bugün

Bugünden itibaren seçimlere 4 gün kaldı. Alt tarafı nihayet 4 gün daha sürecek, "nah babayı alırsın" türünden ağız dalaşları.
* * *
21. yüzyılın başında, siyasal liderler arasındaki polemiklerin; aşırı ölçüde bir seviyesizlik göstermesinin de, elbet birçok nedeni var.
Ve bendeniz biliyorum ki, bu nedenler hiçbir zaman kurcalanmayacak. Kurcalansa bile, kimse kulak asmayacak.
* * *
1939'da Cumhuriyet'in 2'nci adamı ismet inönü, Cumhurbaşkanı olarak Çankaya'ya çıktığı zaman, kendisinin ilk Başbakanı Dr. Refik Saydam, ilk verdiği demeçlerden birinde şöyle demişti:
- Her işimiz A'dan Z'ye bozuktur.
* * *
16 yıllık Cumhuriyet rejiminin mimarlarından olan 2'nci Cumhurbaşkanı ismet inönü'nün, ilk Başbakanı Dr. Refik Saydam; tüm uygulamaları tepeden tırnağa bozuk buluyordu.
O bozuklukların ne olup ne olmadığı, hiçbir zaman gündeme gelmedi.
Besbelli ki birileri hiç hoşlanmadılar ve hemen gözardı ettiler böylesi kökten bir eleştiriyi.
* * *
Şimdi de Türkiye'nin sürekli gözardı edilen dikenli gerçekleriyle, 21. yüzyılın hızla küreselleşen dünyası çatışıyor ve büyük bir çerçeve içindeki bu çatışma; iç politikaya karşılıklı bir ağız dalaşı olarak yansıyor:
- Hainlerle işbirliği yaparak vatanı satan hainler, elbet kimseyi asamaz...
- Cellatlık reklamıyla prim toplamaya kalkanlara yuh olsun...
- Sen ailenin servetini açıkla önce, ailenin servetini...
- Önce sen açıkla...
* * *
Ne Türkiye bütçesindeki dağılımın dengesizliğiyle, dengeli yeni bir bütçe tasarımından söz eden var; ne 1839'da Sultan Mecit dönemindeki "laiklik" girişiminin, neden hâlâ daha gündemden düşmediğinden.
* * *
1839'da da tellallar bağırtılıyordu sokaklarda:
- Duyduk duymadık demeyin, bundan sonra "Gâvura, gâvur demek" yoktur ha!..
Faytonlarda hoca, papaz ve haham yan yana oturtulmuş olarak dolaştırılıyordu caddelerde.
* * *
Pazartesi günkü Posta gazetesinin manşeti şöyleydi:
"Utan Türkiye - Kilis'te tatile gitme imkânı olmayan çocuklar, TV'de izledikleri 5 yıldızlı otellerdeki eğlencelere özenip Atık Su Arıtma Tesisleri'nin çıkış noktasında bulunan dev borunun içine giriyor ve kayarak önünde biriken su dolu çukura atlıyor. 114 bin 724 nüfuslu Kilis'te çocukların zaman geçirebileceği devlete ait bir yüzme havuzu yok."
Posta, manşetin altına, ufacık çocukların dev borunun içinden nasıl kayarak atladığını gösteren koskocaman bir fotoğraf koymuştu.
* * *
Yine pazartesi günkü Radikal gazetesinde, Neşe Düzel'in Mehmet Uzun'la yaptığı bir röportaj vardı.
Neşe Düzel soruyordu:
- Bu ülkede bir Kürt sorunu var. Bunu herkes biliyor. Peki bu sorunu çözmeye samimi bir şekilde uğraşılıyor mu? Yoksa gerek Türklerden gerekse Kürtlerden birileri kendi kişisel hesapları nedeniyle çözümsüzlüğü tercih mi ediyor?
* * *
Mehmet Uzun'un bu soruya verdiği yanıt içinde, şu cümle bendenizin dikkatini çekti.
- ...bugün birileri Kürt sorununda çözümsüzlüğü hâlâ tercih ediyor. Çünkü savaş; eroiniyle, çeteleşmesiyle çok büyük bir rant alanı. Bu yüzden çözümsüzlüğü isteyen Kürtler de vardır ve bu çözümsüzlüğü bir kader haline getirmek için de ellerinden geleni yapıyorlardır.
* * *
Ve yine pazartesi günkü Milliyet'te Yasemin Çongar, yazısına şu girişi yapıyordu:
"Hoyer, ABD Temsilciler Meclisi'nde çoğunluk grubunun başkanı vekili. Yakın çevresinden öğreniyorum ki, Demokrat siyasetçi 'Ermeni Soykırımı Tasarısı'nı, 22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından ve Amerikan Kongresi ağustosta tatile girmeden önce, Temsilciler Meclisi genel kurulundan geçirmeyi hedefliyor".
* * *
Seçim mitinglerinde siyasal parti liderleri; kendilerini överek, rakiplerine sövüp durma ötesinde; ne yılda 60 milyar dolar getirisi olduğu ayyuka çıkan "eroin ve silah kaçakçılığı çeteleşmelerinden" söz ediyorlar, ne ABD Temsilciler Meclisi'ndeki Ermeni Soykırımı Tasarısı'ndan...
* * *
Dünkü Posta'nın da manşeti şöyleydi:
"Felaketin fotoğrafı - Küresel ısınmanın yarattığı felaketin sonuçları bir bir ortaya çıkıyor. istanbul Alibeyköy Baraj Gölü tamamen kurudu. Geçen yıla kadar dolu olun gölde şimdi koyunlar otluyor. Su sıkıntısının boyutlarının her geçen gün arttığı istanbul'da seçimlerden hemen sonra kısıntı uygulanacağı öğrenildi. Türkiye'nin diğer bölgelerinde de durum istanbul ile aynı"
* * *
Bendenizin de oligarşik yapının itibar sahiplerine bir sorum var:
- Kitleleri acımasızca dolandırmaktan hiç utanmıyor musunuz?

çetin altan
Bugünden itibaren seçimlere 3 gün kaldı. Parti liderlerinin sesleri kısık, yüzleri yorgun; mitinglerle TV kanalları arasında koşturup duruyor, nutuk söylüyor, açıklamalar yapıyorlar.
Kitlelere ve izleyicilere kendilerinin önemini; vatana, millete, devlete karşı duydukları sevisevdanın derinliğini anlatabilmek için, "kaç kelimeyle" hitap ettiklerinin farkında bile değiller.
Nutuklarında ve demeçlerinde kullandıkları kelime sayısı 200'ü aşmıyor.
* * *
Fuzuli şiirlerinde 3 bin kelime kullanmıştı, Victor Hugo 20 bin, Shakespeare 40 bin...
* * *
Toplumların "gelişmişlik" düzeyini; kendi anadillerini ortalama "kaç kelimeyle" konuştuklarını saptayarak değerlendirmeyi benimsemiş "strüktüralizm" diye bir ekol vardır; Türkçesi "yapısalcılık".
* * *
"Yapısalcılık" açısından siyasal liderlerimiz mi çok fakir, yoksa hitap ettikleri kitleler mi, bilemiyorum.
Bendenizin bildiği, Türkçenin gitgide erozyona uğradığı; hem de yeryüzünde en çok konuşulan diller sıralamasında 22'nci olduğu halde.
Ne yazık ki, "yazı" boyutundan yoksun ve gitgide erimekte.
* * *
Krallar, çarlar, imparatorlar, velhasıl aristokratlar döneminde; en üst düzey saltanat "yönetim saltanatı"ydı.
Okyanusların kullanımı ve sermaye birikimiyle birlikte, enerji kaynağı olarak buhar gücünün de keşfinden sonra aristokratların "yönetim saltanatı", endüstri devriminin "üretim saltanat"na dönüşmeye başladı.
* * *
Politik kadrolar ise, "yönetim saltanatı"nı ele geçirip sürdürmekte direniyorlardı.
Ve pozisyonlarını korumak için, silaha büyük paralar akıtıyorlar; silah fabrikatörleri zenginleşirken, -yeterli yatırımlar yapılamadığı için- kitlelerin önemli bir bölümü çapaçul bir ortamda, el elde baş başta yaşamak zorunda kalıyordu.
* * *
Neyse, bugünden itibaren seçimlere 3 gün kaldı...
TV'lerdeki açık oturumlarda, partilerin adayları neler ve neler söylemiyorlar ki?..
Washington'u köşeye sıkıştırmak; AB ile onurlu, gururlu ve haysiyetli bir biçimde oturmak masaya vs...
* * *
ABD silahlarının şiddet eylemcilerinin elinde çıkması, Tahran'la yapılan gaz anlaşmalarının ballandırılması...
Doğal olarak, "yerel yönetim saltanatı"ndan; geometrik olarak gelişen modern teknolojinin, "ulus-devlet" modeli içine sığmayan ve hızla "evrenselleşen üretim saltanatı"na, nasıl geçilmekte olduğu konusu, yok gündemlerde.
* * *
Palandöken Dağı'na kar yağmış; Van sular seller altında; birdenbire pıtıraklaşan yangınlar...
istanbul'da da sıcaklık 32 derece...
* * *
Beykoz'da Abraham Paşa Korusu ise püfür püfür... Küçük semaverlerle çay servisi yapılıyor...
Biraz nefes alıp, birer çay içmeye gelmiş kibar hanım dostlarla selamlaşıyoruz. Bendenize:
- Seçimlerin sonucu sizce ne olacak, diye soruyorlar.
Sezdiğim kadarıyla, şeriatçılığın yoğunlaşmasından kaygılanıyorlar.
- Seçimlerin sonuçları, diyorum; hiçbir zaman sizler kadar zarif ve güzel olmayacak.
* * *
Değişik bir açıdan bakıldığında; nutuklar da eğlenceli, adaylar da...
Kimsenin, 15 milyon nüfuslu Hollanda'nın sadece lale ihracatından sağladığı 10 milyar dolarlık gelirin; 73 milyonluk Türkiye'nin tüm turizm gelirlerine eşit olduğundan söz ettiği yok...
Hollanda'nın tarım ihracat geliri ise, Türkiye'ninkinin 7 katı...
Ve biz, hesaba kitaba bakmadan Irak'a da gireriz; ABD'ye de "hastir" çekeriz...
* * *
Kimin cüzdanı kabarık, kiminki değil; boş verin.
Önce vatan...
* * *
Abraham Paşa Korusu'ndaki havuzda su nispeten az ama, yine de o güzelim yeşil başlı ördekler yüzüp dturuyor. Bir tanesi de, dişisiyle utanmadan sevişmeye kalktı.
* * *
Küreselleşme çizgisi, silahlara para akıtıp duran "yönetim saltanatları"nın törpülenmesi ve artıp duran evrensel üretimle birlikte yoksul yığınların alım gücünün geliştirilmesi doğrultusundaymış; kimin umurunda...
* * *
Kim bilir bir daha yıla bugünlerde neler ve neler konuşulacak; ya hele 10 yıl sonra?..
* * *
Fenerbahçe Parkı'ndan da Adalar o kadar güzel görünüyor ki...

