bugün

Anlatılan olaydan alınması gereken ders.
Bir kuş soğuk bir kış gününde yiyecek bulabilmek için kanat çırpıp duruyormuş. Hava o kadar ayazmış ki minik kuş dayanamayıp karın üstüne düşmüş. Kuş çaresiz, soğuk karın üstünde ölümü beklerken oradan geçen bir inek kuşun üzerine sıçmış. Kuş öyle bi sinirlenmiş ki, kanatları donmamış olsa, kalkıp ineği dövecek.. Bi de bakmış ki bokun sıcaklığı ile kanatları çözülmüş ve yaşama geri dönmüş. Öyle bi sevinçle ötüyomuş ki, ordan geçen bi kedi de bunun sesini duymuş ve boku eşeleyip kuşu çıkarmış. Kuş buna çok sevinmiş, tam kediye teşekkür edecekmiş ki, kedi onu yemiş..

SONUÇ;
1-Her üstüne sıçanı düşman sanma.
2-Seni her boktan çıkaranı dostun sanma.
3-En önemlisi: BOKUN içinde MUTLUYSAN SEsini ÇıKARMA..

gibi bir örneği olan ders alınası konular bütünü.
alınması gereken ders , öğrenmen gereken kısım...
kıssadan hisse aldın mı kocum?
bu kıssa çok kısa ama, hisse sinden ne olur bunun,

hem nereye kadar böyle, boynuna hhoohhladığım benim,

zaten hep stand by you idi diyom yani, yani ani değil, yansız şansız sada ansız değil işte,
"Bir gun, bir bilge, kendi turleriyle ucmayi reddeden iki ayri cins kusa rastlar yol kenarinda.
Hayli merak eder bu iki farkli yaratigin nasil olup da kendi aileleriyle,
ait olduklari yerlerde yasamak istemediklerini, nasil olup da bir yabanciyi kendi kardeslerine yeglediklerini.
Biri karga, biri leylek...
O kadar farklidir ki kuslar ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine,
turdesleriyle degil de birbirleriyle ucmayi yeglediklerine.
Oyle ya, karga dedigin kargalarla ucmalidir, leylek dediginse leyleklerle.
Yaklasir ve merakla inceler kuslari. Ta ki her ikisinin de topal oldugunu kesfedinceye kadar.
O zaman anlar ki, birlikte kacar, birlikte ucar, beraber yasamalari beklenenlerin yaninda tutunamayanlar.
O zaman anlar ki, sahip olduklari degil, sahip olmadiklaridir kimilerini birbirlerine yakin kilan.
Topal kuslar birbirlerinin 'ariza'larini bilir ve somurmek ya da ortmek yerine kabullenirler oylesine.

En sahici dostluklar ortak varliklar uzerine degil, ortak yoksunluklar uzerine kurulanlardir.
Ortak aci, ortak huzun, ortak puruzdur esas yakinlastiran, yaklastiran...."
BiR grup eski öğrenci, emekli hocalarını ziyarete gitmiş. işlerinden ve
sorunlarından söz etmişler. Hoca, iş yaşamında her biri önemli yerlere
gelmiş eski öğrencilerine, kahve ikram etmek üzere mutfağa gitmiş. Biraz
sonra, değişik boy, renk ve kalitede birçok fincanın bulunduğu bir tepsiyle
geri dönmüş.

Kimi porselen, kimi seramik, kimi cam, kimi plastik olan fincanları ve kahve
termosunu masaya koyup, kahvelerini oradan almalarını söylemiş.

Tüm eski öğrenciler, kahvelerini alıp koltuklarına döndüğünde, hocaları
onlara şunu söylemiş:

"Farkına vardınız mı bilmem. Zarif görünümlü, güzel, pahalı fincanların
hepsi alındı, masada yalnızca ucuz ve basit görünümlü fincanlar kaldı.
Elbette ki kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok normal ama
işte bu demin bahsettiğiniz problemlerinizin ve stresin nedeni. Hepinizin
istediği fincan değil, kahve iken, bilinçli olarak herbiriniz birbirinizin
aldığı fincanları gözleyerek, daha iyi olan fincanları almaya uğraştınız.
Yaşam kahveyse; iş, para ve mevki fincandır. Bunlar yalnızca yaşamı tutmaya
yarayan araçlardır ama yaşamın kalitesi bunlara göre değişmez. Bazen
yalnızca fincana odaklanarak, içindeki kahvenin zevkini çıkarmayı
unutabiliyoruz."
*
mehmet akif ersoy'un yazmış olduğu şiirdir;

