bugün

tanım yapmak gerekirse, bir çok kaynakta, hayatı anlatılırken ağırlıklı olarak edebi kişiliğinden bahsedilen nazım hikmet' in hayatının kısa hikayecikler ile birlikte sunumunu içerir.

bu yazıyı özünde kendim için hazırlamıştım fakat nazım hikmet'i okumamış veya klasik hayat hikayesini okurken sıkılmış olanlara sadece onu okumuş olanların bilebileceği aşklarını, şiirlerini ve bunların hikayelerini birlikte ve zevkle okuma şansı tanıyacağımı düşünüyorum. mümkünse keyifli okumalar.*

--

Osmanlı Hariciyesinde çeşitli memurluklarda ve Matbuat Müdürlüğü yapan Hikmet Bey ve ilk kadın ressamlarımız arasında anılan Celile Hanımın oğlu olan “Nazım Hikmet” 15 Ocak 1902 Selanik doğumludur.

Piyano çalmak, resim yapmak gibi sanatsal aktivitelerde bulunan Celile Hanımın ve bir Mevlevi şairi olan büyükbabasının ışığı altında büyürken on bir yaşında, ilk şiiri olan Feryad-ı Vatan’ı yazar. Ayrıca, değinmekte yarar var ki, Nazım Hikmet bu dönemlerde Nüzhet adındaki kızla ilk çocukluk aşkını yaşamaktadır.

Bahariye Mektebi’ne devam ettiği sıralarda(on altı yaşında) ilk kez bir şiiri yayınlanır. Bu Yeni Mecmua’ da “Hala Servilerde Ağlıyorlar mı?” başlığıyla lanse edilir.

Bahriye Mektebi’ni bitirmek üzereyken sağlık sorunları ve beraberinde çeşitli sorunlar nedeniyle okuldan ayrılarak Vala Nurettin, Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz ile birlikte işgal altındaki istanbul’u terk ederek Anadolu’ya geçmek üzere yola çıkarlar. Fakat inebolu’dayken Ankara Hükümeti tarafından “seciyesiz” damgasını yiyen Faruk Nafiz ve Yusuf Ziya istanbul’a iade edilirlerken Halide Edip ve eşi Adnan Bey’in de katkılarıyla Nazım ve Vala Ankara’ya kabul edilirler. Ayrıca Nazım Hikmet “Marksizm” ve “sosyalizm” fikirleri ile ilk kez inebolu’da bulunduğu sıralarda kendilerine “Spartakistler” denilen grup vasıtasıyla tanışmıştır.

inebolu’dan Ankara’ya olan yolculukları dokuz gün sürmüş, iki arkadaş Anadolu’nun gerçekleriyle ilk kez bu denli yüzleşmişlerdir.

Milli Mücadele’ye katılmak üzere Ankara’da hazır bulunan iki arkadaş, Nazım Hikmet’in, Ali Fuat Paşa’nın babası ismet Fazıl Paşa ile olan akrabalığı sayesinde, Mustafa Kemal’in huzuruna çıkma şansı bulur. Daha sonrasında, Nazım Hikmet bu karşılaşmayı, Orhan Karaveli’ye uzunca anlatır.(*) Bu konuşmanın içeriği özetle şöyledir:

“Mustafa Kemal, kendisine takdim edilen ve şiir yazdıklarını öğrendiği bu gençlere ilgi gösterir. Anadolu’ya geçtikleri için tebrik eder ve onlara, bazılarının yazdığı gibi gayesiz şiirler değil, maksatlı şiirler yazmalarını nasihat eder. Fakat sonraları Nazım Hikmet, eserlerinde bu görüşmeden pek söz etmez.”

ilerleyen zamanlarda Nazım ve Vala kendilerine uygun görülecek görevleri beklerlerken içlerinde bulundukları durum Vala’nın tasviriyle tam da şöyleydi: “inançlarımızda büyük bir deprem oluyordu. Manevi bir sarsıntı geçiriyorduk. iki kutup arasında bocalamaktaydık. Spartakistler’ in aşıladığı sosyalist fikirler ve o güne kadar kişiliğimizi yoğurmuş bulunun milliyetçi fikirler arasında.” Bu imkan ve şerait içinde Nazım, teyze oğluna cepheye gitmek istediği konusunda ısrarcı olmasına karşın, kendisi Türkçe öğretmeni, Vala ise Fransızca öğretmeni olarak Bolu’ya atanırlar.

