bugün

bembeyaz odanın içindeki daktiloya dikkatlice bakıyordu. ahşap kasalı daktilo, daktilonun üzerinde durduğu -muhtemelen kayın ağacından oyulmuş- el işlemeli sehpa, bir adet de çelik sandalyeden başka odanın içinde hiçbir şey yoktu. ne bir çıkış, ne de bir pencere. hatta havalandırma bile yoktu. bu garip oda onu ürkütmeye başlamıştı.

“kimse yok mu?!” sesi odada yankılandı. cevap yok.
“kimse yok mu!” buraya kısılıp kalmıştı. saatine baktı. saat tam iki çeyrek. işe geç kalmıştı. bir çıkış aramak için kübik odanın içerisinde duvarlara dokunarak iki tur attı. duvarlar sağlam betondan yapılmış olmalıydı. en alttan en üste tüm yumrukladığı yerden tok ses geliyordu. “şansıma sıçayım!” tavanda bir çıkış olabilir diye düşündü. ama tavan yaklaşık üç metre yüksekliğindeydi. belki sehpanın üzerine sandalyeyi koysa yetişebilirdi bir şekilde. bu düşünce onu biraz umutlandırdı. sarı saçları terden sırılsıklam olmuştu. üzerindeki siyah gömleği yer yer ıslanmıştı terden. çok terlemişti. panikten olsa gerek. üzerindeki terlerin büyük bir problem olmadığına kanaat getirip daktiloya yöneldi. sandalyeyi üzerine koymak için sehpanın üzerindeki daktiloyu indirmesi gerekiyordu. bir iki adımda ulaştığı sehpanın üzerinden daktiloyu almak için hızlıca bir hamle yaptı. ama daktilo kurşun gibi ağırdı! nefesini toplayıp tekrar denedi. tüm gücünü kollarına verdi, daktiloyu yukarı çekmek için çaba sarf etti. teri su gibi akıyordu suratına. var gücüyle zorluyordu. ama yerinden bir milim bile oynatamadı.

“harika! süper! şaka çok komik olmuş! tamam kaybettim! hadi çıkarın beni buradan!” sesi odada tekrar yankılandı. cevap veren olmadı. olduğu yere çöktü. bir daktilo ne kadar ağır olabilirdi!? bu kadar kuvvetsiz olamazdı.

“bari bir sigara atın! kafam patlayacak yoksa!”

çıt-çıt-çıt. daktilo bir şeyler yazmaya başladı –kendi kendine.

“bu nasıl olabilir!?” bir an için korktu. sonra “tabi… şimdi de sihirbazlık numaraları!” yerinden kımıldamadı. daktilo yazmayı bitirdi. merak içini kemirmeye başladığı anda –birazda nefesini toparladıktan sonra- kalkıp daktilonun ne yazdığına baktı.

kırmızı renkte bir yazıyla;
“sağ cebinde sigara var. çakmak paketin içinde.”

“ben paket almam… müzmin bir otlakçıyım…. saçmalık bu! daktiloyla konuşuyorum...”

elini sağ cebine attı. bir paket winston. içinden birkaç tane içilmiş. boş olan kısmına çakmak iliştirilmiş. “sanırım deliriyorum.” eğer bu çok iyi bir sihirbazlık gösterisi değilse, ortada çok garip bir olay vardı. olanları tam anlamıyla kavramak için sakinleşmesi lazımdı. bir sigara yaktı. sabahtan beri sigara içmemişti. ilk nefes genzini yakarak ciğerlerine doldu. üfledi. beyaz odanın içinde duman pek seçilmiyordu. sigaranın yarısına geldiğinde başı dönmeye başlamıştı. ilk sigara içtiği gün aklına geldi.

okulun bahçesinde kimse yoktu. tüm okul dersteydi. ama onun ve arkadaşının kaçması lazımdı. bir arkadaşı onlara gözcülük yaparken duvardan atlayıvermişlerdi. koşarak okulun hemen arkasındaki bakkaldan bir paket winston ve bir kutu kibrit almışlar, oradan doğruca okula bakkaldan biraz uzak olan parka gidip, kız arkadaşlarıyla buluşmuşlardı. sevgilisinin yanına oturdu. çok heyecanlıydı.

“sigara aldınız mı?” diye sordu kız.
“evet aldık… al burada işte…” sigarayı ona uzattı. kız sigara paketini açıp içinden bir dal çekti. acemice kibritle sigarasını yaktı. bir nefes çekti. öksürdü. hala çok güzeldi.

“sen neden içmiyorsun? sen de iç… yoksa büyümedin mi daha?!” kız alaycı bakışlarla süzdü onu. tereddütle eli pakete gitti.daha sigarayı nasıl tutması konusunda bir fikri bile yoktu.

“kibriti ver.”