geçmişten adam hisse kaparmış... ne masal şey!
beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna astığı
testilerle dereden su taşırmış evine.
Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış. Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış; ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve.
ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarım; diğeri dolu olarak varırmış iki sene her gün bu şekilde geçmiş. Adam her iki testiyi suyla doldururmuş ama evine vardığında sadece 1,5 testi su kalırmış.
Tabi ki kusursuz, çatlaksız testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş . Fakat zavallı çatlak olan kusurlu testi, çok utanıyormuş. Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırabildiği için de çok üzülüyormuş. iki yılın sonunda bir gün,
görevini yapamadığını düşünen çatlak testi,ırmak kenarında adama şöyle
demiş: 'Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene
kadar akıp gidiyor.' Adam gülümseyerek dönmüş testiye; 'Göremedin mi? Yolun
senin tarafında olan kısmı çiçeklerle dolu.
Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok.Çünkü ben başından beri senin
kusurunu, çatlaklığını biliyordum.. Senin tarafına çiçek tohumları ektim..
Ve hergün o yolda ben su taşırken,sen onları suladın. 2 senedir o güzel
çiçekleri toplayıp,masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın
olmasaydı evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim' diye cevap
vermiş.

Aslında hepimiz birer çatlak testiyiz Her birimizin kendine has kusurları
vardır. Fakat sahip olduğumuz bu kusurlar ve çatlaklardır hayatlarımızı
ilginç yapan,mükafatlandı ran, renklendiren. .
Etrafımızdaki her kişiyi,oldukları gibi kabullenin.. Onlardadaki
kusurları değil, içlerindeki güzellikleri görün

Can Dündar
hikayelerin sonunda çıkarılması beklenen sonuçtur. yok öyle bir hikaye zaten saman gibi okunamaz dimi olmaz böyle bir şey? yani illa bi sosyal mesaj illa bir sonuç kaygısı?be ne yaa.
bir evliliğin üzerinden 15 yıl geçer.

- aaaa, kocacığım sen kör müydün?
+ evet, 15 yıldır hiç yüzümüze bakmadın ki, hep elime baktın.
kıssa şehrinde yaşayan hisse isminde bir cariyenin kendini tanıtma biçimidir.
(bkz: nasrettin hoca)
yalnızca arif olan kişilerin alabildiği şey.
Kıssa

Denizli'de araştırma yapmak için kamp kuran bir grup üniversite öğrencisi,

kamp yakınına tüneyen bir Denizli horozunun sabahın erken saatlerinde

yüksek sesle ötmesinden çok rahatsız olmuşlar...

Sabahın köründe ortaya çıkan horoz, önce dikleniyor, sonra dakikalarca ötüyormuş...
Tabii ekipte ne uyku ne de huzur bırakmıyormuş...
Sonunda sabırlar tükenmiş...
Susturmak için başlamışlar horozu kovalamaya... Horoz önde.. Gençler peşinde...
Mahalle arasına dalmışlar... Kovalamacayı gören, fakat bir anlam veremeyen yaşlı dede, seslenmiş:
- Hey, evlatlar!.. Bu zavallı horozu niye ürkütüyorsunuz?..
- Dede, sabahın köründe ötmeye başlıyor, kampı ayağa kaldırıyor. O yüzden başını keseceğiz!..
- Yazıktır evladım yapmayın!.. demiş ihtiyar, bırakın, ben onun sesini keserim, bir daha da rahatsız etmez sizi...
Gençler bunun üzerine kovalamayı bırakmışlar.
Ertesi sabah, hafif "gak - guk" sesleri dışında horozdan kayda değer hiçbir ses çıkmadığını görünce de şaşırıp dedeye koşmuşlar:
- Yahu dede, ne yaptın da bu horozun sesini kestin?..
ihtiyar gülmüş:
- Kıçına zeytinyağı sürdüm. Horoz kabararak ötmeye yeltendiğinde, gerisi tutmuyor ki kuvvet alsın... Ancak "gak - guk" edebiliyor..

Hisse:

Arkan sağlamsa, istediğin kadar kabarır, diklenir, sözünü dinletirsin.
Arkan bir gevşemeye görsün, ancak "gak-guk" edersin *
profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı

herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu :

bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?

'50gm!' .... '100gm!' .....'125gm' ... diye öğrenciler yanıtladı.

bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem dedi profösör ama benim sorum şu
bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?