cetin altan
işte nihayet 2 gün kaldı seçimlere; bugün ve yarın. Demek 2 gün daha, siyasal liderlerin birbirleriyle yumurta tokuşturmasını izleyeceğiz ekranlardan.
Ekonomi, hukuk ve tarih bilincinden yoksun bırakılmış kitleler; miting alanlarında kendi yiğitlerinin "delikanlılığını" alkışlamaktan hoşlanıyorlar.
* * *
"Türk'e Türk propagandası yaparak", çağdışı kalmışlığı sütrelemenin; iç politikada da horoz dövüşlerinin başlamasıyla, birbirine karşı "babalanmaktan" hoşlanmaya dönüşmesi...
* * *
Türkiye'nin kendine özgü politik gümbürtüleri, son 100 yıl içinde nelerin değiştiğinin farkında bile değil.
1907'de ne radyo vardı, ne televizyon, ne cep telefonu, ne bilgisayar, ne uçak, ne mikrofon, ne otobüs, ne de -Atatürk'ünkü gibi- lokantalarda bile II. Abdülhamit'in fotoğrafları.
* * *
100 yıl içinde bütün bu değişimler kimler sayesinde oldu; "yönetim saltanatı"na meraklı siyasetçiler sayesinde mi, fizik bilimcileri sayesinde mi?
* * *
Fizik bilimi, "doğanın verileri"ni; insan iradesi altına alıp, insan hayatını kolaylaştıracak bir kompozisyon içinde, yeniden değerlendirmesi bilimidir.
Örneğin doğada elektrik olmasa; fizikçiler yeryüzünde de elektrik üretemez ve elektriği ampulün içinde ışığa çeviremezlerdi.
Uydular aracılığıyla elektroniğin ve cep telefonlarıyla bilgisayarların devreye sokulması da öyle.
* * *
Peki neden fizik bilimcileri, "politik dünya"nın Azrail'i?
Çünkü Kozmos'un verilerini ne kadar çok kullanmaya başlarsan; Kozmos da kendi analitik düzenini, yeryüzündeki insan toplumlarına o kadar empoze etmeye başlar.
* * *
Ve Kozmos'da politik düzenlemeler yoktur. Politik düzenlemeler, insanoğluna özgü ve Kozmos düzeniyle çatışan sanal düzenlemelerdir.
Yoksa 1907 ile 2007 arasında bu kadar büyük değişimler mi olurdu?
* * *
Siyasetçiler ikide birde:
- Konjonktür değişti, geçmiş geçmişte kaldı; deyip duruyorlar.
Ne oluyor da konjonktür boyuna değişiyor ve geçmiş, boyuna geçmişte kalıyor?
* * *
Fizikçiler önce fotoğraf makinesini, sonra film kamerasını, sonra radyoyu, sonra televizyonu icat etmeseler; biz seçim mitinglerini ve ispanya'daki bir maçı nasıl izleyebilirdik?
* * *
2007 yılında ne cep telefonları, ne internet sınır mınır tanıyor ve siyasetçi demagojileri bir yanda; ulaşılan "öz gerçekler" başka bir yanda kalıyor.
Sözün kısası, yerel politikalar; her gün biraz daha kötürümleşiyor. Ne var ki, Türkiye henüz bunun farkında değil.
* * *
Türkiye'nin, nelerin farkında olmadığı bir bir sıralansa...
Örneğin Atatürk'ün, resmi dairelerle özel bürolar dışında; lokantalara, kafeteryalara, dükkânlara kadar dal budak salmış milyonlarca fotoğraflarını ele alalım.
* * *
Elbet bu fotoğrafları çeken bazı fotoğrafçılar da vardı; Gazi'ye onlar verdiriyorlardı o en çarpıcı pozları:
- Paşam şöyle havaya doğru bakın, Paşam şöyle azıcık yan dönün vs.
* * *
Sade resmi ve özel bürolarda değil; lokantalarda, kafeteryalarda, dükkânlarda da asılı duran o fotoğraflar; onları çekmiş olan fotoğrafçıların birer eseri değil mi?
Peki, o fotoğrafları kendi mekânlarına asanlar, bir telif hakkı ödediler mi o fotoğrafçılara?
Yoksa fotoğrafçıların emekleri, o kadar yaygın bir piyasa bulduğu halde okkanın altına mı gitti?
* * *
Söz aramızda, hangi siyasi liderin aklına geliyor, bol bol kullandıkları Atatürk fotoğraflarının fotoğrafçılarına, telif hakkı ödenmemiş olduğu?
* * *
Telif hakları konusu meçhul bir konudur Türkiye'de.
Örneğin Orhan Kemal, 33 romanından ne kadar telif hakkı aldı ki?
Ya Fransız yazarı Camus, yahut Cocteau?
"Çağdaş uygarlık düzeyi"ne, ne ölçüde varılıp varılmadığını, "yönetim saltanatı"na meraklıların nutukları değil, telif haklarının kıyaslanması gösterir.
* * *
Yönetim kadroları, sınırları anlaşmalarla çizilmiş, tepesinde horozluk edecekleri bir alana muhtaçtırlar. O nedenle de yeryüzündeki 5 kıta, 200 devlete bölündü.
Fizikçilerin yeni keşifleri sayesinde küreselleşme daha da hızlanıp, istanbul-Tokyo arası 1 saate indiğinde; politikacıların söyleyecekleri nutukların anlamı mı kalacak?
* * *
Bugün bir, yarın iki...
2 gün daha siyasal liderlerin yumurta tokuşturmasını izleyeceğiz.
Ya sonra?
Sonra yine çağdaşlaşmaya uğraşacağız, ne güzel!

cetin altan
Önüne gelen iddia ede dursun Türkiye'yi çok iyi tanıdığını. Kolay değil Türkiye'yi çok iyi tanımak.
Örneğin bendeniz hiç tahmin bile etmemiştim, siyasi liderlerin ağız dalaşlarında seviyenin bu kadar düşeceğini.
Bir yazı emekçisinin, 60 yıldan bu yana yaşadığı anlamsız çilelerle doldurulmuş bir ömürlük albümü; yine bir yürek yorulmasının dudak kıvrıntılarını mı koymalıydı son sayfalarına?
* * *
Yerli siyasetçilerin yarattığı manzara, hiç mi hiç uyuşmuyor 21. yüzyılın açmakta olduğu yeni pencerelerle.
Ve Türkiye'de en büyük getiri ve itibar; politikayla, resmi bir makam sahibi olmakta. Kendi alanında evrensel bir kalite sahibi olmakta değil.
Yorucu olan da bu.
* * *
Neyi bir türlü anlatamadık şu Türkiye'de?
"Para"nın, eşit "donmuş bir enerji" olduğunu...
Bir de, "meslek" kavramının ne olduğunu...
* * *
"Meslek", insan enerjisinin belirli bir donanım sonucu somuta dönüşmesidir.
Marangoz, tahtayı dilediği bir biçime nasıl sokacağını öğrenmesi sonucu; testeresi, rendesi, pulanyası, çivisi, çekiciyle enerjisini harcayarak; tahtayı somut bir masaya çevirir.
* * *
Masasını piyasada değerlendirirken de; harcadığı malzeme ve enerjisi karşılığında, kendisine belirli bir "para" ödenir.
* * *
Terzi de; kumaş, dikiş ve giysi alanında, yine enerjisini somuta dönüştürerek, pantolon ve ceket yapar.
* * *
Marangoz, kendi enerjisini somuta dönüştürmesi sonucu, kendisine ödenmiş olan "para" ile; terzinin somuta dönüşmüş enerjisinin ürünü olan ceket ve pantolonu satın alır.
* * *
Marangoz, kendi enerjisini, terzinin enerjisiyle değiş tokuş etmiş olur. Ne aracılığıyla?
"Para" aracılığıyla...
Harcanmış bir enerji karşılığı, cepte "donmuş bir enerji olarak duran para", hareketlenir ve terzinin enerjisini öder.
* * *
Türk insanı büyük oranda kurnazlığa kelepçelenmiş ve hem donanımsız olarak, hem daha az enerji harcayarak; harcanmış daha bol enerjinin ürünlerini ele geçirme hastalığına tutulmuş.
Bunun da zembereği, "yalan ve talan"la kurulmada.
Okkanın altına giden de, okkanın altına gitmekte ve adam yerine konmamakta...
* * *
Bu yamukluk -büyük bedeller ödenmesi karşılığında da olsa- elbet bir gün düzelecek... Türkiye de gitgide daha çok şeffaflaşacak ve ne tür rezilliklerden geçilmiş olduğu daha çok ortaya çıkacak.
* * *
Neyse artık bitiyor, kürsülerden fırlatılan ilmiklenmiş urganlı şu seçim kampanyası...
Beyinsel bir çağdaşlık yerine; bitmez tükenmez bir kaba kuvvet ve asma kesme gösterisi...
* * *
Savunmakta olduğu bir dava nedeniyle, -bendenize göre- genç dostum Avukat Taner Aktop bir geceliğine istanbul'a geldi.
Nutukçular nutuklarını atadursun; temmuz sonuna doğru Boğaz'da lezzetli bir öğleden sonra yaşamak için, kalktık Kanlıca'ya gittik.
* * *
Kanlıca'da, eski bir istanbul ailesinin oğlu olan Ömer dostumuz da, Taner gibi tam bir fıkra şampiyonu...
ikindi güneşinin altında şıkır şıkır ışıklanmış maviz Boğaz'a karşı anlatılan fıkralar, birbirine karıştı gitti.
* * *
işte dostumuz Ömer'den bir fıkra:
Orta yaşlı bir hanım, bir zamanların petrol zengini ve dolar milyarderi Rokfeller'in New York'taki merkezine gidiyor ve birkaç milyon dolar bırakarak:
- Bunları 2 gün içinde değerlendirerek bana faiziyle ödeyin, yoksa paramı geri alır, bir daha da gelmem, diyormuş.
Merkezdeki müdürler:
- Hiç değilse paranızı, 1 ay süreyle dursun bizde, diyorlarmış.
Kadın:
- Olmaz, diyormuş; ancak 2 gün. 2 gün sonra uğrayıp, paramı faiziyle birlikte aldıktan sonra, 5 milyon dolar daha bırakacağım.
* * *
Müdürler bu garip kadından söz etmişler Rokfeller'e:
- Belki siz, parasını daha uzun süreli bırakması için ikna edebilirsiniz kendisini, demişler.
Rokfoller de:
- Olur, demiş; geldiğinde yanıma çıkartın.
* * *
Ve kadın merkeze geldiğinde, kendisini Rokfeller'in bürosuna çıkarmışlar.
Rokfeller sormuş:
- Ne işle uğraşıyorsunuz?
Kadın:
- Ben, demiş; sürekli iddiaya tutuşurum ve şimdiye dek hiç kaybetmedim. Örneğin öyle hissediyorum ki, sizin husyeleriniz 15 gün içinde 4 köşe olacak; iddiasına var mısınız, 10 milyon dolarına...
Rokfeller gülmüş ve kabul etmiş iddiayı.
* * *
Aradan 15 gün geçmiş ve kadın bir Arap prensiyle Rokfeller'in odasına çıkmış:
- Kusura bakmayın, demiş; kadın olduğum için bir erkek arkadaşımla birlikte geldim. indirin pantolonunuzu da; o, muayene etsin husyelerinizi, bakalım 4 köşe olmuş mu?
* * *
Rokfeller de yine gülerek pantolonuyla donunu aşağıya indirmiş; ve Arap prensi bayılıp yere düşmüş.
Meğer kadın Arap prensiyle de, 15 milyon dolarına iddiaya tutuşmuş:
- Ben sana Rokfeller'in hayalarını çıplak olarak ellettirebilirim, diye.
* * *
Neyse, seçim kampanyası bitiyor bugün...
Bilmiyoruz partilerin alacağı oylar üstünde de, iddiaya tutuşanlar var mı?