“al” dedi kız ve kibriti uzattı. kibriti alırken eline değmişti. midesine bir ağrı saplandı. kızdan daha acemi sayılmasa da, o da sigarasını zar zor yaktı. öksürmeye başladı. gözlerine duman kaçmış kıpkırmızı olmuştu. gözünden yaş akıyordu. kız gülümsedi.

“beceriksiz aptal.” bunları söylerken kahkaha atıyordu. kız, onun gözündeki yaşları hırkasına sildi. göz göze geldiler. sarı saçları taçlandıran o masmavi gözlere bakakalmıştı. kız derin bir nefes aldı. ve dudaklarına bir öpücük kondurdu. işte o an dünya durmuştu…

çıt-çıt-çıt. daktilo yeniden bir şeyler yazmaya başladı. geçmişe daldığı sırada yaktığı ikinci sigarasını söndürerek daktilonun başına gitti. sandalyeyi çekip oturdu.

“hayatında yaptığın en büyük hata bu değil…” yazıyordu daktiloda. yazmaya devam ediyordu. “bu hata bile sayılmaz aslında...”

okuduklarına anlam veremiyordu. daktilo onun aklını okuyor olabilir miydi? sadece bir an için bunun bir hata olduğunu düşünmüştü ve daktilo bunu biliyordu. tıpkı annesi gibi! aklından geçenleri okuma konusunda kimse annesiyle yarışamazdı. onu çok üzmüştü. hem de çok…

valizin içerisine ne bulduysa tıkıştırıyordu. oturma odasında annesinin ağlayışları yatak odasına kadar geliyordu. kendine yetecek eşyaları aldıktan sonra dolabının arkasında sakladığı gizli kasasının içindeki hatırı sayılır hazinesini cebine koydu. gitarını kılıfına yerleştirdi. tam odadan çıkmaya hazırlanıyordu ki annesi kapıda belirdi.

“yavrum… ne olur gitme…”

“gitmem lazım anne! anlamıyorsun!”

“istersen sana o çok istediğin piyanoyu da alırım… ha? ne dersin? yeter ki gitme…” sesi titriyordu ağlamaktan şişmiş gözlerinden süzülen yaşlar kırışık cildinden aşağıya akmaya devam ediyordu. yorgun, bitik, çaresiz haldeydi.

“bu işi almak için kaç sene bekledim biliyor musunuz?! siz hep kendinizi düşündünüz! artık kendi kararlarımı alacak yaştayım… lütfen çık önümden.” hissiz… katı… soğuk…

“babandan daha yeni ayrıldık… ben tek başıma buralarda ne yaparım… ya sen?! tek başına bilmediğin ülkede ne yaparsın?! burada da mühendisler için çok iş var… katlanamam oğlum… ne olur gitme…” kapının ağzında diz çökmüş, ellerini yüzüne kapatmış ve o evden çıkana kadar arkasından yalvarmıştı:

“gitme… gitme…”

bir kadın yalvarmamalıydı…

çıt-çıt-çıt…

“karar verirken çok bencil davrandın… annen senin yüzünden öldü…”

kıpkırmızı oldu. gözleri doldu ve bağırmaya başladı.

“benim geleceğim söz konusuydu! burada üç kuruş maaşa mı kanaat etseydim!?”

daktilo tekrar yazmaya koyuldu.

“ annen yanında olacaktı...”

sustu. söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. annesini özlemişti. özlediği çok kimse yoktu. çok insan tanımamış, böylece çok insan kaybetmemişti. hayatındaki insanlar da boktan ve gereksizdi... dünya için hiçbir şey yapmamıştı. gelecek için. denemişti aslında. en azından kendi geleceği için bir şeyler yapmayı denemişti.

lüks restoranın tüm masaları doluydu. oturduğu yuvarlak masada saten örtünün üzerinde bir şişe şarap ve iki kadeh vardı. kadehlerden birisi onun, diğeri hayatının kadınınındı. birazdan lavabodan dönecek ve o, ona evlenme teklif edecekti. cesaretini toplamak için kadehine biraz daha şarap ekledi. bir defada hepsini içti. uzaktan onu gördü. dümdüz siyah saçları, üzerindeki kırmızı kolsuz elbisenin üzerinde dans ediyordu. esmer teni, kömür siyahı gözleri vardı. ona göre, o kız bir tanrıçaydı…

“tuvalette kusan kusana!” dolgun kırmızı dudaklardan dökülen önemsiz kelimeler. o dudaklardan dökülmek için kelimelerin hepsini yeterlilik sınavına girmesi gerekir.

“ne söyledin yemek için?” menüye göz gezdiriyordu.

“aslında yemeği başka bir yerde yeriz diye düşünmüştüm. buraya sadece konuşmaya geldik. sana bir şey sormalıyım.”