Bolu’ya gelen iki arkadaş bir eve yerleşip öğretmenlik vazifesine başlarlar. Rutin hayat içeresinde günün çoğu kısmını kitap okumaya ayırırlarken, hisleri ve düşünceleri günbegün “bir şeyler yapmalı” ekseninde kesişmeye başlar. Anadolu mücadelesinde(devriminde) etkin rol oynama istekleri de bir türlü yerine gelmediğinden önlerine koydukları Almanya, Fransa ve Rusya seçenekleri üzerinde kafa yormaya devam ederler. Fakat çeşitli sebepler ile Rusya üzerinde yoğunlaşırlar. Nedir, inebolu’da tanıştıkları Spartakistler, Bolu’da tanıştıkları Ziya Hilmi(Bolu Ağır Ceza Reisi), dayısı Fuat Paşa’nın Moskova’ya elçi olarak atanması, Ankara’dayken görüşme fırsatı bulduğu Nüzhet’in Tiflis’e gittiğine dair telgraf çekmesi vs. fakat asıl arka planda yatan ve bu seçimi mecburi kılan ise Ankara’da ittihatçılığa ve Bolşevikliğe, bir seçenek olarak bile yer olmamasıdır. Vâlâ’ya göre ise en önemli faktör eğitimdir.

Netice itibariyle, Nazım, Vala ve Ziya Hilmi 1921 Ağustos sonlarında Bolu’dan ayrılarak deniz yoluyla Trabzon’a doğru yola çıkarlar ve böylece 19 yaşındaki sosyalizmi öğrenmeye giden Nazım için yepyeni bir sayfa açılmış olur.

Trabzon’dan Batum’a geçen iki arkadaş gözaltına alınırlar ve ülkenin cumhurbaşkanın yardımlarına yetişmesiyle kurtulurlar. Sonrasında ülkenin en iyi oteline yerleştirilirler ve burada Nazım ilk kez komünistlerle(Ahmet Cevat, ismail Hakkı ve diğerleri ile) tanışır. Sonraları Ahmet Cevat ile samimiyeti ilerletir. Bu zaman aralığında Tiflis’te de bulunan Nazım çocukluk aşkı Nüzhet ile buluşma şansı da yakalamıştır.

Bir keresinde kaldıkları otelde(Orient Otel) yaptığı yemekler için:
-Nasıl olmuş? diye sorduğunda, Nazım:
-Hoca yemesine katlanıyoruz bari bize şu zıkkımı methettirme!” diyerek cevap verir.

1922 Haziran’ında Ahmet Cevat’ınKUTV(Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi)’e öğretmen olarak gidecek olması ve beraberinde Nazım ve Vala’nın bulunduğu beş kişiyi de Sovyetler Birliğine götürmesiyle Nazım ve Vala Sovyetler Birliğine ilk kez adımlarını atmış olurlar. Bu yolculuk esnasında Nazım Hikmet “Açların Gözbebekleri” şiirini yazmıştır.

Gene ayrı bir anekdot olarak, Nazım Hikmet, Romantika’ sında bu yolculuktan önce düşündüklerini bir nevi kendi iç hesaplaşmalarını anlattığı harikulade bir bölüm bulunmaktadır. (bu uğurda neleri göze alabildiğine dair)

Moskova’ya bir süre sonra DEKÜ(Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi) hazırlık bölümüne kayıtlarını yaptırırlar ve okulun tahsis ettiği bir binaya yerleşirler.

Nazım, daha önceleri kulaktan duyma bilgilerle fikir yürüttüğü Marksizm felsefesini bu okulda öğrenirken, ilk zamanlarında devrim şairi olarak bilinen Mayakovski ile de tanışma fırsatı bulmuştur.

