tarafı, her hangi bir suçu söyletmek için değil de, sadece keyf için yapılmış olmasındadır. Anayasada 73üncü madde, sırada, 88inci maddeden öncedir ve ona gelinceye kadar daha bir çok maddeleri okumuş olmak mantıkîdir.

işte bu söylediklerimle, efkâr-ı umumiye karşısında benim açtığım bu davaya da bu memlekette el koyacak elbette bir salâhiyetli adlî merci vardır. Yoksa, malımızı, canımızı, ırzımızı, namusumuzu emanet ettiğimiz Emniyet Umum Müdürlüğü ismi ile bu makamda muavinliği işgal eden bir adamın hareketleri arasındaki tezat ve tenakuzu bana hiç kimse izah edemez. Ve ben, mahalle çocukları oynasın diye çamurdan halk edilmedim. Ben bu vatanın toprağından yoğruldum. Şerefim ondandır ve yarın, içlerinde bana bu hareketi yapan Kâmuranın da bulunduğu vatandaşların şerefini, hudutlarda, ateş altında koruyacak olan kan, damarlarımda, nöbet yerinde bir asker gibi, akmağa hazır dolaşmaktadır.

Savcı Kâzım Alöçün gerek son tahkikat kararında, gerek esas hakkındaki mütalaâsında, pek lüzum olmamakla beraber, kendime karşı vazifemi yapmış olmak için, ileri sürülen bir kaç acayip noktaya da ilişeceğim. Lüzum yoktur, çünkü duruşma zabıtları ve yazılı deliller dava dosyasında mevcuttur. Yoksa Savcı Kâzım Alöçün geniş karihasından daha ne gibi suç delilleri ortaya koyabileceğini kestirmek güçtür. Ve adliye târihimizde bu tarz delillerin zannımca ihtira beratı kendisinde olmak gerektir.

Ben fazla münakaşa etmeden bunları tekrarlamakla yetineceğim.

işte son tahkikat kararında suç bulmuş insanların mağrur edasına göre: 1902 senesinde ineboluda doğan bu adam... demek ki ben, haberim olmadan mükerrer bir suç işlemişim. 1902 yılında doğduğum yetmiyormuş gibi bir de üstelik ineboluda doğmuşum.

Esas hakkındaki mütâlaasında da: ... Esasen Nihâl Atsızın eski bir arkadaşı bulunduğu, birlikte Malatya ve Edirnede öğretmenlik yaptıklarını itiraf eden maznun diyor.

Kendisine duruşma esnasında itiraf ettiğim, nedense burada yer verilmemiş bir kaç suçumu daha söyleyim; ben, Atsızla, Yüksek Muallim Mektebinden beri arkadaşım: Leylî olduğumuz için aynı koğuşta yattık, aynı masada yemek yedik, ikimiz de Edebiyat şubesinde olduğumuz için aynı sınıfta, aynı dersleri aynı hocalardan okuduk ve sonra da ailece gider gelir, birbirimizde misafir kalır olduk.

Son tahkikat kararında, benim mektuplarımdan birindeki; en yakın hadiseler Türke Türkten gayrısının dost olmadığını gösteriyor cümlesini en yakın hadiseler Türkiyede Türkten gayrısının dost olmadığını gösteriyor şeklinde tashih etmek suretiyle okuduğunu anlar ve yazdığını bilir geçinen, kendine güvenilir bunca yıllık bir edebiyat öğretmeninin hatasını herkesin içinde yüzüne vurmuştur. Her ne kadar hâlâ kendi cümlemin bu düzeltilmiş bozuk şeklinden bir mâna çıkaramadıysam da, asıl, halli ondan daha müşkül bir ukde olarak bunun sebebini kavrayamadığım için, esas hakkındaki mütâlaada benim mektuplarımdan alınmış ibarelere, aslında olmadığı halde serpiştirilmiş olan istifham işaretlerinden kafamı kurtaramıyorum.

Adı şaire çıkmış olan bir edebiyat öğretmeninin mektuplarını düzelten savcının, kendi mesleğindeki vukufundan nasıl şüphe edilir, bunların elbette hukukî bir tarafı olduğunu bilmemesine nasıl ihtimal verilir. Haddini bilmeğe çalışan bir kimse haysiyetiyle bana bu bapta aczimi itiraftan başka yapacak bir şey kalmıyor.

