bugün

70'ler.

ne telefon, ne msn, ne görüntülü konuşma yapacak bir cihaz var... zira, daha, uzaya öyle uydular falan gönderilmemiş. gönderilmişse de yarin köyüne telefon gelmemiş. elin uzay boşluğuna atmışlardır belki o demir böcekleri ama mehmet'in köyüne, köy muhtarının evindeki, tüm ahalinin akşamları karşısında buluştuğu o siyah-beyaz televizyondan başka bir teknoloji uğramamış. uğramayan tek şey değildi o, bir elin parmağını geçmeyen insanın yaşadığı, yazın bile yağmurun eksik olmadığı, insanlarının hep bir kırmızı yanaklı olduğu topraklara. ne son iki yılda mehmet uğramıştı o köye, ne de sevdiği onu beklememişti.
birgün, mehmet baktı böyle olmayacak, tuttu gurbet ellerin yolu. nazlı, ne kadar dirense de ''gitme'' diye, ne mehmet dinlemiş, ne de nazlı'nın yüreği... en doğrusu yollardan, ''birgün gitmek ama birgün yine geri gelmek''miş. nazlı buna inanmış. mehmet de sevmezmiş uzakları. hem bildiği tek uzaklar onu anasından ayıran, havasını suyunu bilmediği, asker düştüğü sıcak şehirmiş bir zamanlar. oradan döneli çok olduktan sonra kavuşmuş yurduna ama yine yolları varmış gideceği, hem sadece gideceği değil arkasından bakacağı yolları. ve nazlı buna inanmış. ''bekledim'' demiş ''yine beklerim.'' ''hem ben ölünce sen de beklemez miydin'' demiş. ölüm ve ayrılığın bir olduğunu anlayan bu kız, bilmesine rağmen dünyanın büyük olduğunu, saklarmış kalbinden. bilirmiş çünkü uzak yerler asıl onu sevdiğinden alan. ses etmemiş, ''tamam'' demiş ve susmuş.

ağır bir şekilde, sanki yılların ağırlığını dünyanın en uzağından getiriyormuş gibi gelen kara tren, sanki yine bir kara haberi yükünde taşıyormuş gibi o boğuk sirenini kederli yüzlere doğru üflerken herkes susuyormuş yeniden. konuşmanın, bir şeyler söylemenin dünyanın en gereksiz işi olduğu o anlar yok mudur işte? onlardan birisi bu. sonkez sarılmış mehmet, nazlı'sına. sırtında bir helallik sarılması ya da kendine iyi bak titremesini hissettiren elini eline sonkez sarıp, onu sevdiğinden bilmemne kadarlık süre boyunca ayıracak olana atmış kendini. camda bir buğu, gözlerde bir ıslaklık, yanaklarda kızarıklık, havada soğukluk, içerde bir yangın...

herkes geleceğe doğru giderken, her şeyin daha iyi olması içindi tüm bunlar. ve her ayrılık ölümden beterdi ama ''herkes hayatında bir kere de olsa öldü'' diye düşündüler. herkes öldü ve ölenler geri gelmediler. yıllar geçse de beklendiler, özlendiler, arandılar, belki azıcık da olsa unutuldular ama içerde bir yer öylece kaldılar.