Kısa zaman içerisinde Tiflis’te bıraktığı Nüzhet’i de kendi okuluna aldırmış ve onunla evlenmiştir. Fakat daha sakin bir hayata geçmek isteyen Nüzhet’in tüm çabalarına rağmen, Nazım devrimciliğinden ve dinamizminden ödün vermeyince 1923 yılında Moskova’dan ayrılır

Ayrıca Moskova’daki ilk zamanlarında Nazım, Bahariye Mektebi’ne geçmesine yardım eden Cemal Paşa’nın evine misafir olmuş ve Cemal Paşa Nazım’a:

-“Nazım, şayet eski vaziyetim olsaydı, ben şimdi seni astırır, darağacının altında ağlardım.” demiştir.

Mayakovski ile birlikte toplantılara katılan ve şiirler okuyan Nazım, kısa sürede adından söz ettirir olmuş ve haberlere çıkmaya başlamıştır. Aldığı takdirlerin körüklediği dinamizmiyle Türkiye’de Komünizm hareketlerini yönelik çalışmalarını hızlandırmış ve Türkiye’dekiAydınlık Dergisi’nde bir takım şiirleri(Grev, Yayından Çıkan Ok, Heyecanımız vs.) ve araştırma yazıları(Amele Sınıfı ve Amele Meselesi, Yeni Resim vs.) yayınlanmıştır.

Sovyetler’ de geçen üç yılın ardından diğer tüm ülkesinden ayrılanlarda olduğu gibi Nazım için de dönme vakti gelmişti. Yaratılmakta olan yeni bir toplumda öğrenimi tamamlamış, eserlerinin altyapısını oluşturacak Marksist düşünce çerçevesinde şekillenmiş kişiliğiyle 1924 yılının sonlarında Türkiye’ye dönmüştür. Buradaki asıl amaç parti kongresinde bulunmak ve bununla bağlantılı siyasal faaliyet yürütmektir.

Türkiye’ye döndüğünde Nüzhet konusu tekrar gündeme gelmiş ve onunla konuştuktan sonra Nüzhet, Nazımla tekrar birlikte olamayacağını ifade etmiştir ve bir süre sonra başkasıyla evlenmiştir. Bu dönüşü olmayan ayrılık üzerine Nazım’ın 1930’da “Mavi Gözlü Dev” şiirini yazdığı söylenir.

-Mavi Gözlü Dev-

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan bir ev.
(…)


Nazım Türkiye’ye döndükten sonra Aydınlık Dergisi’nde aktif olarak yer almıştır. Hatta sokaklarda gazete bile dağıtmıştır. Bu olaydan gizli bir otobiyografi niteliği taşıyan “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” de şu şekilde bahsetmiştir:

“istanbul’da köprünün üzerindeyiz. Hava kapalı. Yağmur yağdı yağacak. Moskova’dan Kerim’le beraber döndüm. Gazetemizin ilk sayısını satıyoruz.(…)Ben Köprü’ de, Kerim Kasımpaşa’da, havuzların orda. Ama Köprü’ ye gelince, “Beş on dakika yanımda dur, ne olursun,” dedim.(…) Ben o gün Köprü’ de 45 gazete sattım. Kerim Kasımpaşa’ da 225 tane satmış.”

Nazım’ın ülkeye asıl dönüş amacı olan parti kongresi 1925’te gerçekleşir. Buna müteakiben Aydınlık Dergisi ile birlikte haftalık Orak Çekiç dergisi de yayınlanması ve bir grev düzenlenmesi planlanır. Fakat o tarihlerde çıkan Şeyh Sait ayaklanması eyleme geçen bu faaliyetleri sonuçsuz bırakır. Çünkü hükümet Kürt ve islamcı hareketlerle birlikte komünist hareketleri de tasfiyeye yönelir. Bu konudan Romantika’ da şu şekilde bahseder:

“Bizim burjuvazinin Anayasa filan taktığı var mı? Kürt diye bir biz yazdık. Kürt beylerinin, şeyhlerinin toprağını Kürt köylüsüne hemen dağıtmalı, dedik. Bu işte ingilizlerin, halifecilerin parmağı varsa, bu parmak kökünden ancak böyle kesilir, dedik. Kürt halkıyla Türk halkının arasına kan girmemeli, dedik. Dedik te ne oldu?”