çetin altan
Çirkin ve seviyesiz nutukçu polemikleriyle geçen seçim kampanyasından sonra, genel seçimler de noktalandı.
Neyse ki seçimler, kanlı bir kargaşaya neden olmadan; gönül rahatlatıcı bir olgunlukta geçti ve sonuçlar da, 2 saat içinde açıklanmaya başladı.
Yüksek Seçim Kurulu'nu ne kadar kutlasak, yeri.
* * *
Türkiye oldum bittim; ne "sol"un, ne de "sağ"ın içeriğiyle, politika sözlüğündeki tanımlarını algılayabildi.
* * *
Osmanoğulları'nın vezirlerle, ocak ağaları ve kapı kullarından oluşan "Enderun"u; Cumhuriyetçiler tarafından resmi bayramlarda frak ve silindir şapka giyen Hazine'den geçinmeli bürokratlar oligarşisine dönüştürülünce; imajı değiştirilmiş Hazine'den geçinmeli kesimle çevreleri, "ilerici"; köylerde, kasabalarda, kıyı mahallelerde yaşayan takkeli, çarşaflı, başörtülü "topluluklar"dan oluşmuş mesleksiz ve geçimini çıplak hayattan sağlamaya çalışan kent dışı yığınlar da; "gerici" olarak damgalandı.
* * *
Ne Rönesans'tan, ne okyanuslara açılımdan, ne endüstri devriminden, ne sermaye birikiminden geçmişliğin birikimine sahip Türkiye'de; çağdaşlaşma iddiaları, Cumhuriyetçiler'le de sürdü gitti.
* * *
Köylü ağırlıklı ve ilkel bir tarıma dayalı ekonomik altyapı değiştirilmeden; kılık kıyafet değişikliği, Latin alfabesinin ve isviçre Medeni Yasası'nın kabulü gibi üstyapı değişiklikleriyle, "çağdaş bir imaj" yaratmak; yeterli sayıldı "çağdaş uygarlık düzeyi"ne ulaşmaya.
* * *
Cumhuriyetçi oligarşinin en keskin yamukluğu ise; köylerin, kasabaların, kıyı mahallelerinin yoksul ve çaresiz dünyalarını ön plana çıkararak anlatmaya kalkan ozan ve yazarları, imha etmeye kalkmasıydı.
* * *
ikinci keskin yamukluk, bilimsel bir objektiflikten kopuk "resmi tarih" hipnozlarıyla, genç kuşakların beyinlerini buzlandırmaktı.
* * *
Üçüncü keskin yamukluk da; geçim kaynağı yaratacak bir meslek "sahibi olma" hedefinden çok uzak bir eğitim düzeniyle; sadece oligarşik yapıya militan yetiştirmeye kalkmaktı.
* * *
Bütün bu yamuklukların sonucu, Türkiye 20. yüzyılı da ıskaladı ve "onlar-biz" ayrımıyla kendi kapalı çemberinin içinde; oligarşinin, gizli bir iç sömürgesiymiş görünümüne büründü.
* * *
Bugün de, seçimlerden sonra yapılan yorum ve analizlerde; bir "merkez", "merkez sağ", "merkez sol" türü, tanımlaması yapılmamış kavramlar cacığı sürüp gidiyor.
* * *
"Merkez" ne demektir?
"Orta sınıf" mı demektir; burjuvalaşma sürecine girmiş olanlar mı demektir?
"Merkez sol" daha aşağı düzeylerde kalmış ve "değişimden" yana olanlar mı demektir; "merkez sağ" daha üst düzeylerde yaşayan ve hiçbir değişim istemeyenler mi demektir.
Hiç berrak ve belli değil.
* * *
Bendenizin gözlemim odur ki; adam yerine konmayan itibarsız yığınların, toplumsal bir "değişim" özlem ve beklentisi; kendisine yakın siyasal bir kaldıraçla bütünleşmeye kalktığında, "muhafazakâr kanat" damgasını yemekte.
Eski oligarşik düzenin sürmesini isteyen "statükocu"lar ise, "ilerici kesim" damgasını...
* * *
Bütün bu ellertutar tarafı bulunmayan kavram karışıklığı, Cumhuriyetçi oligarşinin; "gerekli ibadeti yapma koşuluyla, ancak öldükten sonra mutlu ve zengin bir hayat süreceğine inanan" yoksul yığınların, emir ve yasalarla "laik" olabileceğini sanmasından ve onları "gerici" olarak damgalamasından kökenlenmekte.
Cumhuriyetçi oligarşiyi otopsi masasına yatırmak ise, "Atatürk ilke ve inkılapları"na ihanet sayılmakta...
Gel, çık çıkabilirsen işin içinden de; mayalandır çağdaş bir demokrasiyi.
* * *
Bir de 21. yüzyılın "küreselleşme" süreci var; "ulus-devlet" modelinin aşılmakta olduğu evrensel bir süreç...
Bu evrensel süreçte, ekonomi de; yerellikten evrenselliğe doğru kanat büyütüyor.
O nedenle, tıpkı yoksul yığınların "değişim" istemesi gibi, TÜSiAD da, evrenselliğe açık bir "değişim" istiyor.
* * *
Eski kalıpların ve ezberlerin pabucu dama atılıyor.
Yönetim saltanatlarının yerini, üretim saltanatları almaya başlıyor.
Hazine'den geçinmeli, mesleksiz bürokratik bir oligarşinin, işine gelir mi böyle bir değişim; kendini ne kadar "ilerici" saysa da?
* * *
1866 yılında Girit Adası'nda, Osmanoğulları'na karşı bir isyan baş göstermişti.
Sadrazam Âli Paşa, bizzat Girit'e giderek, adaya "otonomi" tanımıştı.
Ve iç politikada ne olmuştu biliyor musunuz?
Âli Paşa, vatanı satmakla suçlanmıştı.
* * *
Bugünkü Türkiye'de, kutuplaşmalar ve çalkantılar sürüp gider mi; yoksa yönetim saltanatına mıhlanmış oligarşilere karşı, "birey"in ekonomi güvencesiyle hak ve hukukunun korunması süreci; evrensel kriterlere göre benimsenir mi?
* * *
2008 yılının temmuzunu beklemek gerekiyor. Sonra da 2018'in temmuzunu...

çetin altan
Soru: - Siz kürsüye çıkmış nutuk söyler, yahut yaptığınız bir basın toplantısındaki açıklamalarınızdan sonra, gazetecilerin sorularını yanıtlarken; şayet çok sıkışır da tuvalete gitme ihtiyacını duyarsanız; nutkunuzu, yahut sorulara karşı yanıtlarınızı yarıda keser ve tuvalete gidip döndükten sonra mı sürdürürsünüz nutkunuzla yanıtlarınızı; yoksa sıkışsanız da mıkışsanız da, tuvalete gitmenizi erteler misiniz?
* * *
Yanıt:
- Ertelemeye ne evet, ne hayır. Belki evet, belki hayır.
* * *
Yorumlar:
- Tuvalete gitme ihtiyacının, kendisini ne ölçüde zorlayacağına bir imada bulunmak istedi. Onun için de, ne "evet" dedi, ne "hayır",. Çok sıkışırsa kürsüdeki nutku da, gazetecilerin sorularına vereceği yanıtları da, kesebileceğini ve tuvalete gidip döndükten sonra nutkunu, yahut yanıtlarını sürdüreceğini üstü kapalı olarak belirtmek istedi.
* * *
- Bence "ne evet, ne hayır; belki evet, belki hayır" demekle; küçük abdestle büyük abdest arasındaki farkı ima etmek istedi. "Çişim gelirse kendimi tutabilirim, ama büyüğü gelirse tuvalete gitmeden yapamam" demeye getirdi.
* * *
- "Ne evet, ne hayır; belki evet, belki hayır" demekle, nutuk söylerken dinleyici kitlesinin tavrıyla, basın toplantısında gazeteci sorularının kalitesini ima etmek istedi. "Çişimi tutmaya ve dişimi sıkmaya değer mi değmez mi, ona bakarım", demek istedi.
* * *
- Kesin bir yanıt vermemesinin nedeni; altına edip etmemeyi, göze alıp alamayacağını bilmemesinden. Bunu göze alamadığında, tuvalete gidebileceğini ima etmek istedi.
* * *
- Bana sorarsanız, polemiklere neden olmamak için öyle ikircikli bir dil kullandı. "Altıma da ederim lafımı kesmem" gibi, hamasi bir dil kullanmak ve övünmek istemedi.
* * *
- Bana göre, tuvaletin uzaklığını ima etmek istedi. "Uzaksa gitmem, yakınsa gidebilirim" demeye getirdi.
* * *
- Bana göre de, "tepkileri hesap eder, ona göre davranırım" demeye getirdi. Nutku kesip tuvalete gitmeye kalkınca "yuh" çekilecekse, gitmeyeceğini ima etti; herhangi bir tepki olmayacaksa da, gidebileceğini.
* * *
- Dikkat ederseniz "erteleme" sözcüğünün altını çizerek konuştu. Aslında tuvalete gidip gitmeyeceğini yanıtlamadı. "Erteleme" sözcüğünü değerlendirdi. Üst düzey bir devlet adamı, "erteleme" kavramını çok dikkatli kullanır. "Ertelemeye ne evet, ne hayır; belki evet, belki hayır" dedi. Tuvalete gitmek için, kürsüdeki nutkunu, yahut basın toplantısındaki gazeteci sorularına karşı yanıtlarını kesip kesmeyeceğini sormak yerine; "Anayasa'nın çarçabuk sivilleştirilmesi ertelenebilir mi, ertelenemez mi" diye sorulsa, yine aynı yanıtı verirdi, "Ne evet, ne hayır. Belki evet, belki hayır".
* * *
- Ben daha değişik düşünüyorum. Demokrasimizin gelişmişlik ölçüsünü ima ettiğini düşünüyorum. Nutuk söylerken, yahut basın toplantısı yaparken tuvalete gitme ihtiyacı duyduğunda; demokrasi hem milletin, hem bireylerin içine iyice sinmişse, tuvalete rahatça gidebileceğini belirtmek istedi. Yok, demokrasi o kadar gelişmemişse, "dişimi sıkar, tuvalete gitmeyi erteleyebilirim" demek istedi.
* * *
- Bana sorarsanız da, çantasında yedek çamaşırı bulunup bulunmadığını ima etmek istedi. Yedek çamaşırı varsa, neden göze almasın altına kaçırmayı? Ama yoksa; işte, "Ertelemeye ne evet, ne hayır. Belki evet, belki hayır" demesinin gerçek anlamı.
* * *
- Ben çok daha değişik düşünüyorum. Tuvalete gidip gitmeyeceğini dış politikaya bağlamak istedi. "Şayet dış politikada bir gerginlik varsa; çok sıkıştığımız ve neredeyse altımıza edeceğimiz imajını yaratmak istemem, onun için de tuvalete gitmem" demeye getirdi. Ama öyle bir gerginlik yoksa, tabii gidebilir, niye sıksın ki dişini?
* * *
- Benim yorumum ise çok daha başka. Liderin vereceği karara göre hareket edeceğini ima etti. Lideri, kendisi nutuk söylerken sıkıştığında, konuşmasını kesip tuvalete gitmesine ses çıkarmayacaksa, gidebilir. Lider, buna izin vermezse de, zorlana morlana sürdürür konuşmasını.
* * *
- Ben daha başka bir soruyu düşünüyorum. "Nutuk söylerken, yahut basın toplantısı yaparken, tuvalete gitme ihtiyacı duyduğunuzda; tuvalete gidip de mi dönersiniz, yoksa erteler misiniz tuvalete gitmenizi" sorusuna, neden "nutku da, basın toplantısını da daha çabuk keserim" demedi?
* * *
- Herhalde "kendi çıkarı için, sorumluluktan kaçmaya hazır" diye düşünmemeleri için, demedi.
* * *
- Belki de böyle bir yanıt, aklına gelmedi.
* * *
- Bana göre, ortalığı oyalamak ve zaman kazanmak için öyle yorumlara açık konuştu.
* **
- Ben özel olarak sordum kendisine, "niye öyle ikircikli konuştunuz", diye. Şu yanıtı verdi:
"- Yorum yapmaya ve fal bakmaya meraklı olanları, konusuz ve oyuncaksız bırakmamak için; fena mı?