Orhun mecmuasının imtiyazını almağa tavassut etmeyi bir suç sayınca, bu imtiyazı verip vermemek iktidar ve salahiyetini doğrudan haiz olan bakanlar kurulunun -ki içlerinde maarif vekilinden başkasını tanımam- bu kapanma kararını kaldırması hususunda savcının ne diyeceğini merak etmekle beraber onu biriyle bir kıyas ve içtihat muammasına düşürmek istemem.

Yazıların kontrolörlüğü meselesi de duruşma sırasında yeter derecede açıklanmıştır. Duruşma zabıtlarıyla, 26.6.1943 târihli, dava dosyasında saklı mektubu bir defa daha; bilgisini tazelemek için okumasını tavsiye ederim.

Duruşma sırasında acayip ifadelerle Atsızın müdâfaasını yaptığım iddiasına gelince: Ben Türkçeyi ancak bir türlü konuşabiliyorum, o da doğru konuşmaktır. Belki acayip görünen de budur. Çünkü, benim için, bir iddianın ne kadar yerinde olduğunu duruşma zabıtlarından araştırmak imkânı mahkemenin kararı dolayısıyla mevcut olmamakla beraber, bu ifadeler zapta benim ağzımdan çıktığı gibi geçtiği için de bir acayiplik varit değildir. Müdâfaa babında ise Atsızın bana ihtiyacı yoktur. Yalnız ben şuna işaret edeyim ki, ister Atsız gibi aksay-ı şarkta oturur müfrit bir milliyetçi, isterse Pertev Boratav gibi aksay-ı şimalde hayal kuran bir beynelmilelci ve insaniyetçi olsun, insanın manevi servetini teşkil eden hatıraları tâ mektep sıralarından beri samimiyet yolunda haşirneşir olmuş arkadaşlarımı satmak ve inandığı ahlâk prensiplerini, vicdanını, ne tarafından bakılsa bir tahta parçasından ibaret olan bir dünya sandalyesiyle değişmek gibi ilk bakışta kârlı görünür bir ticaret zihniyeti bende yoktur.

Cemal Oğuzu evime davet edip etmediğim duruşma sırasında ne bana, ne de Atsıza sorulmadığı ve benim böyle bir daveti yapmayacağım 23 Nisan 1944 târihli, dava dosyasında mevcut mektuptan ve ilk tahkikat ifademde sarahatle beyan edilmiş olmasından ve bunun yazıya geçmesinden savcının malûmu olduğu halde onu burada, bunun bir suç olmaması bir tarafa, öne sürmesi de bana hem acayip hem garip geliyor.

Sabahaddin Alinin vekâlet emrine alındığının doğru olmadığını söylemek de neden suç olsun? Bir arkadaşa bu kadar basit ve herkesin bildiği vakıanın doğru değil de yalan olarak bildirilmesi icap ettiğini ve bundaki hikmeti kavrayamadım. Bunun bir gün, bir iddia makamından, bir esas mütalâa olarak ileri sürüleceğine ben değil, Eflatun olsa ihtimal veremezdi.

Davanın tahrik mi, hem tahrik hem de bir nevi emir mi olduğu meselesini üstelemiyorum. Sabahaddin Ali hakkında üst makama niçin bir rapor vermediğim sualini anlayamadım. Nasıl bir rapor olacaktı bu?

Kâzım Alöç beni birine benzetti sanırım. Ben o değilim, benim adım Orhan Şaik Gökyaydır. Benim, vazifemi ve mevkiimi hususî fikir ve maksatlarıma alet ettiğimi veya edeceğimi zannedenler mi olmuştur? Hiç olmazsa son beş yıllık konservatuvar müdürlüğüm sırasında eriştiğim ve kıymetini herkesin ölçemeyeceği takdirler yerine, bana vazifemde nefret veya muhabbetlerimin, yahut da menfaatlerimin rehberlik ettiği rivayeti mi çıktı? Anlayamadım.

Her ikisi de yakın arkadaşım olan Atsızla Sabahaddin Aliyi barıştırmamakla işlediğim suça da hayretle yeni vâkıf oldum. Aynı iddianamede, değerli maznunlardan Hasan Ferit Canseverin barıştırması, benim de barıştırmamaklığım suç gösteriliyor. Demek barıştırmak suç, barıştırmamak, o da suç. Benim bu iki kutup arasında şaşkın pusulaya döndüğümü bir tarafa bırakarak kısaca işaret edeyim ki Ulus başyazarının ısrarla istediğini, emrine gazetenin avukatını tahsis ettiğini ve maarif vekilinin de dava açmasını söylediğini kendisinden işittiğim Sabahaddin Aliyi o günlerde Atsızla barıştırabilmekliğim için benim bunlardan çok daha üstün bir nüfuz ve salahiyetim ve kudretim olması gerekti. Bunlar da bende yoktu.