Takip eden süreçte gözaltılar başlamış, Nazım bunu öğrendiğinde gizlenmeye başlamıştır. Gene “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” de izmir’de saklandığı günlere yer vermiştir.

“Küçük, taştan, tahta kapılı, penceresiz, karanlık, dar bir kulübede yaşadığını, ancak geceleri dışarı çıkıp özgürlüğe kavuşabildiğini ve gizli toplantılara katılabildiğini belirtir. Ayrıca bu sıralarda bir köpek tarafından ısırılmış ve o dönemde yaygın olan kuduz salgınında oldukça korkmuştur.”

Haziran sonlarında izmir’den ayrılarak istanbul’a geçmiş ve gıyabında 15 yıl hapis cezası verildiğini öğrendikten kısa bir süre sonra da istanbul’dan ayrılarak Sovyetler Birliği’ne geçmiştir ve bu dönem ilkinde olduğu gibi 3 yıl sürecektir. Bu kez sanatsal faaliyetlerinin yanında öğretmenlik de yapacaktır ve Af Kanunu’ndan yararlanarak 1928 Türkiye’ye tekrar dönecektir. Bu kez Resimli Ay Dergisi’nde çalışmalarını sürdürecektir. 1938’de 28 yıl hapis cezasına çarptırılarak, istanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yıl hapis hayatından sonra serbest kalmış fakat bu kez de askerlik dayatması çıktığından 1950’de tekrar Sovyetlere gitmiştir. 3 Haziran 1963’te de geçirdiği kalp krizi sonrası vefat etmiştir.

-Nazım Hikmet’in hapis hayatından ve bu sürecin öncesinde ve sonrasında yaşadığı tutkulu aşklardan birkaç kesit sunacak olursa eğer:

Ülkeye son dönüşünde kız kardeşinin arkadaşı Piraye ile yakınlaşmıştır Nazım Hikmet. Dul ve iki çocuk annesi olan Piraye ile 1930 yılında başlayan duygusal yakınlaşmanın şiirsel olarak bir meyvesi de olmuştur. “Mor Menekşe, Aç Dostlar ve Altın Gözlü Çocuk” şiirini, sevgilisi Piraye’ye mor menekşe almak için ayırdığı parasıyla arkadaşlarının aç karnını doyurduktan sonra yazdığı söylenir.

-Mor Menekşe, Aç Dostlar ve Altın Gözlü Çocuk-

Abe şair,
bizim de bir çift sözümüz var
«aşka dair.»
O meretten biz de çakarız
biraz.
(…)

EEEEEEEEEY...
Kızım, annem, karım, kardeşim
sen
başında güneşler esen
altın gözlü çocuk,
altın gözlü çocuğum benim;
deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti de yaz,
ben, bir demet mor menekşe olsun
getiremedim
sana!
Ne haltedek,
dostların karnı açtı
kıydık menekşe parasına!

Piraye ile 1935’te gizlice evlenirler fakat 1938 de Nazım Hikmet’in hapis hayatı başlar. Hapishanede yalnızlığın da verdiği azimle yazmaya devam eder bu kez.

“Saat dört, yoksun
Saat beş, yok.
Altı, yedi, ertesi gün, daha ertesi ve belki kim bilir?” mısralarını ve “Düşmanlara gam. Dostlara selam. Kalbimde çocuklarım. Seni kucaklarım. Canın sıkıldıysa bu mektuptan beni affet! Kocan: Nazım Hikmet” satırlarını Piraye’ye yazmıştır.

Bu uzaktan aşk devam ederken Nazım, bursa hapishanesinde kendini ziyaret eden dayıkızı Münevver’e de ilgi duymaya başlar ve bunu Piraye’ye bir mektubunda anlatır. Piraye ayrılmak ister ve Nazım böyle bir şey istemez. Sonrasında Piraye’ye yazdığı bir mektupta şu sözler yer alır:

“Yeryüzünde hiçbir insan, hiçbir insana benim sana yaptığım kötülüğü yapmamıştır. Bütün bunlara rağmen gel. Sana “gel” diyecek kadar yüzsüz ve alçaksam ne halt edeyim, öyleyim işte. Fakat gel. Ve benden nefret ederek, beni hor hakir görerek de olsa, beni bir daha yalnız bırakma!"