çetin altan
vatan için adlı orhan veli şiirinde geçer,

"neler yapmadık şu vatan için!
kimimiz öldük;
kimimiz nutuk söyledik."
gelecek bir beş yıl daha tehtid edenlerin eline bıraktık. daha ne yapalım. bu kadar kolay tekrar kazanmak bu demokrasi ve laikliği diyerek harcamaya başladık. daha ne yapalım.
Genel anlamda Türkiye'nin boğazına sıkı sıkıya dolanmaya başlayan sorunlara bakarak, hiç enseyi karartmayın.
Bu sorunlar 100 yıl önce de vardı ama, o sıralarda kimse farkında değildi.
* * *
"Uzay çağı", elektronik ve uydularla, küreselleşme sürecinin geliştirdiği şeffaflık; şimdi evlerimizde otururken, ekranlardan orman, köy, fabrika yangınlarını izlememize de olanak sağlıyor; hangi göllerle ırmakların kuruduğunu ve nerelerin su baskınları altında kaldığını izlememize de...
* * *
Bundan 100 yıl önce de Yozgat'ın, yahut Niğde'nin, yahut Iğdır'ın bir köyünde doğanın kaderiyle, Nişantaşı'nda doğanın kaderi aynı değildi; bugün de değil...
* * *
"Vatanı ve milletiyle devletin bölünmez bütünlüğü" ilkesinin kutsallaştırılmış olduğu bir ülkede; Tokat'ın bir köyünde doğmakla, izmir'in Karşıyaka'sında doğmak arasında neden bu kadar büyük bir fark bulunduğu sorgulanabilseydi; Türkiye'nin bugünkü gündemi de, "susuzluk"la, politik söylentiler ve kutuplaşmalar üstünde bu kadar odaklaşmazdı.
* * *
Sorgulanmamışsa sorgulanmamış; bunun için enseyi karartmaya değer mi?
Bu arada bir yığın da eğlenceli haber var. Bunlardan bir tanesi de, Yasemin Bay'ın dünkü Milliyet'in 1'inci sayfasındaki haberiydi ve başlığı da şöyleydi: "Mimar Sinan abartıldı mı?"
* * *
Haber şöyle başlıyordu:
"'Mimarlığın Aktörleri' adlı bir kitap yazan Prof. Dr. Uğur Tanyeli'nden tartışılacak sözler: 'Mimar Sinan'ı 1890'lardan başlayarak muhayyel (hayal ürünü) bir kimlikle inşa ettik. Oysa hakkında bildiklerimiz üç daktilo sayfasını geçmez. O günün olanaklarıyla bu kadar yapıyı bir mimarın bireysel tasarım iradesiyle gerçekleştirmesi mümkün değil."
* * *
Prof. Tanyeli:
- Türk mimarlık tarihini Türk ulusunu var etme çabaları çerçevesinde yazdık. Elimizde malzeme yoktu ve Sinan'ı 1890'lardan başlayarak muhayyel bir kimlikle inşa ettik, diyordu.
* * *
Türk ulusunu var etme çabalarıyla, bir de mimarlık tarihi uydurulmaya kalkıldığında...
2007 yılının 1 Ağustos'unda da, gazete manşetleri şöyle oluyor:
Vatan:
"Kuraklık Türk ekonomisini tehdit ediyor - Tehlikenin farkında mısınız? - Barajların dibi göründü. Havalar böyle devam ederse Türkiye suyun yanı sıra elektrikte de büyük darboğaza girecek. Tarım çoktan darbe yedi, fiyatlar tırmanıyor"
* * *
Posta:
"Susuzluk korkusu"
Hürriyet:
"Su bitecek diye 2000'de uyardık"
* * *
Dünyanın en büyük ordularından birine sahibiz. Bireylerin "yaşam kalitesi" açısından 173 ülke arasında 93'üncü sırada; silah alımları açısından ise dünya sıralamasında, yılda 12 milyar dolarlık silah alımlarıyla, 14'üncü sıradayız.
* * *
Ne var ki, sel baskınları, salgın hastalıklar, kuraklık, deprem gibi doğa afetleri ile; yoksulluk, mesleksizlik, ulusal gelir dağılımındaki uçurumlar türü, yönetim kötürümlükleri, "düşman" düzeyinde bir tehlike sayılmıyor.
Neden sayılmıyor?
Yönetilen yığınlar adam yerine konmadığı için mi, bilemiyorum.
* * *
Osmanlı dönemindeki yenilgilerden hiçbirini, "resmi tarih"lerde kabul etmediğimiz halde; yağmura, kara teslim olmayı çok rahat kabul ediyoruz ve bu tür yenilgilerden gururumuz incinmiyor; tuhaf değil mi?
Bütün bunlar matrakolojik bir fotoğrafı keskinleştirdiğine göre; gülerek dalga geçmek yerine, enseyi niye karartmalı ki?..
* * *
Bir de Ankara'da bol salçalı bir siyaset çorbasıyla, sivil bir Anayasa yapma tartışmaları var...
Kulağımıza şöyle çalındığı kadarıyla; Prof. unvanına da sahip bazı tosuncuklar, Anayasa'nın sivilleştirilmesine karşı çıkıyor ve şöyle demeye getiriyorlar:
- Darbelere selam, oligarşiye devam...
Bir istanbul depremi de, doğrusu öfkelenebilir böyle bir "Anayasa Hukuku" anlayışına...
* * *
Enseyi karartmayın...
Bir hayli sakıncalı, ama bir hayli de eğlenceli bir diyardır bizim ülke...
* * *
Örneğin bir uzman, yahut yazı adamı, kuraklık tehlikesini mi haber veriyor.
Bizim yerli siyasetçi, lafı hemen tıkar ağzına:
- Yok öyle bir tehlike, bütün önlemler alınmış durumda; şom ağızlılık edip halkı paniğe uğratmayalım.
* * *
Başkentte su kesintileri başlayınca da; yerli siyasetçinin söyleyecek lafı yine vardır:
- Milletimizin gücü her sorunun üstesinden gelmeye kadirdir.

- Sorunun üstünde önemle duruyoruz.

- Gereken her şey yapılacaktır.
* * *
Sıra kimin cumhurbaşkanı olması gerektiği sorusuna gelince de; politik yanıtların tefrikası uzar...
- Sözde değil, özde laik biri...
- Sözde demokrat değil, özde demokrat biri...
- Uzlaşmalarla belirlenmiş biri...
- Halkın seçeceği biri...
- Parlamentonun seçeceği biri...
* * *
Ve kulislerde dolaşan söylentiler:
- Ben de aday olabilirim pekâlâ...
- Beni de seçebilirler pekâlâ...
- Beni de...
- Beni de...
- Beni de...
* * *
Enseyi karatmayın...
Mimar Sinan da, "uydurma bir imaj" çıkarsa; düşünün bakalım daha kimler acaba "uydurma bir imaj" çıkacak diye ve kahkahalarla gülerek şükredin:
- Hiç değilse Bitlis'in Yelipis köyünde doğmadım, diye...

çetin altan
(bkz: aslan asker şwayk)
Kuyunun içinden kuyunun görüntüsüyle, kuyunun dışından kuyunun görüntüsü nasıl aynı değilse; Türkiye'nin de, içerideki politikacıların empoze etmeye kalktıkları görüntüsüyle, çağlar üstünden bakıldığında ortaya çıkan görüntüsü aynı değil.
***
Politik demagojilerin ikircilliği, bilimsel bir objektifliği kefenlemeye kalktığında ise; teknolojik aşamalarla değişen çağların dişlileri, asla acımaz demagojilerin yarattığı koşullanmalara ve çiğner geçer hepsini.
***
Türk Ceza Yasası'nın tarihçesine bakıldığında; neden iç politikada Kamu Hukuku Doktrinleri'yle ilgili kavramların, -örneğin "devlet" kavramının, "merkez sağ-merkez sol" kavramlarının- bir saçmalıklar kakofonisine dönüştüğü de anlaşılır.
***
1930'da faşist italyan hukukçusu Alfredo Rocco'nun tezgâhladığı faşist italyan ceza yasası, Türk Ceza Yasası'nın da bel kemiğini oluşturdu.
Zaten, "ekonomi, hukuk ve tarih bilinci"nden yoksun olan yığınların, hangi nedenlerden ötürü yoksulluktan kurtulamadıklarını inceleyip araştırmak; "sınıfı sınıfa düşman etme" suçlamasıyla yasaklandı.
Bu yüzden de, iç siyaset jargonunda sap-saman iyice birbirine karıştı.
***
Oysa tek tanrılı dönemlerin 3 kutsal kitabı Tevrat, incil ve Kuran-ı Kerim de, -değişik bir açıdan bakıldığında- sınıfsallık üstüne kurgulanmıştır.
Hz. isa'nın ünlü sözü de, özetler bu sınıfsallığı:
- Bu dünyada sonuncu olanlar, öteki dünyada birinci olacaklar.
***
Dünyadaki yoksul yığınlar, inançlarının ibadetlerini yerine getirdiklerinde, öldükten sonra zenginlerden çok daha zengin yaşayacaklar.
***
1000 yıl sürmüş olan ortaçağ yoksulluğu, Vatikan'ın egemenliği altındaydı.
Okyanuslara açılımlar sonucu, yoksul yığınların bir bölümü zenginleşmeye başladığında; laikliğin de temelleri atılmaya ve Vatikan'ın egemenliği törpülenmeye başladı.
***
"Emirin demiri keseceğine" inanılsa da; emirle ne yoksulluk kalkar ortadan, ne depremlerle kuraklık felaketi.
Ve ne de yoksul yığınların, öldükten sonra mutlu yaşama umutları.
***
Hazine'den geçinmeli makam sahiplerinin, "devlet" sayılması; resmi bayramlarda frakla silindir şapka giyseler de, tam bir ortaçağ oligarşisiydi.
"Laiklik" ilkesi ise; "kışla" parfümlü egemenliği, "cami" parfümlü bir egemenliğe kaydırmamanın tek sigortasıydı.
***
Yoksul yığınlar, ancak zenginlerin yaşayabileceği kadınlı şampanyalı, danslı balolu üst düzey "burjuva sınıfı" eğlencelerini; "keferelik" olarak görüyor ve kendi inançlarına daha çok dört elle sarılmakta büyük bir teselli buluyorlardı.
***
Faşist italyan ceza yasasının bir çevirisi olan TCK ise; sınıfsallığa dayalı sosyo-ekonomik analizleri yasaklıyordu.
***
Parlamenter düzenlerde, cumhurbaşkanlarını da parlamentoların seçmesi yöntemi, yaygın ve rutin bir yöntemdir.
Türkiye'de, kökleşmiş oligarşik yapı, bu doğal ve rutin yöntemi hazmedemiyor.
"Kışla" parfümlü egemenliğin aşınmaya başlaması, ürkütüyor hem oligarşik yapıyı, hem de artık burjuvalaştığına inanmış kentli hanımları.
***
Tek çözüm ise, "yönetim saltanatı"na karşı, "üretim saltanatı"nın, evrenselleşen ekonomik sermaye ile bütünleşerek güçlenmesi ve "birey"in hakkının; "Kopenhag kriterleri"ne uygun olarak kendi "yönetim saltanatı"nın despotizmine ve sömürüsüne karşı korunması.
***
Son 80 yılda resmi araba ve bakımlarına kaç yüz milyar dolar harcandığıyla; aynı süre içinde, 3800'e çıkan belediyelerdeki itfaiye teşkilatının gelişmesine ne kadar yatırım yapıldığının şeffaflaşması; biliyorum ki, en az bendenizin ömrü içinde gerçekleşmeyecek.
***
Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda demeçler verip nutuklar söyleyenlerin, en çok şeffaflıktan korktuklarını; bendeniz daha 1953 yılında, henüz 25 yaşındayken bizzat yaşamıştım.
***
Kore'ye gönderdiğimiz birliğin standart olduğunu ve eksildikçe tamamlanacağını yazdığım zaman; siyah bir araba ve inzibatlarla Savunma Bakanlığı'na götürülmüş ve o tarihte Savunma Bakanlığı müsteşarı olan bir amiralin karşısına çıkarılmıştım.
***
Amiralin karşısında hazır ol duruyordum. Amiral önündeki kâğıtlardan başını kaldırarak bana:
- Sen Türk müsün, diye sormuştu.
Ben de:
- Evet efendim, demiştim.
Amiral:
- Bir Türk bunu yazmaz, demişti.
***
Bir Türkün neleri yazıp, neleri yazmaması gerektiğini Savunma Bakanlığı müsteşarı amiral biliyordu.
Ve bir soru daha sormuştu bendenize:
- Sen vatanını seviyor musun?
Bendenizin de beyni karıncalanmaya başlamış ve:
- Bizim yaptığımız iş, vatanın bizi sevmesi içindir, demiştim.
***
Sonra da, kendisinin de ingiltere'de okuduğunu söyleyen amiralle dost olmuş ve karşılıklı oturup kahveler içmiştik.
***
Dileyelim de gerginlikler, kutuplaşmalar; maçlarda ve sokaklardaki şiddet eylemleriyle, öfke patlamaları mayna olsun.
Abdullah Gül'e de şimdiden başarılar dileyelim.