aylar geçip kimsenin uğramadığı ama herkesin ordan beklendiği o köy yolunun tenhalığı en çok nazlı'nın yanaklarını kızartıyordu. evet özlemenin, görememenin ''şimdi gelecek de göreceğim'' demenin yüzde bıraktığı o saflık yanaklarını kızartıyordu. yüzündeki kan kırmızı, tarlada bahçede bağda çalışırken mehmet'ini, onun geleceğini o al yazma kırmızısına elini dokunduracağını hissettiriyordu. mehmet'ten ne haber ne iz vardı. fakat kalbindeki bekleyişin titrekliği, ellerindeki çapada eriyor, toprakları onu sevdiğinden ayıran yollara benzetiyor ama yine de ''geçecek'' dedirtiyordu içindeki bir şeyler.
günler geçiyordu. geçmeyen; özlemin, geçmeyen o bazen çamurlu bazen ıslak yolları gözleyen gözlerin bekleşiydi. ne olmuş olabilirdi? neden böyle olmuştu? kim, hayat mı ayırmıştı sevdiğinden onu? yoksa mehmet yarinden çok mu sevmişti gurbet ellerini? sevmezdi. söz vermişti, birgün gelecek ve çok önceden isimlerini verdikleri çocuklarını büyüteceklerdi.
günlerden birgün, daha önceden hiç görmediği, daha önce hiç yolu düşmeyen bir adam evine geldi. bir zarfı verdi. mektup vardı. daha zarfın nasıl açılacağını dahi bilmeden, yırtarmışcasına açtı. titreyen elleriyle kağıda şöyle bir baktı. kimden olacaktı ki? mehmet'im dedi sessiz sessiz. elinde olmadan gözünden dökülenleri, bileğiyle silerek karşısındaki şekilleri anlamaya çalıştı. ne anlattığından çok ilk başta kimden olduğu önemliydi. sonra neler yazdığını okumak için çok çabaladı. ama okuyamıyordu. okul denen şey, onun için odun parçaları, elindeki kazan kaşığından ibaretti. hayatı sadece gösterdiklerinden değil gördüklerinden öğrenmek zorunda kalmıştı. ilkokul 2'den terkti. bu yüzden okuyamıyordu, sevdiğinin izlerini mektuptaki. yukarı evlerde oturan nagihan abla'nın 12 yaşındaki zeynep'i aklına geldi. aslında kimselere okutmazdı ya, bilmesini istemezdi ya kimsenin o yazanları, ne yazmış yari bilmek de istiyordu. öğrenecekti. mektubu, beyaz yastığının altına tıkıştırarak nagihan abla'sına koştu. şansa, zeynep de evdeydi. durumu anlatıp, ''sadece mektubu okuyacak kadar bana okumayı öğretir misin'' diye sordu. ''sadece mektup okuyabilecek kadar''... çünkü dünya o kadardı. çünkü dünya, sadece sevgiden ibaretti. çünkü o dünyada, sevginin yazdıklarından başka okunmaya değer başka hiçbir şey yoktu. zeynep, önce harfleri öğretti nazlı'ya. nazlı, birkaç harfe daha dikkatlice baktı. m, e, h, t... bunlar, ondan birer izdi. zaten yazmayı öğrendikten sonra da kelimelerden, cümlelerden ve her şeyden önce ilk yazacağı şey mehmet olacaktı. sonra devam etti nazlı'yla zeynep. her öğrendiği harften, her yazmaya başladığı kelimeden sonra mektubu okumaya çalıştı. anladı, mehmet iyiydi. çok çalışıyordu ama ''geçecek'' demişti mektubunda. kaldığı ev, bir oda gözüydü. hergün boğazından geçenler, çalıştığı şehirde kokoş kadınlar tarafından beslenen hayvanların boğazından geçenlerden daha azdı ama her şey iyiydi ''allah'a şükür''. gelecekti birgün, hem ''belki nazlı buraya gelirdi birgün''. dur daha belli değildi. ama ''merak etme'' dedi ''ben iyiyim, gözümde tütüyorsun...'' ben de dedi nazlı içinden, titrek sesiyle. sanki yanındaymış, sanki mehmet duyabilecekmiş gibi. sarılmak istedi, sesini duyurmak istedi ama olmadı. yüzünü görmeseydi de sarılsaydı, o da yetecekti...