“bu kadar lüks bi yerde sadece konuşma yapacaksan, önemli olmalı. merak ettim. nedir?”

derin bir nefes aldı. kızın hipnoz etkisi yapan gözlerinden, garsonun kirli ceketinden,
yan masadaki kadının şapırdatarak yediği yemekten –her şeyden- kendini soyutladı.

“ben… düşündüm de…”

“evet?”

“birbirimizi uzun zamandır tanıyoruz. üniversiteden beri tanışıyoruz… türkiye’ye döndüğümden beri -yani son iki senedir beraber yaşıyoruz… “

“ayrılmak mı istiyorsun?”

“yo! hayır! yanlış anladın…”

“ne peki?” kız gerilmişti…

“ bir geleceğimiz olmasına ne dersin? bu hayatı sonuna kadar beraber sürdürmeye yani? yani; bir olmaya… biz olmaya… ne dersin ? elleri titreyerek yüzüğü uzattı… kız bakakaldı. kadehindeki şaraptan bir yudum aldı. artık yüzüğe değil. kadehine bakıyordu.

“olmaz…” beklediği cevap bu değildi.

“ ben seninle çok iyiyim. harika birisin. ama ben… hazır değilim…”

tüm kanı çekilmişti. yüzüğü kavrayan elleri sımsıkıydı. hala, inatla yüzüğü ona doğru uzatıyordu. bir umutla…

“benden bunu isteme. evlilik hayatımın planlarında şu an yok…”

“senin için bu kadar basit mi?” sesi titriyordu. üzüntü hissi yerini kızgınlığa bıraktı. öfkesi kıza değil, kaderineydi. kız cevap vermeden masadan kalktı. yanağına bir öpücük kondurdu. buz gibi soğuk. bir an için ölümün öpücüğü bu olmalı diye düşündü. soğuk ve acımasız.

gözleri daktilodaydı hala. bir şeyler yazar diye ümit ediyordu. sessizliği çakmak sesi bozdu. bir sigara daha yaktı. gözleri yaşla dolmuştu. sessizlik onu hep korkutmuştu. ama bu sessizliğin ortasında bir nebze huzur bulmuştu nedense. geçmişiyle yüzleşmek onu rahatlatmıştı sanki. aslında hayat ona hiç adil davranmamıştı.

“seçim şansın oldu defalarca.” yazdı daktilo. “sen çoğu zaman yanlış olanı seçtin.”

“doğru seçimlerimde oldu zamanında. zamanında ben de iyi olabilirdim. şartlar beni bu hale getirdiyse, benim suçum ne?”

“en son ne zaman gerçeği sorguladın?”

“bir daktilodan felsefe dersi almaya niyetim yok! buradan nasıl kurtulacağımı yaz bana!” öfkesi gittikçe büyüyordu daktiloya karşı. tüm yaralarının kabuklarını koparmıştı daktilo. bu sayede aslında hiçbir yarasının kapanmadığını anlamıştı.

“buradan gerçeği sorgulayarak çıkacaksın…”

bir sessizlik oldu. kafasında olanları toparlamaya çalışırken daktilo tekrar yazmaya başladı.

“buraya nasıl geldin?”

“soru mu şimdi ? arabayla ofise gidiyordum sonra-“ hatırlamıyordu… “hatırlamıyorum.”

“eğer geçmişe gitme şansın olsa -bir saatliğine, nereye giderdin?”

sorunun ne anlama geldiğini bilmiyordu. ama gözünün önünde canlanan sahne gerçek gibiydi.

okuldan geldikten sonra hemen ödevlerini bitirmiş dışarı çıkmıştı. annesi akşam yediye kadar dışarıda kalmasına izin veriyordu. koşarak mahalleden tüm arkadaşlarını topladı. sıcak bir yaz akşamı yapılabilecek en harika şeyi yapmaya, komşularının meyve bahçesine dalmaya gidiyorlardı.

aksi huysuz ihtiyarın teki olan bahçe sahibi eğer onları görürse üzerlerine soğuk su tutuyordu. ne kadar yaz da olsa insanı hasta etmeye yetiyordu kireçli kuyu suyu. kimse yemeyecekse eğer onca kiraz neden sarkıyordu dallardan? kiraz ağacının en tepesinde henüz kızarmış kirazları ceplerine doldurmaya, aşağıda bekleyen arkadaşlarına atmaya, arada bir de –kaçamak- yemeye başlamışlardı. derken olan oldu. her zaman bekçi kulübesinde kilitli duran köpekler havlayarak onlara koşmaya başladı. hemen ağaçtan indiler. beş velet olanca hızlarıyla koşmaya başladılar. bahçeyi çevreleyen tellerin altından hızlıca geçip köpekleri ektiler. nefes nefese kalmışlardı. biraz dinlendikten sonra sokağın başındaki çeşmede kirazları yıkadılar. üst mahalledeki parkta oturup kirazları bir güzel yediler. yediği en lezzetli kirazdı. o kirazları tamamen özgür biri olarak yemişti… özgürlük, ter kokan dokuz yaşında bir veletti onun için…

gitmek istediği bir saat, o tam anlamıyla özgür olduğu, bir şeylerin anlamlı olduğu, annesinin sırtına havlu koyduğu, babasının cebinden bozuk para çaldığı zamandan başkası olamazdı… en büyük derdi ertesi gün yayınlanacak çizgi filmin olduğu zaman…