çetin altan
Değişik bir açıdan bakıldığında Ankara'daki siyasal tartışmalarla, çekişme ve didişmeler de; Osmanoğulları'nın saray kavgalarını anımsatmakta...
36 padişahtan 14'ünün devrilmesine neden olan saray kavgaları...
* * *
Bir ömür boyu duyduğum kestirme yorum ve sosyal değerlendirmelerin özeti şu tek cümleden ibaretti:
- Şimdi artık çok şey değişti.
* * *
40 yıl kadar önce Kuzguncuk'taki Fethi Paşa Yalısı'nda yakın dostlarım oturduğu için, sık sık giderdim Fethi Paşa Yalısı'na ve yalının arkasındaki Fethi Paşa Korusu'nda da gezindiğimiz zamanlar olurdu.
Ağaçların arasından görünen Boğaz da muhteşemdi, özel yaptırılmış havuzlu su kastakları da...
* * *
Önceki gün de aklımıza esti, Fethi Paşa Korusu'na kadar uzandık.
Artık belediyenin denetimine girmiş olan korunun, tepedeki çay bahçesinde; istanbul'un Fenerbahçe Parkı'ndan görünmeyen "alaturka" kimliğinin sahipleri, demli çaylarını yudumluyorlardı.
* * *
Masalardan birinde, Kuzguncuk'un eski ailelerinden belirli bir yaşa gelmiş istanbullu hanımlar oturuyordu. Kiminin başı açık, bir kaçınınki de türbanlıydı.
Boğaz rüzgârlarının birikimlerinden pınarlaşmış "gıyabi" bir dostluğun, "vicahi"ye dönüşmesiyle; önce selamlaştık, sonra da damıtılmış bir içtenliğin sıcak kibarlığıyla teker teker öpüştük bile...
* * *
Çay bahçesinin öteki masalarında Kuzguncuklu emekli beyler; başörtülü aileler; burun buruna vermiş, taşradan geldikleri belli delikanlılarla başı bağlı genç kızlar oturuyorlardı.
Bahçede sürekli yalnızlıktan yakınan acıklı ve ses kalitesi düşük alaturka şarkılar çalınıyordu.
* * *
Fethi Paşa Korusu'ndan çıkıp, Kuzguncuk'tan Üsküdar'a doğru giderken, Karacaahmet Mezarlığı'nın, yola dönük olarak düzenlenmiş taşlarına bakıyordum.
O taşlar da vaktiyle kim bilir neler konuşmuşlardı?
* * *
Derken kendine özgü bir mahalle adı olan "Duvardibi" ve nasılsa suyu akmakta olan eski Osmanlı çeşmesiyle "Çiçekçi"...
* * *
Çarşamba günleri "pazarı" varmış Çiçekçi'nin...
Ellerinde patates, domates, salatalık ve çeşit çeşit sebzelerle doldurulmuş poşetler taşıyan başörtülü şişmanca hanımlar; yorgun adımlarla ıngılıkış yürümeye çalışıyorlardı.
* * *
Birkaç tanesi de, poşetlerini yanlarına koymuş, mezarlığa karşı çeşmenin yanına oturmuşlardı. Yine çeşme yanına çökmüş birkaç sevimli Çingene kadınıyla ahbaplık ediyorlardı.
* * *
istanbul...
istanbul'un alafranga semtleriyle, alaturka semtleri...
Acaba hangi taraf, hangi tarafı sürekli küçümseyerek, ona hep tepeden baktı?
Bir taraf çağdaşlaşmıştı da, bir taraf çağdışı mı kalmıştı?
* * *
Japonya da 1820'lerde çağdaşlaşmaya özenmişti; Türkiye ise 1839'da Sultan Mecit'in Tanzimat Fermanı'yla...
* * *
Her 2 çağdaşlaşma girişiminin arasındaki fark neydi acaba?
Japonya, "çağdaşlık"ın simgesi olan Batı Avrupa'nın "üretim biçimi"ni taklit etmekle başlamıştı yeni bir evreye ve "tüketim biçimi"ni de yerel bırakmıştı.
Türkiye ise, "tüketim biçimi"ni taklit etmiş ve "üretim biçimi"ni de olduğu gibi bırakmıştı.
* * *
istanbul'un alafranga semtlerinin -gerek Hazine, gerek emlak kaynaklı- ekonomik olanakları, Batı burjuvazisinin "tüketim biçimi"ni taklide yeterli olsa da; alaturka semtlerindeki yoksulluk, böylesi bir taklide olanak sağlayamıyordu.
Onlar da; inançlarına, ibadetlerine sahip çıkarak cennetmekân olmaya çalışıyorlardı.
* * *
Türkiye'nin "çağdaş üretim düzeyi"nden yoksun çağdaşlaşma çabaları, gele gele 2007 yılında nereye gelebildi?
Şuraya gelebildi:
Birleşmiş Milletler insani Kalkınma Endeksi'ne göre 173 ülke arasında, 96'ncı basamağa düşmeye...
Yunanistan ise 24'üncü basamaktaydı ve Türkiye'den 72 basamak daha yukarıdaydı.
* * *
Manisa'da peş peşe çıkan orman yangınları, izmir'in Bornova'sıyla çevresini tehdit ede dursun...
AB'nin 75 Avrupa kentinde yaptırdığı ankete göre istanbul, en güvensiz kent olarak saptana dursun...
Yüzyıllardan beri adam yerine konmamış ezik yığınların, nihayet:
- Biz de varız, demeleri...
Şeffaflaşmayı asla savunmadıkları halde, çağdaş olduklarına inanmış bulunanları kaygılandıra dursun...
* * *
Şayet bir gün, hangi mesleklerin nerelerde ne kazandığını gösteren bir Türkiye haritası yapılırsa...
Örneğin bir dönerci ustası Bağdat Caddesi'nde ne kazanıyor, Viranşehir'de ne kazanıyor?..
Bir demirci ustası Köyceğiz'de ne kazanıyor, Gerede'de ne kazanıyor?..
Bir elektrik teknisyeni Çaldıran'da ne kazanıyor, Çerkezköy'de ne kazanıyor?..
Turistik gemi kaptanları ne kazanıyor, şilep kaptanları ne kazanıyor?..
* * *
Ve bütün bu meslek sahiplerinin kazançları; aynı yöre ve değişik limanlardaki Hazine'den geçinmeli makam sahiplerinin kazançlarıyla kıyaslanırsa...
Belki o zaman, kimden yana olmak "ilericilik", kimden yana olmak "gericilik" olduğu da daha berraklaşır.
* * *
21. yüzyılda ise, üretimi arttıkça artan burjuva enternasyonalizmi; yeryüzündeki 4 milyar yoksulun, kendi "yönetim saltanatçıları" tarafından sömürülmesine karşı.
Yoksullar da, özellikle silah alımlarının azalmasıyla, zenginleşsinler ki; modern teknoloji sayesinde sürekli artan çeşitli üretimlere müşteri olabilsinler...
* * *
Duvardibi'nin başörtülü yaşlıca hanımları da, -onlar bilmeseler bile- bendenizin çocukluğumdan kalma eski dostlarımdılar.
* * *
Önüne gelen:
- Çok şey değişti, çok şey değişti, diye dursun.
Çok şey değişti de, acaba ne hiç değişmedi; saray kavgaları mı?

çetin altan
Önce enseyi karartmayalım.
Binlerce yıldan bu yana ne olmuşsa, başka türlü olamadığından öyle olmuştur, diye değerlendirilmeli.
Buna "Yüz Yıl Savaşları" da dahil, veba salgınları da, Titanik'in batması, Japonya'nın tepesinde patlayan atom bombaları da...
* * *
insanlığın şimdiye dek yaşadığı belalar, bugünkü gözlüklerle baktığımızda, "pekâlâ yaşanmayabilirmiş" gibi de görünse; madem ki yaşanmış, demek ki o gözlükler ya o zamanlar yokmuş, yahut da uyarılar umursanmamış ve bir belalar tefrikası yaşandıkça yaşanmış.
* * *
Türkiye için de durum aynı...
2001'de TBMM'de, "Su ve kuraklık konusunda kurulmuş olan bir komisyon" raporu, gündeme dahi alınmadan rafa kaldırılmış.
Yani efendim, 6 yıl sonra başkentin içine düşeceği kepazelik öngörülememiş.
Şimdi "ah keşke öngörülebilseydi" diye yanıp yakınmanın anlamı yok.
Öngörülememiş işte...
* * *
"Vatanı ve milletiyle devletin bölünmez bütünlüğü" ilkesinin kutsallaştırılmış olması; Konya köylerinde susuzluk çilesi çeken yoksul kadınların, ömürlerinde bir gün olsun Kalamış'ın şıkıdım kafeteryalarında bir bardak çay içebilmelerini sağlamaya yetiyor mu?
* * *
Malatya'nın Pütürgesi'nde doğanlarla, istanbul'un Nişantaşı'nda doğanların yazgısı; daha gözlerini dünyaya açtıkları an, uçurumlarla ayrılmış durumda...
* * *
Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda verilen demeçlerle söylenen nutuklar, şimdiye dek bu uçurumları kapatmaya yetmedi.
Yetmediği için de Türkiye, 20. yüzyılı da ıskaladı ve "gelişmekte olmak"tan, "gelişmiş"liğe terfi edemedi.
* * *
Kalamış, canım Kalamış...
Kalamış Koyu'nda yatlarla kotralar birbirleriyle sarmaş dolaş yatadursun; asfalttaki rögar kapaklarının kıyılarından da, kanalizasyon kokuları yükselmekte...
Hangisi Türkiye'nin simgesi?
Yatlarla kotralar mı, yoksa bok kokuları mı?
* * *
istanbul'un nüfusu henüz 1 milyon bile değilken; Behçet Kemal, bahçesinden deniz bile görünmeyen Todori'nin, -çoğunlukla sanatçıların toplandığı- meyhanesinin de esintisiyle, uzun süre dillerden düşmeyecek bir güfte yazmıştı:

Yok başka bir yerin lütfu ne yazdan, ne de kıştan;
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan.
Yok zerre teselli ne görüşten, ne bakıştan,
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan.