Fakat zaman içerisinde bu aşk da biter gider. Piraye hanım Nazım’dan sonra kimseyle evlenmez.

Tel örgülerin arkasından başlayan Münevver aşkı ise güçlenerek devam etmiştir. 1950’ de hapisten çıkınca Münevver ile evlenmiş ve Mehmet adında bir çocukları olmuştur. Ancak 49 yaşındaki adama gelen askerlik dayatması da bu birlikteliği baltalamıştır. Nazım tekrar Sovyetlere geçecek ve hasret başlayacaktır ta ki 1961 de Münevver’in oğluyla Varşova’daki Nazım’ın yanına gelene dek. Bir ev tutup birlikte yaşamaya başladıkları Varşova’da Nazım Hikmet, bir müddet sonra, Münevver yokken Vera adındaki bir bayanla birlikteliğini açıklaması üzerine bu Nazım-Münevver ilişkisi de sonlanır.

22 Kasım 1950’de Pablo Picasso, Paul Robenson, Wanda Jakubowska ve Pablo Neruda ile birlikte “Uluslararası Barış Ödülü” nü almaya hak kazanır ve kendisinin katılamadığı törende ödülü onun yerine Neruda alır ve 1 yıl sonra Prag’da bir ödül töreni düzenlenir ve burada ödülünü alır.

Nazım Vera ile tanıştığında Vera 23 yaşında bir kız annesiydi ve sinema stüdyosunda çalışıyordu. Nazım'ın son aşkı, son yıllarını birlikte geçirdiği sevgilisi, eşidir. Hayatında en çok bu dönemde gezmiştir. (Çin, Fransa, Afrika) Çin’de gezisi sırasında şiddetli bir hastalık geçirir ve bundan sonra doktor gözetiminde yatar ve Vera’ya şu sözleri yazar:

“Ölümüm kanserden, zatürreden, ne bileyim neden olursa olsun ama yavaş olsun isterim. Bu seni çok mu şaşırtıyor? Eğer kanser olursam, yok sanmıyorum ya, ama eğer olursam bunu bana söylemeye söz verir misin? Ani ölüm, korkunç bir ihanet gibi geliyor. Sırtından hançerlenmek gibi bir şey, anlıyor musun? Ölmekte olduğumu bilmeliyim, bilmek isterim. O zaman şimdi ve tüm yaşamımda söyleyemediğim şeyleri söyler ve yaparım. Bu çok önemli. O zaman her şey değişir. insan hem kendisi, hem de bir başkasıdır artık. Hız, cesaret, dürüstlük, genel olarak her şey başkadır. Dünya başka türlü görünür.”

Ve Nazım 3 Haziran 1963 sabahı, sabah gazetesini almak üzerek kapıya gider ve içeriye döndükten sonra olduğu yere sırtı dayalı olarak düşer. Meraklanan Vera salona girdiğinde Nazım’ı öylece can verdiğini görür ve bir takım telefonlardan sonra gelen doktorlar kimlik tespiti için pasaportunu ister ve arasından ufak bir kâğıda bir şiir iliştirilmiş olduğu görülür.

-Vera’ya-

Gelsene dedi bana,
Kalsana dedi bana,
Gülsene dedi bana,
Ölsene dedi bana,
Geldim,
Kaldım,
Güldüm,
Öldüm.

Ayrıca bu ölümün ardından Vera, öldükten sonra da küllerinin Nazım’ın mezarına, kalp hizasına gömülmesini istemiş ve bu isteği yerine getirilmiştir.

(*)“Belirlenen saatte meclisteydik. ismail Fazıl Paşa’nın beklediğini söyleyince, girişteki koridorun üzerinde bulunan bir küçük odaya aldılar. Biraz sonra kapıda görünen Paşa ayaküstü kısa bir sohbetten sonra bizi peşine takarak, içtima Salonu’nun karşısındaki, tozlu caddeye bakan büyükçe bir odaya götürdü.