'hiçbir şey' ..diye yanıtladı öğrenciler.

tamam peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu? diye sordu profesör bu kez



kolunuz ağrımaya başlardı efendim diye öğrencilerden biri yanıtladı

haklısın, peki şimdi ben 1 gün boyunca tutsam ne olurdu?

kolunuz iyice ağrır, kas spazmı & batar vs gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalırdınız! tüm öğrenciler çeşitli yorumlar yaptı ve gülüştüler



çok iyi. peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu?

diye sordu profesör.

hayır diye yanıtladı herkes

peki o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?

öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar.

acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda? diye tekrar profesör sordu.

bardağı bırakın düşsün! diye öğrencilerden biri yanıt verdi.

kesinlikle! dedi, profesör.

hayatın problemleri de böyle bir şeydir. onları kafanda birkaç dakika tutarsın. bir sorun yokmuş gibi görünür. uzun bir süre
düşünürsün. başınız ağrımaya başlar.

daha uzun düşünürsün. artık seni bitirmeye başlar ve hiçbir şey yapamamana neden olur.

hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir,

fakat daha önemlisi onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi). bu şekilde streste girmez, ve her gün taze bir beyin ile uyanır ve her konuyla ve yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz!

bu yüzden bugün ofisten ayrıldığınızda,

sevdiklerinize şunu hatırlatın :

bardağı yere bırakın bugün!

(alıntıdır) *
adamın biri afrika'da safariye çıkarken yanına minik kopeğini de almış .
minik köpek bir gün ormanda dolaşıp, kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken
kaybolduğunu fark etmiş. ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki karşıdan
bir leopar geliyor ve belli ki günlük yiyeceğini arıyor."şimdi başım dertte"
diye düşünmüş minik köpek. etrafına bakmış yerde kemik parçalarını
görmüş.hemen arkasını leoparın geldiği yere dönerek kemikleri kemirmeye
başlamış, bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş. leopar tam
saldıracakken minik köpek kendi kendine konuşmuş; "ne kadar lezzetli bir
leoparmiş. acaba etrafta bundan bir tane daha var mı?"

bunu duyan leopar bir anda donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanarak
dalların arasına saklanmış. "tam zamanında kurtardım yoksa bu köpeğe yem
olacaktım" diye düşünmüş leopar. bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın
üstündeki bir maymun olanları izliyormuş. bildiklerini kullanarak bundan
sonra leopardan kurtulabileceğini düşünmüş.

leoparin yanina giderek neler olduğunu anlatmış. leopar köpeğin yaptıklarına
çok sinirlenmiş ve maymuna "atla sırtıma, gidip şunu yakalayalım" demiş.
ancak minik köpek neler olduğunu ve leoparın sırtında maymunla birlikte
süratle kendisine yaklaştığını fark etmiş. "şimdi ne
yapacağım" diye düşünürken kaçmaya teşebbüs etmemiş.bunun yerine arkasını
leoparın geldiği yöne dönerek, kemikleri kemirmeye devam etmiş.

tam leopar saldıracakken yine kendi kendine konuşmuş; "bu aptal maymun da
nerede kaldi? yarım saat önce bir leopar daha
getirsin diye gönderdim, hala haber yok!"