Güfteyi de, Münir Nurettin bestelemişti.
* * *
O tarihlerde de kimsenin aklına, Hazine'den geçinmeli makam sahiplerinin, bütçeyi nasıl kullandıklarını merak etmek yine gelmiyordu.
Tıpkı taşra kasabalarındaki yaşamlarla, istanbul'daki yaşamlar arasındaki uçurumu kapatma sorunu da, kimsenin aklına gelmediği gibi.
* * *
Vaktiyle akla gelmemiş sorunlar kaybolmuyor ki; tam tersine umacılaşa umacılaşa tekrar çıkıveriyor yeni kuşakların karşısına...
* * *
1934 yılında Ankara'da Ulus Meydanı-Bakanlıklar arasındaki bulvarlara çıkmış yalınayak köylüleri, inzibatlar:
- Haydi hemşerim, yan sokaklara sap, buralarda dolaşma, diye; bulvarlardan uzaklaştırırlardı.
* * *
Resmi bayramlarda ise, caddelere kurulan zafer takları üstüne boydan boya gerilmiş bez bantlarda şöyle yazardı:
"Köylü efendimizdir"
* * *
Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak:
- Sonra Bulgar gelir, Yunan gelir...
Gerekçesiyle, karayollarının yapımına karşı çıkardı.
Asıl neden, köylerin kentlere göçünü engellemekti.
* * *
1945'te ismet Paşa, dış politikanın rotasını Washington'a doğru kırdığında; ABD 2 koşulla dikilmişti karşısına:
1- Dış politikaları aynı olma koşuluyla, çok partili döneme geçmek...
2- Karayolları seferberliğini başlatmak...
* * *
Böylece yoksul taşra, batıdaki kentlere doğru akmaya ve kadastrosuz Hazine arazilerini de yağmalamaya ve önce gecekondular dikip, sonra da -yapsatçılar aracılığıyla- gecekonduları beton apartmanlara dönüştürmeye başladı.
* * *
Yeterli bir altyapıdan zaten yoksun olan kentler; kuraklıkla susuzluğa karşı da yeterli önlemler zamanında alınmayınca, başkentin bugünkü kepazeliğine yuvarlandı.
* * *
Hiç enseyi karartmayalım.
21. yüzyılın çarkları, 30-40 yıl içinde öylesine bir değiştirecektir ki, dünyayı da, Türkiye'yi de; nasıl 1930'larda yaşamışlar, bugünkü cep telefonlarıyla TV'leri görseler şaşkınlıktan küçük dillerini yutacaklarsa; bugünkü Ankara'da bok kokuları içinde yaşayanlar da, 2050 yılının Ankara'sını gördüklerinde şaşkınlıktan apışıp kalacaklardır.
* * *
Okyanusları arıtan ve kuraklık sorununu kökünden çözümleyen teknik kuruluşlar devreye girdiğinde...
insanlar, hem yerde otomobil gibi giden, hem gökte helikopter gibi uçan, hem denizde sürat moturu gibi yüzen, yeni özel araçlara sahip olduklarında...
Kentlerde ne trafik sorunu kalır, ne kanalizasyon sorunu, ne kuraklık sorunu.
* * *
Böyle fütürist bir yaklaşıma, Başbakan Tayyip Bey ile cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül ne der bilemiyorum.
Herhalde Kanuni Sultan Süleyman'ın da hafsalası, Uzay Mekiği'ndeki astronotların, 24 saatte "yer" küresi çevresinde 15 kez döneceklerini algılayamazdı.
* * *
Türkiye de daha bir süre, 100 yıl sonra bakıldığında, dudak bükülecek birtakım tatsız gariplikler yaşayabilir.
Ne yaşanacaksa, başka türlüsü yaşanamadığı için yaşanacak...
* * *
Haydi gelin Behçet Kemal'le Münir Nurettin'in, bugün için artık nostaljik sayılan şarkısını mırıldanalım:
Yok başka yerin bir lütfu ne yazdan, ne de kıştan;
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan.
* * *
Bir de şu rögarlardan Ankara kokuları çıkmasaydı...

çetin altan
Annelerinin kucağında miniminicik bebeklerle, onların miniminicik elleri, ayakları ve henüz yeni geldikleri dünyaya hiçbir şeyi algılayamadan bakışları...
Pusetlerinde yan yatmış uyuyan bebekler, yeni yeni yürümeye başlamış bebekler...
* * *
Genç annelerle konuştuğumda; doğal olarak hepsi, çocuklarının mutlu ve başarılı bir hayat sürmesini istiyor.
Bazılarına takılıyorum:
- "Mutluluk"la "başarı" 2 soyut kavram. Ancak tanımlamaları yazılı olarak yapıldığında somutlaşmaya başlarlar. Sizce "mutluluk" nedir, "başarı" nedir?
* * *
Anneler hiç düşünmedikleri bir konuda, hiç duymadıkları bir sorunun acayipliğini; anlamsız bir ukalalık kategorisinin çöplüğüne süpürmek ister gibi:
- Mutluluk mutluluktur işte, başarı da başarı...
Demeye getiriyorlar.
* * *
"Mutluluk", zamanı sevdiğinle süresiz unutabilmektir.
Birinin eli ötekinin belinde, ötekinin eli berikinin omzunda sarmaş dolaş yürüyerek sahil boyunda giden genç kızlarla delikanlıların, umurunda mıdır Ankara'da olup bitenlerle, Kağızman'daki sel felaketinde yıkılan evler ve insanların perişanlığı?
* * *
"Başarı" ise, kendi uğraş alanında artık yalan söylemeye hiçbir ihtiyacı kalmamış bir düzeye ulaşmış olmak...
Örneğin Picasso'nun, yahut Einstein'ın ihtiyacı mı kalmıştı birilerine karşı yalan söylemeye?
* * *
Bebekler ve onları bekleyen hayat serüvenleri...
Rotalar, öncelikle annelerin; meslekleri ve kazançlarını merak etmeleriyle başlar çizilmeye.
Bir transatlantiğin mutfak şefi ne kazanır, bir bahçe ve park düzenleyicisi ne kazanır, bir veteriner ne kazanır?
* * *
Bir de çocukların kendi eğilimleri ve kendilerine, farkına varmadan aldıkları modeller vardır.
Ayrıca unutmamak gerekir ki, yaptığın işten aldığın zevk; o işten kazandığın parayı harcarken alacağın zevkten daha büyükse; geçinmek için cehennem azapları çekmeden yaşamış olursun.
* * *
Türkiye'de ise ölçüler çok daha başka...
Behice Boran, "bekleyenler ve bekletenler" diye 2'ye ayırırdı toplum yapısını...
Bebeklere bakarken içimden hep o ayrım geçer:
- Bekleyenlerden mi olacak, yoksa bekletenlerden mi?
* * *
Bekleyenlerden olursa yandı...
Resmi daire kapılarında bekleyenler, hastane salonlarında bekleyenler, mahkeme koridorlarında bekleyenler, otobüs duraklarında bekleyenler, çalışma saatinin bitmesini bekleyenler, terfi etmeyi bekleyenler, verdikleri randevuya gecikenleri bekleyenler, önemli kişilerin özel kalemlerinde bekleyenler vs...
Bekle Allah bekle dur...
* * *
Bir de bekletenler vardır...
Türkiye'de hiç incelenmemiş bir konudur bekleyenlerin kimler, bekletenlerin kimler olduğu...
Anneler, bebeklerinin mutlu ve başarılı bir yaşam sürmesini dilerlerken; acaba hiç düşünüyorlar mı bekleyenlerle, bekletenlerin kimler olduğunu?
* * *
Bir başka soru da şu:
- Aranan biri mi olacaksın, arayan biri mi?
Başarılı bir avukatla, başarılı bir doktor; sık sık aranan birileridir...
Ya aranmayanlar ve bir gün aranacak biri olmayı umut edenler?
* * *
Kasaba düğünlerinden düğünlerine taşınan taşradaki müzik gruplarının, Köyceğiz'de de yankılanan seslerini duyduğumuzda; Solmaz Kamuran oralarda şarkılar söyleyen kadın solistlerin hayallerini ve dramlarını dillendirir.
Şöyle:
- Unkapanı'ndaki bir arkadaş telefon etti, benim de bir CD'mi yapmayı düşünüyorlarmış...
- ...
- Üstelik biliyorlar da benim bir şey istemeyeceğimi, benim için sanatım önemli...
- ...
- Yarın akşam Ortaca'daki düğüne mi gidiyoruz? Oralardaki otellerde de çok sivrisinek var...
- ...
- Bana daha önce de bir CD için teklif yaptılar ama, repertuarda anlaşamadık.
- ...
- Sirkeci'den de bir arkadaş telefon etti, yakında sana bir müjdem var, dedi; istanbul'daki sahnelerde solist olmaya davet edecekler herhalde...
* * *
Dün Gölcük depreminin 8'inci yıldönümüydü.
8 yıl önceki büyük depremde, ne kaç bin kişinin ölmüş olduğu netleşmişti; ne her an yıkılma sakıncası taşıyan yapılarda oturup oturmama sorunu; ne de prefabrik evlerdeki yaşam sorunu.
* * *
iTÜ Maden Fakültesi öğretim üyesi Prof. Naci Görür ise, yaklaşmakta olan büyük bir istanbul depremine karşı; yönetenlerin de, yönetilenlerin de vurdumduymazlığına isyan ediyordu:
- istanbul'daki devlet hastanelerinin depreme dayanıklı bir duruma getirilmesi için 190 yıla ihtiyaç olduğu söyleniyor, resmi okulların ise 31 yıla...
Ve ekliyordu:
- Türkiye bir istanbul depreminin altından kalkamaz.
* * *
Kerpiç ve tezek odalarda çekilen çilelerden üremiş kuşaklar; sakıncalı da olsa, kapağı beton yapılara attıklarında umursarlar mı depremi mepremi?
Sarıkamış'ta, kaputsuz, postalsız eksi 20 derecede donup gitmiş 93 bin kişinin, hesabını mı sordu kimse?
* * *
Ankara'nın sorunu ise, yine türban sorunu...
Hadi şakacıktan bir fiştek de biz atalım:
- Hazine'den geçinmeli makam sahipleri arasında anneleriyle, büyükanneleri başörtülü olanların işlerine nihayet verilecekmiş... Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda devletin çağdaşlık imajını, aile fotoğrafları bozduğu için...
* * *
Anneler ve bebekler ve bir de istanbul depremi...
Ah ah, bilmem ki ne yapsak?