nazlı; harflerin kelimelerin, satırlarının herbirini defalarca, bazen gece bir mumun ışığında odasında, bazen de tarlasını sürerken göğsünden çıkarıp okuyordu. artık, onun da bir şeyler yazmasının zamanı gelmişti. tüm mektubu başta sona okumuş, ''geçecek''leri aklına iyice yazmıştı. bir kağıt bir kalem, bir de zarf. bazen dünyada sevginin gözle anlatılamacayağı durumlarda ne güzel de işe yarıyordu. ne güzeldi o beyaz sayfa ve kalem. ne güzeldi yazıp öptüğü mektubu, mehmet'inin koklayıp okuyacağını bilmek.
aklından, kalbinden ne geçiyorsa, yanağından neler süzülüyorsa o mektupta olacaktı. geçen ay, kafa kağıdı için çektirdiği, kırmızı yanakları ve hafif korkmuş gözlerinin belirgin olduğu ama güzelliğinin yanında diğer her şeyin önemsiz olduğu vesikalık bir resmini de koydu zarfın içine. biliyordu bu, mehmet'i daha da acıtacaktı ama özlem, o kadar kötü bir duyguydu ki, onu yenmek için bile acıtmak şarttı. zarfı iyice kapatıp kokusunu hapisledikten sonra zeynep'i buldu. zeynep'e mektubu verirken titreyen ellerini gizlemeye çalıştı. ama içindeki o sevdiğine sesini duyurmak için giriştiği iş onu gururla karışık o heyecana bulaştırdığında korkacak, utanacak şeylerin o olmadığını anladı. sevdiği adamı alanlar değil de o mu utacaktı? hem zeynep daha ufaktı, anlamazdı. sevdiğinden ayrılırmış gibi, zar zor ayrıldı kağıt parçasından. zeynep de köy okulunun yanındaki eski püskü bedeliye binasının içindeki postacıya verdi. postacı zarfa bakıp ''alamanya'da sevdiğin mi var gız?'' diye sordu gülerek. zeynep, utangaç çocuk yüzüyle güldü ve nazlı abla'sından aldığı 10 lira 30 kuruşu adama verdi. adam, ''20 kuruşu eksik ama olsun'' diyerek zeynep'i uğurladı...

makinelerin sesi, insanın kulaklarını sağır edecek şekilde dakikada otuz küsür kez çarpıyordu kulaklara. fabrikadaki, boya kokusu ve henüz ne olduğunu bilmediği bir sürü tuhaf koku, mehmet'in boğazını yakıyordu. çok eskiden askerde birkaç kere denediği cigaranın öksürtmesi gibi derinden derinden sanki içinden parça kopartıyormuş gibi öksürtüyordu insanı fabrikanın o ağır havası. ama çalışmak için binlerce kilometre yol almışlar için cehennemde zebani olmak bile en iyi işti. kaldığı evin soğukluğu, fabrika havasının boğuculuğu ve zor çalışma şartları mehmet'i devamlı olarak hasta ediyordu. fabrika doktorunun sürekli hastası olan mehmet ve arkadaşları, ilaç parasına çalışır durumda, yine de gıkları çıkmıyordu. bir amaç uğruna, hatta bir mutluluk uğruna belki de geri dönememe acizliğinin olduğu bir durumda bile olmaları etkilemiyor, çabalıyorlardı. emeğin sevgiyle yoğrulduğu zamanlarda, yorulduklarını anladıklarında onları tek yaşatan içlerindeki gurbetten ayrılıp eve geri dönme isteğiydi.
başını demir zincirlerin arasından kaldırdığında fabrika işçi temsilcisi neff'i gördü. elinde tuttuğu zarfı, birbirlerinin dilinden anlamayan iki insanın yapabileceği tek şey gibi gözlerle anlaşıp ve hiçbir şey demeden mehmet'e verdi. mehmet, zarfı alıp cebine koyduktan sonra işine devam etti. yüzündeki ciddi tavrı boğazını parçalayan öksürük bozuyordu. sanki kimden geldiğini ve içinde ne yazdığını merak etmez bir tavırdaydı ama biliyordu. sakinliği, mutluluğundandı. ondan bir haber vardı, gerisi önemli değildi.

en son iki bahar bir kış önce aldığı mektubu, yastığının arasından çıkartıp geceleri, dışarıdaki baykuş seslerinin verdiği garip korku eşliğinde okuyor, sevdiğinden yeni haberler bekliyordu. gündüzleri, tarlada çalışırken diğer dünyanın başladığı o köy yolunu gözlemeyi hiç bırakmıyordu. aslında biliyordu, önce mektubu gelir ve mektupta güzel haberler yazardı ve sonra da o gelirdi. bu yüzden o yoldan önce mehmet'i değil mektubunu gözlüyordu.

