bugün

1949 Rize doğumlu olan Mehmet Nuri Yazıcı, 1975 yılında istanbul Üniversitesi / iktisat Ticari ilimler Akademisinden mezun oldu.

1990-1991 yıllarında Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Brüksel BaşKonsolosluğunda görev yaptı. 1994 – 2008 yıllarında istanbul Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyeliği ve Başkan Danışmanlığı yapan Mehmet Nuri Yazıcı evli ve bir çocuk babasıdır.

Mehmet Nuri Yazıcı anlatıyor:

“Bir Ramazan’da Başkan’la (o dönemde Tayip Erdoğan i.B.Başkanıdır) birlikte iftar için Kağıthane’de bir eve gittik. Ev dediysem, yanlış anlaşılmasın,tamamı üç beş metrekarelik derme çatma bir kulübe. Top atılmak üzereyken biz içeri girdik.

Girdiğimiz yer, toprak zeminli, avuç içi kadar bir oda. Duvarda, üstünde birkaç melamin tabak bulunan tahta bir raf, onun altında bir musluk,musluğun altında da bir leğen var;burası evin mutfağı oluyor. Yere bir kilim sermişler, herkes onun üstünde oturuyor. Ortalarında, bir alüminyum tepsi duruyor;suda haşladıkları bir çeşit otu tepsinin içine yaymışlar, kenarlarına da sanırım otun suyuyla yumuşaması için kuru ekmek parçaları dizmişler; top patlasın da iftarımızı açalım diye bekliyorlar.

Dört kişilik bir aile; 40 yaşlarında bir ana,45 yaşlarında felçli bir baba ve biri 12, diğeri 5 yaşında iki çocuk.Ailenin tamamı oruçlu.

Tayip Bey, ayakkabılarını çıkarıp doğruca sofraya yöneldi.Ev sahibi adam, Tayip Bey’i birden karşısında görünce ağlamaya başlamasın mı ? Hıçkıra hıçkıra ağlıyor

Tayip Bey, adamı sakinleştirmeye çalışıyor; ‘Misafiriz size iftara geldik;biraz yer açta oturalım’ diyor, hafifçe omzuna dokunarak. Ne var ki adam bir türlü durulmuyor; sayıklar gibi, “Tayip Bey, Tayip Bey” diye diye ağlıyor

Bu arada Tayip Bey,sofrada kendine bir yer açıp oturmuştu. Benim ayakta öylece dikilip kaldığımı görünce, ‘Gelsene’ dedi, ‘Niye ayaktasın hala ?’
‘Reis yer yok, nereye geleyim?’ dedim; ve can havliyle dışarı zor attım kendimi.

Gördüğüm yoksulluk karşısında şok olmuştum.Öyle sarsılmıştım ki, her an olduğum yere yıklıp kalabilirdim.Korumadan su isteyip orucumu açtım.

Bulunduğumuz yerin yakınlarında salaş bir lokanta bulup,bir çorba içtim. Başka zaman,başıma silah dayasalar, ne o lokantaya giderim, ne de o çorbayı içerim. Fakar, o yoksulluğu gördükten sonra,orada içtiğim çorba, hayatımda içtiğim en lezzetli çorba gibi gelmişti bana.

Eve geri döndüğümde, Başkan hala sofradaydı. Elindeki kuru ekmek parçasıyla tepsinin kenarında kalan otları da sıyırıp yedikten sonra ‘elinize sağlık’deyip sofradan kalktı. Arabanın bagajındaki gıda paketlerini, ve diğer yardımlarımızı evin hanımına teslim edip ayrıldık.

Yolda, Tayip Bey ‘ Hayırdır, n’oldu,fenalaştın galiba?’ diye sorunca, ‘ Ya, Reis’ dedim, ‘Ben yoksulluk gördüm ama;yemin ediyorum, böylesini görmedim.’

Sonra da bir tekifte bulundum kendisine:’Bu geleneği değiştirelim’ dedim evlere gitmek yerine, yardımlarımızı gönderelim sorumluluğumuzui bu şekilde yerine getirelim.’

‘Olmaz! dedi Reis; ve sebebini de izah etti: ‘Benim arkadaki küçük çalışma odamı biliyorsun’ dedi, ‘Orada bazı evrakları imzalıyorum; ne kadar büyük paraların altına imza attığımı bir düşünsene! Paranın yüzü sıcak; eğer o insanların yoksulluğunu görmezsek, nefsimizi nasıl ıslah ederiz, nasıl korunuruz haram lokmanın baştan çıkarıcı cazibesinden? O paranın sıcaklığı,boş bulunduğumuz bir anı kollayıp bizi de ısıtmaz mı ?

Bunları duyunca,Tayip Bey’e hak verdim; ‘ Tamam Başkan’ım’ dedim. ‘Ben işin bu tarafını düşünmemiştim, siz haklısınız