çetin altan
Başkentin, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusundaki alafrangalığı; resmi protokollerde türbanlı hanımların görüntüsüyle bozulacak, diye; idam sehpalarını imaya kadar uzanan fırtınalı kaygılar yaşanırken...
Aaa bir de baktık ki, başkentin alafrangalığı; dağa kaldırılmış bir bakirenin ırzına geçilircesine, bozuluvermiş...
* * *
Bir yanda suyu kesilmiş hastanelerle okullar; bir yanda kapatılmış büyükelçilikler; bir yanda ellerinde boş bidonlarla su bulmaya çalışan perişan insanlar ve bir yanda da patlayan su borularıyla sel baskınına uğrayan evler ve çarşılar...
Kanalizasyon kokuları da cabası...
Alafranga bir çağdaşlık imajına hiç benzemeyen bir manzara.
* * *
Başkentin bozulmuş alafrangalığına bir dikiş mi attırsak, ne yapsak; bilmem ki?
Belki de en iyi çare; Hazine'den geçinmeli makam sahiplerinin toplanıp, eski bir marşı, -biraz da değiştirip tazeleyerek- hep bir ağızdan okumaları:
Ankara Ankara güzel Ankara,
Ne mucize sende su bulanlara.
Sana sevdalıdır yurttaşlarımız,
Ziyan zebil olup düşse de dara.
* * *
Sevgili ve değerli dost Can Dündar'ın, Milliyet'teki dünkü yazısının başlığı, "Yeni başlayanlar için izahlı darbeler tarihi" idi.
Oldum bittim bendenize de, özelikle yüzeysellikten kurtulmak isteyen genç tanışlar sorup dururlar:
- Ne okuyalım, diye...
* * *
Bu arada politikaya atılmak isteyenlerin sayısı da her gün biraz daha arttığına ve son genel seçimlerde aday adaylarının sayısı neredeyse 20 bini bulduğuna göre; dünya tarihinde "politika"nın ne olup ne olmadığını değerlendirmek isteyenlere -Ankara'daki taze milletvekilleri de dahil- naçizane bir kitap önereyim ben de:
Vaktiyle Milliyet Yayınları'ndan çıkan ve Nurdoğan Taçalan'la Turgut Etingü'nün başkanlığında bir kurulca derlenip düzenlenmiş olan, "ilk çağlardan günümüze kadar Suikastler ve Ayaklanmalar Tarihi".
* * *
Bir de küçük bir pasaj aktaralım o kitaptan:
"Genç Osman
Seksen yıl kadar önce, tarihçi ve 'Türkçü' Necip Asım Bey, henüz basılmamış olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin Genç Osman olayını bütün ayrıntıları ve iğrençlikleriyle anlatan bir sayfasını yırtıp yok etmişti. Bu davranışını kınayanlara da Necip Asım Bey şu karşılığı vermişti:
- Tarihimiz için bu sayfa kara bir lekedir; bunu gelecek kuşaklara göstermek doğru olmadığından yırttım!"
* * *
Bir ülke düşünün ki, biri kalkıyor; genç kuşakların neyi öğrenip, neyi öğrenmemesi gerektiğine karar vererek, tarihsel belgeleri yok edebiliyor.
* * *
Sonuç; yapay, yamuk, çarpıtılmış "resmi tarih" ile beyni buzlandırılmış genç kuşaklar ve türbanlı hanım görüntülerinden önce, bok kokularıyla alafrangalığının ırzına geçilmiş bir başkent.
* * *
Ha evet, bir de yaklaşmakta olan bir istanbul depremine karşı, yönetileni ve yönetenleriyle genel bir vurdumduymazlıktan yakınan bilim adamlarının isyanı var...
Besbelli ki yine ne olacaksa olacak ve yine acıklı dramlar yaşanacak.
Eh ne yapalım, yaşanacaksa yaşanacak.
* * *
Nasreddin Hoca'ya sormuşlar:
- Hoca, sen bu durumlara ne diyorsun?
Nasreddin Hoca:
- Ya tutarsa diye yoğurt mayası çaldığım Akşehir Gölü de kuruduktan sonra, benim de söyleyecek bir sözüm kalmadı, demiş.
* * *
Bu da kızım Zeynep Bakan'dan bir fıkra:
2 kadın öldükten sonra öteki dünyada buluşmuşlar.
Biri ötekine sormuş:
- Sen neden öldün?
Öteki de:
- Ben mi neden öldüm, demiş; kocamın beni aldattığı kuşkusuna düştüm ve "anneme gece yatısına gidiyorum" diye evden ayrıldıktan sonra, ansızın geri döndüm. Baktım, kocam oturmuş televizyon izliyor. Ama içimdeki kuşku sönmedi. Her yeri aradım taradım; dolapların içine, kanepelerin, karyolanın altlarına, balkonlara, kapıların arkasına defalarca baktım durdum. O kadar gerilmişim ki, sonunda bir kalp kriziyle geldik işte buraya. Peki sen neden öldün?
ikinci kadın da:
- Ben de, demiş; donarak öldüm. Şayet sen, bir de buzdolabına baksaydın, ikimiz de ölmeyecektik.
* * *
Önce dostluklarını ilan eden, sonra da aldattıkları iddiasıyla sövüşüp kayboluveren siyasetçilerimiz; bilmem alınırlar mı bu fıkradan?
* * *
Adamın biri, bir balonla uçarken rüzgara tutulmuş ve bir hayli uçtuktan sonra, zor bela bir tarlaya inmiş.
Tarlada çift süren bir köylü varmış. Balonla yere inen adam, bağırarak çiftçiye sormuş:
- Ben neredeyim?
Çiftçi, şöyle bir bakmış adama ve:
- Bir balonun içindesin, demiş.
* * *
isterlerse yönetilenlerimiz de alınabilirler bu fıkradan, yöneticilerimiz de...
* * *
Sabahattin Kudret'ten bir şiirle bitirelim yazıyı:

Konuk
Tüm inancını yitirmiş, kalkmış
Gelmiş kim bilir nereden; suskun
Eli ayağı, gözbebekleri...
Konuğu çıplak dört duvarımın,
Parıldar kılıç gibi gecede.

çetin altan
(bkz: mülayim bu ne)
kimimiz nutuk soyledik,
kimimiz olduk...
Tek yumrum olamadık .. Bölündük her kez ayrı bir tarafa gitti sonuç köprüden son çıkış kaçırdık şuan istemediğimiz bir iktadarda yaşamaya mecbur ettik kendimizi .. Biz burda türbanlı kız rock dinlermi diye tartışırken .. onlar çoktan yola çıkıp başa geçtiler.. biz hala düşünelim nasıl oldu diye ...
''atatürk'ten sonra neler yaptık?'' sorusunu akıllara getiren cümle.
Türkçede en çok kullanılan fiillerden biri, belki de birincisi "çekmek" fiili...
Kürek çekmek'ten kapıyı çekmek'e; fotoğraf çekmek'ten burnunu çekmek'e; rest çekmek'ten başa geleni çekmek'e; içini çekmek'ten bayrak çekmek'e; telgraf çekmek'ten cezasını çekmek'e; çile çekmek'ten tespih çekmek'e kadar vs...
***
Bir de "çektirmek" fiili var; kendisi çekmiyor ama başkasına çektiriyor.
Eski zaman kadırgalarında kaptanların, kürek cezasına çarptırılmış, ayakları zincirli forsalara kürek çektirmesi gibi.
***
Kocasının evine gelin gitmiş tazelere; yabancılık da duydukları bir ortamda, her türlü küçümsemeyi ve hatta azarı mubah gören kaynanaların çektirdikleri eziyetler...
Ve gelinlerin kapandıkları odalarda, gözyaşları içinde ettikleri beddualar:
- Bana çok çektirdin, Allah da sana çektirsin.
***
Türkçe dilindeki fiil çekimlerinde, bir de "müşareket" hali vardır; iştirak edilmiş, katılınmış ortak bir hareketi anlatma anlamında.
Baktı, baktım, bakıştık; güldü, güldüm, gülüştük; çaldı, çaldım, çalıştık gibi...
***
"Çekişmek" de, "çekmek" fiilinin müşareket hali.
Halat çekişme yarısında; halatın bir ucundan biri, öteki ucundan bir başkası tutar ve var gücüyle çekmeye başlar. Hangi tarafın hangi tarafa, öne doğru bir adım attıracağı izlenir. Bu bir "halat çekişmesi"dir.
***
Siyasal tarih de, bir çekişmeler filmidir. Onun için de, böyle bir çekişmeye giren siyasetçiler sık sık:
- Benim 2 gömleğim var; biri bayramlık, öteki idamlık, der dururlar.
Çekişmede galip gelirlerse bayramlık gömlek, kaybederlerse idamlık gömlek...
***
Ne yazık ki Türkiye, kendi gerçek tarihiyle objektif bir biçimde yüz yüze gelmeyi bir türlü göze alamıyor.
Ve biraz da o yüzden eski çekişmeler, tekrarlanıp duruyor.
***
Örneğin 1924'te Türkiye Cumhuriyet vatandaşlığından çıkarılmış ve Türkiye'de oturması da, Türkiye'ye girmesi de yasaklanmış "150 kişilik bir liste" vardır.
***
Kimler yoktur ki o listede; birkaçını sayalım:
Şeyhülislam Mustafa Sabri
Şura-yı Devlet Reisi ve ünlü şair Rıza Tevfik
Hürriyet ve itilaf Fırkası önderi emekli Miralay Sadık
Aydede gazetesi sahibi Refik Halit
Alemdar gazetesi yazarı Ref'i Cevat
Nedense son Osmanlı Padişahı VI. Mehmet Vahdettin'le, Sadrazam Damat Ferit Paşa o listenin dışında tutulmuşlardı.
***
150'likler, siyasal bir çekişmede okkanın altına gitmiş olanlardı.
1938'de kabul edilen bir af yasasıyla bağışlandıktan sonra, sağ kalmış olanlar Türkiye'ye geldiklerinde; Refik Halit gibi yazarlar dahi ne herhangi bir açıklamaya giriştiler, ne de başlarından geçenleri anlatmaya...
***
Son 80 yıl içinde suçlanıp kelepçelenmiş ozan, yazar, düşünür, ressam, müzisyenler hakkında, Nebil Özgentürk'ün CNN-Türk'te birkaç kez yayımlanmış belgeseline de pek değinen olmadı; kim bilir neden?
***
Çekmek, çektirmek ve çekişmek...
Kimler neler çekti, kimler kimlere neler çektirdi ve kimler kimlerle çekişmede?
Politik hayatımızdaki çilekeşler filminin tümü ele alınmadıkça; Türkiye'deki kutuplaşma curcunasını bir imbikten geçirerek, 21. yüzyıl küreselleşmesine merdiven dayama olanağı da bulunmayacaktır.
Ne yazık ki, bu kasıtlı ihmalin de bedelini yine genç kuşaklar ödeyecek.
***
Bir yandan da her yerde kendi boyutlarında pıtıraklaşan çekişmeler, bir öfke yoğunlaşmasını kanıtlamada...
Van'ın bir köyünde bir muhtar, baston gibi kullandığı şemsiyesiyle köylülere saldırıyor, köylüler de muhtara ve jandarma havaya ateş açıyor...
Maçlarda çıkan kavgalar, ikide bir belediye otobüslerinin yakılması, sokak arası cinayetleri, italyan pilavı didişmeleri, trafik kazalarında ölenlerin sayısının günde 64'ü bulması...
Ve Ankara'da "kodum mu oturturum" üslubundaki polemikler...
***
Kimler neler çekti, kimler kimlere neler çektirdi ve sürüp duran çekişmelerin hedeflediği amaçlar ne?
Keşke istiklal Mahkemeleri'nin dosyaları da, gündeme getirilip, yeniden tartışmaya açılsa...
Genç kuşaklar da öğrenseler Maliye Nazırı Cavit Bey'in neden idam edildiğini ve Hüseyin Cahit'in, "Küçük Ali, Kel Ali, Kılıç Ali"den oluşan mahkemeye çıkarıldığında, neden:
- Sizin gibi hâkim olmaktansa, böyle maznun (sanık) olmayı tercih ederim, dediğini.
***
Bir gün Hüseyin Cahit'le Karpiç'te baş başa yemek yerken, kendisine:
- istiklal Mahkemesi'nde o sözü söylerken korkmadınız mı, diye sormuştum.
Şu yanıtı vermişti:
- Korkmaz olur muyum, elbet de korktum. Ama baktım ki adamlar beni nasıl olsa asacaklar, bari gerekeni söyleyeyim, dedim.
O tarihlerde Ulus gazetesinde Hüseyin Cahit başyazılar, bendeniz de küçük fıkralar yazıyorduk.
Ve Hüseyin Cahit'in 80'inde bir kez daha cezaevini boylayacağını bilmiyorduk.
***
Bir gün de ismet Paşa'ya:
- Cavit Bey'i niye astınız, diye sormuştum.
Yanıtı şu olmuştu:
- Ben kendisini çok ikaz ettim; siyasetten çekil, bir çiftlik al asude bir hayat yaşa diye. Beni dinlemedi, arkadaşlar ona ceza yaptılar, astılar.
* * *
Türkiye'nin de, altından üstünden akıp giden politik ırmaklara, Doç. Dr. Hasan Bülent Kahraman'ın gözlükleriyle bakabilenler o kadar az ki...
insan ister istemez içini çekiyor.
***
Babıali tarihinde incelenecek ayrı bir portre olan Reşit Halit'in, o dönemlerdeki yazarlardan çarpıcı cümleler topladığı ünlü defterine, -aklımda kaldığı kadarıyla- Mahmut Yesari de şöyle yazmıştı:
- Kafamdan çektiğimi, düşmanlarımdan çekmedim, ne yapmalı ki kafasız da yaşanmıyor.