''nurdan teyze, annem babama yasin okuyacak bu akşam, seni çağırıyor.'' dedi mehmet'inin ana ocağına uğrayıp. seksenindeki nurdan teyze, ''saol kızım'' diyerek uğurladı müstakbal gelinini. aslında nurdan teyze ve nazlı iyi anlaşıyorlardı. fakat nurdan teyze büyük oğlunu trafik kazasında kaybettikten sonra tek oğlu olan mehmet'i de almanya'ya göndermiş, iyice evlat özlemi çekmeye başlamıştı. nurdan teyzeyle, mehmet'ten hiç bahsetmezlerdi. ikisi de bilirdi mehmet'i severler. ama birbirlerine belli etmezlerdi...

tam üç bahar bir de yaz geçmişken bir eylül gecesi köyün ortasında sadece başı boş köpek sesleri ve baykuş seslerinin verdiği o korkularla, nazlı sevdiğini düşünüp yatağında yatarken pencereden açık ve siyah bir parlaklıkla üstü benek benek yıldızlarla kaplı gökyüzünü seyrediyordu. ''ne kadar çok zaman geçti? neden cevap yazamadı acaba?'' diye düşünürken iyi olduğunu belki de şu an onunla aynı yere baktığını hayal etti. özlüyordu ama onla aynı duyguları yaşayan bir insanın varlığını bilmek ve özlenmek, içindeki özlemi ve umudu artırıyordu. ''kimbilir belki yarın sabah aynı köye uyanırız'' dedi içinden. ayrı şehirlerde uyuyorlardı ama aynı dünyanın aynı gökyüzünün altında aynı köye bakmaları yarın sabah da dahil mümkündü.

sabah evden çıkarken bastığı yerlerde gece çamur oluşturacak kadar yağmur yağdığını anladı. temiz bir kasım sabahında tarlalar, ağaçlar ve orda burda dikilen hayvanlar sanki yaşamın ve yaşamdakilerin ne kadar gerçek olduğunu hissettiriyordu. hava serindi. yine de üşümüyordu. üşüse bile hasta olamayacak kadar sağlam bir bünyesi vardı. yıllarca, günlük yaşamın getirdiği çalışmak ve emeğin karşılığında hayat ona yıkılmamayı öğretmişti. ya da belki de yıkılmak nedir henüz öğrenmemişti nazlı. gözündeki güzel bir günün getirdiği mutluluk, içindeki bekleme sabrını ve ''bir şeyler olacak korkusu''nu bastırıyordu. büyükçe bir kazan kapıp ahırdaki inekleri sağmaya gitti. normalde sabahları kimsenin uğramadığı köyün ıssız ara yolundan kendisine doğru birisinin geldiğini farketti. genç bir çocuktu. anlaşılan yeni başlamıştı işe. nazlı yavaşça doğruldu. çocuk, ''nazlıgül kaynakçı sen misin bacım?'' diye sordu. nazlı, heyecanlı bir şekilde ''evet benim'' diyerek kaptı zarfı. çocuk nurdan teyze'nin evine doğru yola koyuldu. nazlı ise büyük bir hızla zarfı açıp mektubu okumaya başladı. mehmet'ti bu. geliyordu. ''şubatta ordayım bekle'' diyordu. zeynep, çamura çöküp diğer satırları okumadan düşünmeye başladı. iki yılı aşkın zamandır görmediği sevdiği adam, geliyordu. bekle diyordu. hemen annesine koştu. sarılıp ağlaştılar hayatlarında ikinci kez...
öğlen olup tarlaya giderken yolda okul dönüşündeki zeynep'i görüp ona da sarıldı. okuma-yazma öğrettiği için ona defalarca teşekkür edip sarılırken gözü yüzmetre uzağındaki kahvedeki kalabalık ve ağlaşmaları duydu. zeynep, hareketsiz bir şekilde duruyordu. nazlı, ona sarılırken küçük kız neden olduğu yerde duruyordu? ''nolmuş'' diye sessiz ve titrek bir sesle sordu. ''nolmuş zeynep'im?''
zeynep'in ''bilmiyorum'' derken sesindeki o yalan söyleyemeyen çocuk masumluğunu anladı. tekrar olanlara doğru uzaktan bakarken, nurdan teyze'nin kocası, mehmet'in babası samim amca'nın ağladığını farketti. ağlarken bir şeyler de söylüyordu ama nazlı çok uzaktı duymak için. zeynep'in yanında hiçbir zaman koşmadığı kadr hızlı koşarak kalabalığın içindeki samim amca'yı buldu. ''noldu amca ?'' demeye kalmadan birisi çekip aldı nazlı'yı ordan. nazlı iyice korkmaya başlamıştı. bir şey olmuştu evet ama ne? onu çekip ordan uzaklaştıran teyzeler, ablalar nazlı'yı sürüklüyorlardı yerde. nazlı başını çevirdiğinde bir tabut gördü. kimin olabilirdi? bu, insanların ardından ağladığı kişi olabilir miydi? evet olabilirdi ama kimdi? neden onu çekip duruyorlardı? kimdi bu? tabuta yanaştırdılar nazlı'yı. herkes yanından ayrıldı. sanki o tabutta bir bomba vardı ve o bombayla herkes nazlı'yı öldürmek istermişcesine tabutun yanına gelince onu yalnız bıraktılar. nazlı, yavaşça yanaşıp yerdeki tabutun içindeki beyaz örtüyü araladı. mehmet'ti bu. yüzü, yara-bereden tam olarak seçilemiyordu ama nazlı'ya ''mehmet'im'' dedirtecek kadar belliydi. mektubu gönderdiği gün, fabrikadaki gaz sıkışmasından çıkan bir patlama iki işçinin ölümüne neden olmuştu. biri mehmet'ti. gerisinin önemi yoktu o anda nazlı için. artık hiçbir şey önemli değildi. yerde uzanan sevdiği, beklediği adam. doya doya sevemediği yüzü, parça parça... nasıl olmuştu? daha bu sabah okumuştu yazdıklarını. hani geliyordu? hani gelecekti? gelmiş miydi? bundan mı bahsediyordu?