Nihali misafir etmekle, neden siyasî bir hata işlediğimi, on aydır bu yüzden hürriyetimden edilmiş olmakla beraber hâlâ anlamış değilim. Bununla beraber, Tanrı korusun yarın, Nihâlle taban tabana aykırı fikirler taşıyan ve benim aynı şekilde, tıpkı Atsız gibi on sekiz yıllık mektep arkadaşım olan Pertev Boratavı annesi, kendisi, eşi ve oğlu ile birlikte, hem de bundan iki sene kadar önce, yani yakın bir zamanda bir buçuk ay evimde misafir ettiğim için bana ayrı bir hesap açılmasından, haklı olarak korkuyorum.

Ben bir Türkçe öğretmeni sıfatıyla, savcının suç saydığı bir arkadaşlığı, ilkokuldan yeni gelmiş öğrencilerin körpe dimağlarına nakşetmeğe, ortaokulların birinci sınıfındaki masumların kalplerine silinmez bir yazı ile yazmağa memur bulunuyorum.

Ortaokul Okuma kitabının [Okuma kitabı, sınıf I., Türkiye Cumhuriyeti, Kültür Bakanlığı, Devlet Basımevi, Istanbul 1938] 67inci sahifesinde Kefil adlı parça okunsun. Orada, kızkardeşiyle nişanlısının düğünlerini yapıp dönmek üzere üç gün izin isteyen bir idam mahkûmuna kefil olan bir arkadaşın hikâyesi anlatılmaktadır. Karşısında zalim bir hükümdarın balmumu gibi eridiği ve onu da bu iki arkadaşın üçüncüsü olmayı kendilerinden dileyecek kadar hislendirmiş olan bir ölüme kadar varan yüksek arkadaşlık sadakatini telkin, bizim vazifelerimiz arasında iken bunun bir suç sayılmasını, hem de mahiyeti anlaşıldıktan sonra bir suç sayılmasını tevil veya tahkim edecek kelime benim lûgatimde yoktur, Türk lûgatinde bulunacağını da sanmıyorum. Yoksa, okuma kitabındaki bu parça, ingilizcede olduğu gibi Liverpul yazılıp Mançester okunsun diye oraya konmuş değildir.

Bir de Atsız hakkında vur! emri mi çıkmıştı, kellesini getirene mükâfat mı vâd edilmişti. Ben de, Atsız da bundan on ay önce şimdiki sizler gibi hür insanlardık, hür vatandaşlardık, hür Türklerdik. Bir davanın, bir haksız ithamın müdâfaası için bile olsa, bu kadar basit bir muaşeret kaidesini, bir misafirliği, on sekiz yıllık bir mektep arkadaşını, bir aile dostunu iki gece misafir ettiğimi söyleyip durmak, bunu onun başına kakar gibi tekrarlamak bana ağır geliyor, ayıp geliyor, utanılacak, yüz kızartacak bir leke geliyor.

Ölümün evimize kanat gerdiği günlerde, hastayı Azrailin elinden kurtarmak için kendi evini bir kale yapıp bizimle beraber bu ölüm meleği ile döğüşen; eşimi, annesi, ölümcül halde hasta babası ile birlikte aylarca misafir eden bir arkadaşa, mahkeme huzurunda hesap vermek için de olsa, bu şimdi artık zehir olup evcek hepimizin boğazına dizilen lokmaları bir bir saymak bana nankörlük geliyor, bunları bana ne diye hatırlatıyorsunuz? Beni buna mecbur bırakan savcının kalbi, bu neviden insanî hisler kervanının uğrağı değilse, kabahat bende değildir. Ve peşin hükümlerin yuva kurduğu başlar, benim duyduğumu duyamaz ve düşündüğümü düşünemezse mazurdurlar.