çetin altan
bi b.k yapamadık henüz.

dekadans
21. yüzyıl küreselleşmesinin somut bir kanıtı daha; "devlet" kavramının çağdaş bir tanımlaması ve iç politikadaki azgın kutuplaşmaların üst düzey bir senteziyle değilse bile; en azından istanbul'un yarısını süsleyiveren sevimli inek heykelleriyle geldi.
***
Yeryüzündeki ülkelerin, yaratıcı bir birikime dayalı özellikleriyle kısırlıkları; ilk bakışta "heykelli ülkeler" ve "heykelsiz ülkeler" olarak da 2'ye ayrılabilir.
Tek heykelli ülkelerin durumu ise, üstünde doktora tezleri yapılmasını gerektiren ayrı bir konu.
***
Teşvikiye'de, elindeki laptop çantasıyla şıkıdım genç bir kıza dönüştürülmüş, bir inek heykeli...
Abdi ipekçi Caddesi'nin önündeki parkın yeşil adacıklardan birinin üstünde, yere uzanmış ve bilgisayarına yoğunlaşmış bir inek heykeli daha...
Onun biraz ötesinde bir banyo küveti içinde, sırt üstü yatmış bir başka inek heykeli...
***
isviçre kökenli dahiyane bir buluşun, istanbul'a da yansıması bu inek heykelleri...
Daha önce dünyadaki 54 megapolde de, yerel sanatçıların verdikleri değişik anlamlarla sergilenmiş olan evrensel inek heykelleri zinciri...
Şişli Belediyesi'nin girişimiyle, nihayet istanbul da katılmış sanat ve esprinin evrensel kervanına.
***
inek heykelleri, herhangi bir anlamla yüklenmeden bazıları "ayakta", bazıları "yere uzanmış", bazıları "otlarken", çıplak olarak 3 değişik pozda gönderiliyor New York gibi, Paris gibi, Londra gibi megapollere.
Yerel sanatçılar bu heykelleri, kendilerine göre boyuyor, süslüyor ve onlara esprili bir görüntü yüklüyorlar.
***
inek heykellerinin sergilenme dönemi bitince, hepsi mezata çıkarılıyor ve sağlanan kazanç, çeşitli dallarda halk yardımına odaklanmış sivil toplum örgütleri arasında bölüşülüyor.
Alıcı bulamamış inek heykelleri de, belediyelerin parklarına konuyor.
Çıplak inek heykellerini gönderen merkez ise, yüzde 15'lik bir pay alıyor mezatlardan.
***
insanlığın şah damarı, artık modası da geçmeye başlayan politikada değil; edebiyatta, resimde, heykelde, mimaride, müzikte, fotoğrafta, sinemada ve bilim dallarında atar.
***
Türkiye'den de, evrensel bir "varoluş"un ortak bahçelerine katılanlar olmuştur; Nâzım Hikmet'ten Orhan Pamuk'a, ilhan Koman'dan Cahit Arf'a, Leyla Gencer'den Fazıl Say'a kadar...
Ne çare ki Türkiye'de "değerliler" hiçbir zaman "önemli" olamadı; "önemliler"in de "değerli" olamadığı gibi...
Belki de bu garip çapraz, bir istanbul depreminden sonra kavuşacak kendi gerçek dengesine, kim bilir?
***
Trafik işaretlerinin şakacı bir uzantısıyla, "dikkat, inek çıkabilir" yaftalarının az ötesinde sevimli bir inek heykeliyle karşılaşmanın tadı ve sanatçılarımızın yarattığı zekâ kıvılcımlı buluşlar...
***
Bendenizin Köyceğiz'e karşı duyduğum tutku içinde, komşumuz Zennur bacının inekleri, koyunları, keçileri, buzağıları, kuzuları, oğlakları da vardır.
Göle doğru yürürken, sağda solda otlayıp duran ineklere, "mööö" diye bağırarak selamlaşırım onlarla.
***
Akşam saatlerinde ise inekler, memelerinde ağırlaşan sütlerle acı çektiklerinden; bir an önce ağılların dönerek sağılmak için bağırmaya başlarlar.
Sonra da uzun bir iple bağlı oldukları kazıklardan kurtulunca, öyle bir koşmaya başlarlar ki ağıllarına doğru...
***
Sütleri, etleri, derileri, boynuzlarıyla her şeylerini insan dünyasına vakfetmiş olan inekler...
Onları küçümseyip, bir küfür olarak da kullanmanın nankörlüğüne; heykellerini tüm yeryüzü megapollerinde sergilemek, güzel bir yanıt oldu doğrusu...
***
Solmaz soruyordu:
- Sana da çıplak bir inek heykeli verseler, onu nasıl bir anlam içinde değerlendirirdin, diye...
Frak ve silindir şapka gibi ayrıntılara girmeden:
- Kürsüden nutuk söyleyen bir politikacı olarak, dedim.
Solmaz:
- Politikacılar kuşaklar boyu, inekler kadar yararlı olabildiler mi ki insanlığa, dedi ve ekledi:
- inekler de alınabilirler bundan.
***
TBMM'de cumhurbaşkanlığı seçiminin 2'nci turu bugün.
Haydi hayırlısı diyelim, ne diyelim.
***
Megalomanyaklar koleksiyonuna benzeyen, çeşit çeşit höthötçü'nün, urganlı sehpalı tatsız bulamaçlarından uzaklaşarak; gelin bir inek fıkrasının gülücüğünü paylaşalım birazda.
***
Gündüz boyu rakıyı biraz fazlaca kaçırmış olan bir köylü, akşam otlaktan dönen ineğini sağmaya kalktığında ne yaptığını bilemez bir hale düşmüş...
Kah sağa eğiliyor kah sola eğiliyor, ineğin memelerini bir tutuyor bir bırakıyor, bir türlü ineği sağamıyormuş.
Sonunda inek:
- Hiç değilse, demiş; şu memelerimi tek tek al avucunun içine. Ben düzenli zıplayarak, yardım edebilirim sana şayet istersen.
***
Öyle olur bazen, düzenli zıplamak gerekir sağılmak için...

çetin altan
Yüksek izninizle önce biraz dertleşmeye çalışacağım. Dün sabah saat 6.55'te Göztepe'de elektrikler kesiliverdi.
Tam o sırada NTV kanalında Oğuz Haksever'in tekrarlanan bir programı vardı ve ekranda Atatürk'ün bir fotoğrafı görünüyordu.
Atatürk bir kolon salıncağının üstünde ayakta, golf pantolonu, düğmeli uzun ceketi, kravatı ve kasketiyle gülerek kolon vuruyor gibiydi. Çevresinde de, kaçının başının kapalı olduğunu saptayamadığım bir yığın hanım toplanmıştı.
* * *
Her sabah olduğu gibi gazetelerin gelmesini bekliyordum ve bu bekleyişi -moda deyimle- vurgulamak için de; sokak kapısının dış tokmağı üstüne, kapıcıya hitaben yazılmış "zili çal" kartonunu yerleştirmek üzereydim.
* * *
O saatlerde evin içi henüz loş olduğundan, antrenin elektriğini yakmak istedim. Elektrik yanmadı. Önce çok eskidiği için yeni değiştirilmiş olan elektrik mandalının iyi bağlanmamış olduğunu, sonra da ampulün miyadını doldurmuş olabileceğini düşündüm.
Meğer elektrikler kesilmiş.
* * *
Çalıştığım odanın elektrikleri de sönmüştü, kliması da durmuştu, üstünde sabah çayının demlenmekte olduğu elektrikli çaydanlık da devre dışı kalmıştı.
* * *
Acaba ne kadar sürecekti bu elektrik kesintisi?
"Devlet" kavramının çağdaş bir tanımlamasının dahi yapılamadığı ve MGK'dan "devletin zirvesi" diye söz edildiği bir ülkede, elbet de her türlü aksaklık doğaldı.
* * *
Ama bendeniz yerden 50 metre yükseklikteki bir dairedeydim ve asansörler de stop ettiğinden, -225 basamaklı merdiveni inemeyeceğim için- daha güne başlarken evde mahpus kalmıştım.
* * *
Enseyi karartmamak gerekiyordu.
Termometrenin 28.5 dereceyi gösterdiği loş bir odada da, yazabilirdim yazıyı. Gerçi gazetelerin ne manşetlerini, ne haberlerini, ne yazılarını görmüştüm ama, olsun.
* * *
Zaten dost bir barmenin özel olarak yaptığı alkolsüz bir meyve suyu kokteylini anlatmayı düşünüyordum.
içine azıcık da şarap konulan bir italyan pilavının dahi, olmadık polemikler yarattığı Türkiye'de; vatanıma, milletime, devletime, halkıma, bayrağıma, tarihime, dinime, diyanetime layık olabilmenin bir çaresi de; Çamlıca tepesindeki çay bahçesinde arkalıksız alçak hasır sandalyelerde oturan dostlarla; Kalamış Marina'sının iskelesi yanındaki terasta güneşlikler altında oturan dostların, hiç değilse görünüşlerini buluşturmaktı.
* * *
Bu da, şık bardaklarda, bir kıyısına 4-5 siyah üzümlü bir salkımcığın süs olarak konduğu, çift pipetli alkolsüz meyve suyu kokteylleriyle sağlanabilirdi.
* * *
Bir kez cümle alem inanmıştı, "devlet"in Ağrı Dağı gibi bir zirvesi, yamaçları ve etekleri olduğuna...
Hazine'den geçinmeli atanmış, üst düzey kamu görevlileri de zirvedeydi, seçilerek parlamentoya girmiş ve "yürütme erki"ne katılmış birkaç makam sahibi de...
* * *
Acaba "devlet"in yamaçlarıyla eteklerini oluşturanlar kimlerdi?
Valiler, emniyet müdürleri yamaçlarda; kaymakamlar, emniyet amirleri ve komiser muavinleri de eteklerde miydi?
* * *
Bir de belediye başkanları vardı. Onlar "devlet"in ne zirvesinde, ne yamaçlarında, ne eteklerinde görünüyorlardı.
Belediye başkanları, "devlet"in neresindeydiler acaba?
* * *
Bütün bu "entel" takılmalara boş verip, alkolsüz meyve suyu kokteylinin formülü üstünde durmak en iyisiydi. Üstelik alkollü olarak da içebilirdi isteyen. TCK'nın 301'inci maddesi, her ikisini de suç saymıyordu.
* * *
TCK'nın 301'inci maddesi, tanımlaması bir türlü yapılamayan "devlet"in, "aşağılanıp aşağılanmadığını" kerterize almıştı.
Örneğin "Bu ne biçim devlet" sorusu, sakıncalı bir soruydu.
Bir "eleştiri" olarak değil de, bir "aşağılama" olarak da yorumlanabilirdi.
* * *
Meyve suyu kokteyli, ananasla portakal suyu ve fındık şurubu karışımından oluşuyordu; içine birkaç küçük dilim limon ve portakal kabuğu da atılarak...
* * *
Çamlıca tepesinde, arkalıksız alçak hasır iskemlelerde oturan dostlar da; şık bardaklarda, kıyısı küçük bir salkım kara üzümle süslenmiş, alkolsüz meyve suyu kokteylini çift pipetle içmeye başlasalar; Kalamış marinasının teraslarındakilerle aralarında, görüntü olarak pek bir fark kalmazdı.
Bir hayli burjuvalaşmış gibi olurlardı.
* * *
Neyse elektrikler 7.15'te geldi. Elektrikler yandı, çay yeniden demlenmeye başladı, klima çalıştı.
Kapıcı da getirdi gazeteleri.
Ve bendeniz saat 8.10'da geçtim bizim pancar motorunun başına...
60 yılı aşkın bir süredir böyle bu.
* * *
"Devlet" kavramının çağdaş bir tanımlaması bir türlü yapılamamış olsa da; en azından istanbul'un alaturka semtlerindeki çay bahçelerinde, alkolsüz meyve suyu kokteylinin yaygınlaşacağına dair umudum bir hayli.
* * *
Ne hangi padişahların, hangi ırktan gelmiş annelerin çocukları olduğuyla ilgileniyorum; ne Nef'i'nin:
Türk'e hak çeşme-i irfanı haram etmiştir
mısraıyla; ne de sağır kulaklardan usanmış bir Osmanlı şairinin:
Yok ise nağmeni takdir edecek guş (kulak)
israf-ı nefes eyleme tebdili mekan et
diye usanmışlığını seslendirmesiyle.
* * *
Sıcak bir cumartesi gününde, şöyle iyice serin alkollü - alkolsüz bir meyve suyu kokteyli; ajans haberlerinden fışkıran öfke ve şapşallık kokteyllerine bin basar...
* * *
Bilemiyorum, hangisini yeğleyenlere ne demeli?..
Hadi hepsine birden:
- Afiyet olsun!

cetin altan
çoğumuz ihanet ettik. vatanı peşkeş çekenlere çanak tutar olduk.
(bkz: biz bu vatanı karşılıksız sevdik)
güncel Önemli Başlıklar