nazlı, samim amca'nın usulca yanına geldiğini farketti. mehmet'in yüzünü örtüyordu. nazlı, yavaşça ayağa kalktı. aklında bir sürü şey varken, hiçbir şey düşünemiyordu. ayakları onu nereye götürürse oraya gidecekti. koşmaya başladı. ağlayamıyordu. neden ağlasaydı ki hem? sevdiği adamdan daha bugün mektup almıştı. olayları uzaktan seyreden zeynep'in yanında hızla geçip yastığının altındaki mektupları almak için eve girdi. alelacele mektupları göğsüne sokup dışarı çıktı. annesinin ''nereye gidiyorsun nazlıgül?'' feryadını duymadan, geçti gitti.

dün geceki yağmurun iyice hızlandırdığı kızılırmak, o gün farklı akıyordu. daha hızlı, daha öldürücü. peşine ne takıldıysa giden bu su sürüsü, nereye gidiyordu? alsa onu, alsa nazlı'yı mehmet'ine gider miydi? bu yağmurların doldurduğu sularda birilerinin gözyaşları da var mıydı? o yağmur getiren bulutlar aslında yarinden mi haber getirmişti? bilmiyordu. ama öğrenecekti. birkaç saniye orda öylece durdu ve suya bakıp gülümseyerek sonsuz yolculuğuna atladı.

http://www.youtube.com/watch?v=RoQ4OhQJT2s
7 yaşında iken bu insan bendim. okuma yazmayı öğrenmemde en büyük motivasyonum annemin ve babamın gençlik yıllarında birbirlerine yazdığı, sandık köşelerinde saklanan mektupları okumaktı. okumayı öğrendim, okudum fakat yedi yaş çocukluğu ile dalga geçtim. mektuplara bir daha el sürmeme izin verilmedi. yıllar sonra sandıktan bir şeyler aramasında anneme yardımcı olurken mektupları bulunca gömü bulmuşcasına sevindim. okudum, okuyunca o yedi yaşındaki çocuk oldum. sevme işinde böylesine nahif olabilmelerinden, kendilerini ifade ediş biçimlerinden muazzam derecede etkilendim ancak gayriihtiyari kahkahalara boğuldum. şaşkınlık kahkahası, birbirini seven iki insanın mutluluğuna eşlik kahkahası, ömrü boyunca böyle şeyler hissedemeyecek bir insanın kendi haline üzülen kahkahasıydı bu.

nitekim yanlış anlaşıldım. zerre büyümediğimi düşünen annem tarafından mektuplara erişmekten yeniden men edildim. hiç yaşamadan özlemini duyduğum geçmişle aramda kurulan cismani bir köprüydü o mektuplar, yitirdim.

e aferin bana.