“kendini kısıtladın, özgürlüğünü sen kaybettin… çok hata yaptın… ”

“evet…”

“baban ölmeden onu ziyarete gitmedin… lisede ki o kızı sen terk ettin, seni dost sayanları aramadın, çıkarlarının peşinde koştun, en yakın arkadaşına ihanet ettin.”

“bunları nerden biliyorsun?!”

“bunları nerden bildiğimin önemi yok… aslına bakarsan artık bunların da bir önemi yok… artık bir karar vermelisin…”

“ne hakkında?”

“hayatın hakkında… özgürlüğün hakkında… kararların hakkında… hayat bizim yapabileceğimiz şeylerden, yapmadıklarımızı çıkarınca kalanlardır… senin elinde hiçbir şey kalmamış.

aileni küstürmüş, arkadaşlarını satmış, sevdiklerini kırmışsın. güzel anılarının hepsi çocukluğunda. büyükçe daha da mutsuz olmuşsun. ve mutsuzluğun seni sürüklermiş buraya. benim yanıma.”

“kimsin sen?”

“doğru soru; ‘nesin sen?’ olacaktı. doğru cevaplar için doğru sorular sorman lazım… sen hala bir soruma cevap vermedin. nasıl geldin buraya?”

kafası allak bullak olmuştu. bir sigara daha yaktı. paket hiç azalmıyordu. öksürmeye başladı. ardı ardına öksürürken ağzından bir dolu kan boşaldı beyaz zemine. sandalyeden düştü. hızlı hızlı nefes alıyordu. canı yanıyordu. sesler duymaya başladı. odanın içinde bulanık sesler dolaşıyordu. ‘şarj edin… açılın…’ göğsünde dayanılmaz bir acı… ‘nabız yok… tekrar…” bir dayanılmaz acı daha.

“saat kaç?”

“neden bahsediyorsun sen?” öksürmeye devam ediyordu. saatine baktı. hala iki çeyrek. oysaki saatlerdir burada olmalıydı.

“nerdeyim ben?”

yere akan kanları toplanıp sehpanın kenarından yukarı doğru aktılar. evet yukarı aktılar. daktilonun altında yok oldular. daktilo yeniden yazmaya başladı. toparlanıp ayağa kalkmak isterken tekrar o acıyı hissetti. son bir gayretle okumaya başladı.

çıt-çıt-çıt.

“ olmak istediğin yerdesin… hayatın boyunca saflığını koruduğun lekelenmesine izin vermediğin vicdan evindesin. burası senin mabedin. gizli bahçen. kendinle yüzleşmen gereken ama hiç uğramadığın yer... kirlenmemiş olması, senin iyi birisi olduğun anlamına gelmez. tamamen hiç uğramamandan kaynaklanıyordu. vicdanına hiç el sürmemiştin. sonunda uğradın, artık gitmekte özgürsün…”

yere devrildi. nefes almakta güçlük çekiyordu. sesleri yeni duymaya başlamıştı. ‘kalbi atmaya başladı’ … ‘solunumu çok zayıf…’ … ‘ entübe edelim…’

***

koltuk değnekleriyle çamur zeminde yürümek zordu. iki ay önce geçirdiği bir trafik kazasının, ömür boyu armağanı. öğle yemeğinden dönerken ışık ihlali ve bum! zar zor ayakta durduğu çamur, ilerledikçe üstüne başına sıçrıyordu. iki kırık kaburga, biri kırık diğeri çatlak ayak kemikleri, beyin sarsıntısı, parçalanmış bir karaciğer… ayakta durması bile mucizeydi. hastaneden bu gün çıkmıştı. taksiye atlayıp ilk buraya gelmişti. daha evvelden pek sık uğradığı bir yer değildi burası. solmuş çiçekler, yaşlı ağaçlar, yazısı silinmiş mezar taşları. uzun bir arayıştan sonra buldu.

“buraya daha erken gelmeliydim… hatta hiç gitmemeliydim…”

annesinin mezar taşına sarılarak ağlamaya başladı.

güzel günler olacaktı. artık vicdanının kapısını aralamıştı… *

edit: öykü kendi başlığına taşındı.
edit2: imla