hızlı düşün, sakin ol, güçlü görün..
Günlerden bir gün, zengin bir baba, oğlunu köye götürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı; insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir günlerini geçirdiler. Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu:
-insanların, ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü oğlum?
- Evet, dedi oğlu.
- Ne öğrendin peki?
- Şunu gördüm baba: Bizim evde bir köpeğimiz var; onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var; onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var; onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar; onlarsa bütün bir ufku görüyorlar.
Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı. Oğlu ekledi:
- Teşekkür ederim baba; ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için. (Alıntıdır.)
behlül dana hazretleri, bir gün halife harun reşid'in yanına üstü başı perişan bir halde çıkagelir. halife sorar :
-behlül bu ne haldir ? nereden geliyorsun böyle ?
-sormayın hünkarım, cehennemden geliyorum.
-ee, ne var ne yok cehennemde. sıcak mı bari ?
-yok sultanım. ben hiç ateş falan görmedim. orada bulunanlara sordum, " burada hiç ateş yok mudur ? " diye.
-ne dediler ?
-"burada ateş olmaz. herkes kendi ateşini dünyadan getirir." dediler. ( alıntıdır )
behlül dana hazretleri hiç gülmezmiş. harun reşit, her kim kardeşinin güldüğünü görür, müjdeyi getirirse bir kese altın vereceğini vaat etmiş. behlül, bir gün bağdat sokaklarında gezerken bir kasap dükkanı önünde durmuş ve bir süre izledikten sonra gülmeye başlamış. bunu gören esnaf hemen harun reşit'e koşup haber vermişler. harun, behlül'ü huzura çağırmış. niçin güldüğünü sormuş. o ise şöyle cevap vermiş. " kasap dükkanında gördüm ki ak koyun ak bacağından, kara koyun kara bacağından asılmış. ben de senin işlediğin günahlar için benden de hesap sorarlar diye üzülürdüm. meğer boşuna imiş. "
ders alınması gereken hikayelerdir. Harun Reşit günlerden birinde Behlül D.' yi mezarlıkta ölülerin kemikleriyle oynarken görür ve behlül' e ne yaptığını sorar. behlül de " babanızın kemiklerini ayırıyorum" diye cevap verir ve ekler " ama hangisinin kölelerine, hangisinin babanıza ait olduklarını bir türlü anlayamıyorum!"
KISSADAN HiSSE…
Memleketin birinde Recep bey falcıya gider *
Falcı konsantre olarak gözlerini yumar ve konuşur:
Sizi büyük bir caddeden üzeri açık bir araba ile geçerken,
halkın yaptığı tezahüratı görüyorum der..
RECEP her zaman olduğu gibi pis pis sırıtır ve sorar:
Peki halk benden ve yaptıklarımdan memnun mu gözüküyor?
Falcı der ki. Evet her zamanki gibi.
Halk arabanın etrafında koşuşturuyor mu diye sorar Recep, falcıya?
Falcı. Evet arabanın etrafında deliler gibi koşturuyorlar der.
Polis yokmu? yolu açmakta zorlanıyormu polis der.
ilave eder Recep, insanlar bayrak, pankart taşıyorlar mı ellerinde?
Evet, her taraf bayrak. Bir sürü de ümit ve güzel bir gelecek
vadenen pankartlar taşıyorlar ellerinde der falcı.
Sahi mi! der Recep.? insanlar bağrışıp, Neşe içinde, şarkı ve türkü’de
söylüyorlar mı diye sorar?
Falcı: Evet, insanlar ümit dolu ve güzel bir gelecek vadeden cümleler
sarfederek sizin için bağırıyorlar. Şarkılar, türküler söyleyip çılgınca
eğleniyorlar. Hoplayıp, zıplıyorlar sevinçten der.
Peki, ben bu olanları ve hareketleri neden göremiyorum der, Recep?
Falcı…
Çünku tabut kapalı da ondan Recep bey der.
(#18277283)Ibretlik.
osmanlı padişahı yavuz sultan selim tebdili kıyafetle kuşlar çarşısını gezer. burada. avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli ,eğitimli, güzel kuşları satıyorlar.

bir ara gözü kekliklere ilişir padişahın bir grup kekliğin üzerindeki varakta, tane işi satış fiyatı 1 altın yazıyor hemen yanıbaşların da asılı adeta altın kafes içinde bir keklik daha var ki, fiyatı; 300 altın padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılır.

hayırdır der satıcıya bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1 altın, bu 300 altın.

satıcı bu keklik özel eğitimli çok güze ötüyor ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa onun etrafına doluşuyor der. tabi bu arada avcılarda o etrafta dolaşan keklikleri daha rahat avlıyor diye ekler satın alıyorum der padişah al sana 500 altın... parayı verir hemen oracıkta kekliğin kafasını keser.

adam şaşırır ne yaptınız en maharetli kekliğin kafasını koparttınız, yazık değil mi diye dövünürken;

padişah gürler:bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. bunun akıbeti er veya geç ölümdür...
birgün adamın birine gelmişler ve '' falanca seni öldürecek dikkatli ol '' demişler. bunun üzerine adam oradakilere '' o beni öldürmez çünkü ben ona hiç iyilik yapmadımki '' demiş. * *
Hz. Musa ile kâfir din konusunda tartışmaya girmişler. Sonunda "ateş yakalım ICINDEN GECELIM, kim yanmazsa o haklıdır" demişler.

hz. Musa rahat ama kâfir tedirgin. Kurnaz kâfirin planı musa'yı test etmek. O yüzden kendini garantiye almak için elele tutuşup geçelim diyor, hz. Musa kabul ediyor.

ateşin içinden elele tutuşarak geçiyorlar, ikiside sapasağlam. Musa soruyor,

- ya rab! Beni anlarım da bu kâfiri ne diye yakmıyorsun.

rab cevap veriyor,

"bilmez misin ya musa biz dostumuzun elinden tutanları yakmayız."

alın size kıssadan hisse. Bir kâfiri, sevdiği kulunun elinden tuttuğu için yakmayan yüce allahın yoluna dönün, onun merhameti sonsuzdur. Tövbe edin, dönüş onadır.