Pencerelere yakın bir yerde Mustafa Kemal ayakta durmuş, hepsinin de mebus olduğunu sandığım yedi sekiz kişiyle konuşuyordu. Çoğunun başı açıktı ama içlerinde birkaç da sarıklı vardı. Orta boylu olan Paşa bu adamların arasında gene de hemen göze çarpıyordu. Ankara’nın şartları düşünüldüğünde inanılmaz derecede şık ve zarifti.

Camlardan süzülüp sanki tam da başının üstüne vuran güneşin ışıklarıyla ikinci bir güneş gibi parlıyordu.

Kalın sayılamayacak bir sesle sakin sakin konuşuyor ve etrafındakiler tek kelimesini kaçırmamak istercesine dikkatle dinliyorlardı. Kendimi bir an büyülenmiş gibi hissettim. Gözlerimi, yıllardır hayalimde yaşattığım bu adamdan ayıramıyordum. ismail Fazıl Paşa, sağına soluna ‘chester’ tipi koltuğun serpiştirildiği salonda Reis Paşa’ya doğru yürüdü. Vâlâ ile ben de bir adım gerisinden.

Mustafa Kemal, Ali Fuat Paşa’nın yaşlı babasını görünce konuşmasını kesti, kendisini dikkatle dinleyenlere:

‘Müsaadenizle...’ dedikten sonra, samimi bir saygı beslediği hemen belli olan ismail Fazıl Paşa’ya yöneldi. Paşa da aynı saygılı tavırla:
‘Size geçen gün sözünü ettiğim istanbullu genç şairleri takdim ederim’ diye konuştu. ‘inebolu üzerinden Ankara’ya henüz ulaştılar...’
‘Sağ olsunlar. Hoş gelmişler, memnun oldum.’

Dudaklarında dostça bir tebessümle uzattığı, ince, dikkat çekecek kadar uzun parmaklı eli ilk önce ismail Fazıl Paşa, sonra da Vâlâ hafif bir reveransla sıktılar.

Sıra bana gelince bütün cesaretimi topladım ve karşımdaki, o yaşa kadar benzerini görmediğim bu, arkaya doğru özenle taranmış sarı saçların süslediği delici mavi gözlerin ta içine bakarak:

‘Ben istanbullu değilim, Paşam!’ dedim.
Güldü.
‘Ya! Peki nerelisiniz?’
‘Selanikli! Sizin gibi!’
‘Demek ki, hemşeriyiz!’
‘Bundan gurur duyuyorum Paşam...’
Birden ciddileşti:
‘Güzel şiirler yazdığınızı
söyledi Paşa hazretleri. Mevzulu şiirler mi bunlar?’
Cevap verdim:
‘Umumiyetle öyleler...’
‘Umumiyetle yetmez. Şu sıralar yalnız mevzulu şiirler yazmalısınız. Memleketin buna ihtiyacı var.’

Sohbetimiz tahminimden daha güzel bir mecraya girmeye başlamış, heyecanım da biraz yatışmıştı. Ona -en azından- bir şiirimi okumaya kararlıydım hemen oracıkta. içimden ‘hangisini okusam acaba?’ diye geçirmeye başlamıştım bile. ‘ismail Fazıl Paşa’nın yakını olmanın bize sağladığı bu fevkalade imkânı akıllıca kullanmalıyız!’ diye düşünürken sivil bir görevli yaklaşarak başıyla selamladığı Mustafa Kemal’e bir kâğıt uzattı.

Londra Konferansı öncesi Meclis’te heyecanlı tartışmaların yaşandığı günlerdi. Herhalde, önemli ve acil bir haber olmalıydı bu. Paşa nazik bir gülümsemeyle ayrılmak zorunda olduğunu belli etti. ismail Fazıl Paşa’ya ‘Tekrar görüşelim Paşa Hazretleri’ dedi. ‘Şair gençlerden desteğinizi esirgemeyin lütfen.’

Mustafa Kemal’le aramda bu ilk -ve son- konuşma böylece, tam da samimi bir sohbete dönüşürken noktalanıvermişti... Büyük bir üzüntüyle Vâlâ’ya usulca ‘Bizdeki şansa bak!’ dediğimi hatırlıyorum.”
güncel Önemli Başlıklar