Savcı Kâzım Alöçün suç saydığı mektuplara gelince: Bunlar orasından burasından kırpılarak, yalan yanlış birbirine eklenerek, başı sonu kesilerek bir suç unsuru haline getirilmeye çalışılmıştır. Ve bu yüzden mânidar olmuşlardır. Aslında bu mektuplar mânidar değil, sadece, her okur yazar insanın herhangi bir yazısında tabiî görüleceği üzere mânalıdır, yani mânasız değildir. Bunlar, dikkatle değil de, bir selâm sabah mektubu olarak şöylece okunduğu zaman bile, görülür ki Atsızın Orhun Mecmuasında başvekile neşrettiği açık mektuplar üzerine yazılmıştır. Bu açık mektupların mevzuu ve hedefi memlekette tehlikeli bir şekil alan komünistlik cereyanı üzerine dikkati çekmektir. Benim manidar? mektuplarım da bunun üzerine yazılmıştır, onu alıkoyucu, itidale çağırıcı mektuplardır. Nitekim bu açık mektuplar üzerine yazdıklarımla ondan önce yazılmış ve yine dava dosyasında mevcut mektuplarım karşılaştırıldığı zaman sonuncuların rastgele iki arkadaş arasında yazılan selâmlı, sabahlı, keyifli mektuplar olduğu görülür. Ve berikilerin de, vatan ve millet mefhumunu, müstakil Türk vatanının dışında mânalandırmak isteyen bir cereyanın yer yer kendisini göstermesi üzerine her hangi bir Türkün, müstakil bir vatanı, bir bayrağı, bir milleti olan her Türkün duyacağı bir his ve endişe ile yazılmış dertleşme mektuplarından başka şeyler olmadığına hükmedilir. Fakat bir mektup da bir insan gibi bir bütündür. Onun teşrihini anlamak için ayağını çıkarıp kol yerine takmak icap etmediği gibi bir mektup hakkında hüküm vermek için de ondan, sureta mânidar görünen satırlar almak yetmez. Bu yolda sözü uzatmak yerine, bu mektupların mâna ve mahiyeti hakkında, hattâ lise talebelerinden seçilecek bir ehl-i vukuf heyetinin vereceği hükme razı olduğumu beyan ederim.

Ne Irkçılık-Turancılık propagandası, ne de bunun tarafımdan medh ü istihsanı gibi bir iddianın yersizliğini göstermek için savcı Kâzım Alöçün, nedense başvurmağa, amme şâhidi olarak ikâmeye lüzum görmediği bu kadar ayrı vilâyetlerde benden ders almış olan ve sayıları binleri aşan bu kadar çok talebemden ve tanımak şerefiyle bahtiyâr olduğum yüzlerce öğretmen arkadaşlarımdan istediklerine, hakkımda iddiasını isbât edecek sualleri sormağa davet ediyorum. Yoksa diyeceğim ki savcı Kâzım Alöç bende suç bulmuş değil, Türk ceza kanunundan benim falıma bakmış ve açtığı sayfada 142nci maddeye rastlamıştır. Fakat Türk ceza kanunu, vatandaşların hürriyetini ellerinden almak için başvurulur bir fal kitabı değildir.

işte hür vatandaşlar diyârında yakalanıp şerefi, canlı canlı, bir post gibi yüzülmek istenen meraklı avın hikâyesi, gerçek ve târihî hikâyesi bundan ibarettir.

Söyleyeceklerim de bu kadardır.


orhan şaik gökyay

merkez komutanlığı askeri cezaevi
.................................................................................Hüküm..................................................................................................

büyük vatan şairimiz orhan şaik gökyay, cezaevinde ve tabutluklarda bir buçuk yıl vatana ihanet suçlamasıyla büyük zulüm gördü.tabutluklarda bin beş yüz mumluk elektrik lambaları altında ecel terleri döktü.
bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi dava neticesinde orhan şaik gökyay'ın beraatine karar verdi. bu hüküm askeri temyiz mahkemesi'nce de tasdik edildi.
“Bu Vatan Kimin” şiiri ile vatansever bir şairdir. Dil konusunda yaptığı en önemli çalışma Dede Korkut hikâyeleri’ni sadeleştirmesidir. 70 yıl öğretmenlik yaptı, binlerce öğrenci yetiştirdi. 1994 te vefat etmiştir.
yokmuş türk,ermeni,rum çıfıt farkı
üstelik türedi bir de puşt ırkı
çingen'le bir oldu mert türk'ün narkı
vazgeldim soyumdan ben türk değilim!
güncel Önemli Başlıklar