bugün

dilden dile anlatıldığında anlatılan kişinin tüylerini diken diken eden hikayeler bütünüdür. kemalistlerin sık sık çocuklarına anlattıkları hikayelerdir.

günün birinde viii. edward istanbul'a gelir ve kendisine ziyafet sofrası hazırlanır. domuz yahniler, marine edilmiş etler, elli yıllık şaraplar efendime söyleyeyim profiterol falan her şey hazırmış. atatürk, sormuş soruşturmuş her türlü ingiliz sofra geleneğini öğrenmiş.

ingiltere kralı şaşırmış tabi. "yahu bizim ülkede bile böylesi yok." demiş. şanssızlık o ya, tam o sırada türk garsonlardan birisi elindeki tepsiyi düşürüvermiş. ingiliz kralı "vay anam gitti ipek kravat. pantolonu da yeni almıştım vişne lekesi de çıkmaz." derken atatürk geceye damgasını vuran sözlerini eder. "biz bu millete her şeyi öğrettik ama uşaklığı öğretemedik."

ingiliz kralı boynunu yere eğer. söyleyecek söz bulamaz. masadakiler alkışlar eşliğinde "türkiye laiktir laik kalacak." diye haykırmaya başlarlar. herkes türkiye cumhuriyeti'nin büyüklüğü karşısında hayran kalır. o sırada türkiyeyi işgale gelen ingiliz donanması yolda geri dönüş emri alır.
en azından allah diyen aslan tarzı dinci hikayelerinden daha mantıklıdır.
ayrıca en azından götünden "biz 5.000 yıllık bir halkız, öyle ki vakti zamanında mezapotamya..." şeklinde kolpalar savuran kürt masallarından da mantıklıdır.
bir gün uzak ülkenin birinde meydanı boş bulan itler, ölünün arkasından hayasızca konuşacak kadar alçalıp kendisi hakkında atıp tutmaya başlarlar. bunda şaşılacak bir şey yoktur ancak; zira yaşarken söylenemeyenleri ve kuyruk acılarını ancak ölünün arkasından kusmak bu güruhun karakteristik özelliklerindendir.

nitekim ata'nın ruhu bu kepazeliklere daha fazla aldırış edemez ve düşmanımın düşmanı dostumdur mantığıyla işbirliği içinde bulunan, yüz yıl öncesinin tozlu sayfalarında kalmış monarşik tahtın yalayıcılarını ve dağ gezginlerini bir meydanda toplar.

'' efendiler derdiniz nedir? söyleyin ki yarım kalmış hesap bulunmasın; başlattığımız harekatın büyüklüğünü ve niteliğini anlayamayanlara her konu açıkça izah edilsin.'' der. ne var ki yaptığı en iyi iş atıp tutmak olan bu güruhtan çıt çıkmaz. ata sorusunu yineler ama meydanda ölüm sessizliği hüküm sürmektedir.

hayatlarında duymadıkları korkuyu bir ölünün ruhundan ötürü duymuş olmanın şaşkınlığı içinde evlerinin yolunu tutar o meydanda toplanmış olanlar.
son paragrafını yazarın uydurduğu hikayedir. ayrıca ingiliz donanmasının istanbul'dan gitmesine neden olan kimdi acaba ?
--spoiler-- atatürk ve çarşaflı yaşlı hatun--spoiler--

bir gün atatürk yine anadolu turnesine çıkmıştır. her zamanki gibi yalnızca sivas'ın batısındaki vilayetleri dolaşmakta, elitist kesimin sorunlarını dinlemektedir.

tam o sırada karşısına kara çarşaflı yaşlı bir hatun çıkıverir. "atam atam, sen bizi kurtardın ya gavurun elinden. dile benden ne dilersen." diye kalabalığı yararak bağırmaya başlar. atatürk, mavi gözleriyle çakmak çakmak yaşlı hatuna bakıverir ve "tamam teyzeciğim, o zaman benim için başörtünü çıkarır mısın?" der.

kadın tek hamlede çarşafını açıverir, çarşafın altından çıkan röfleli dolgun saçlarını iki kez sağa-sola savurur ve elindeki "empati" isimli kitabı açıp okumaya başlar. atatürk'ün yaptığı bu hareketin ardından kara bulutların ardından güneş gözükür ve etraf aydınlanır. erkekler feslerini çıkarıp şapka giyerler, genç kızlar şort, yaşlı bayanlarsa döpiyes giyerek saçlarını boyatırlar. herkes vals yapıp fransızca konuşmaya başlar ve ülke kurtulur.
pek ibretlik değildir esasen. mesela en önemlisi olarak görülmüş olacak ki örnek olarak gösterilen bir tanesi atatürk'ün kıvrak zekasını unutanlara hatırlatır. ha kimileri, ideolojilerinden midir, adetlerinden midir her hikayede ibret aradığı için başkaları da öyle yapıyor zanneder. yok olm yok işte. bak atatürk "biz bu millete uşaklığı öğretemedik" dedi ve bitti. akabinde reha yeprem yakasız gömleğiyle boy göstermedi. yok öyle bişey.
ibretlik dini hikayelerle aynı sözlü gelenekten kaynaklanır. tüm modernlik çağdaşlık vs. söylemlerine rağmen rivayet, hadis ve ibret verici didaktik menkıbe kültürünün kemalizm dinine uyarlanmış şeklinden başka bir şey değildir.
misal: (bkz: che guevara nın sırt çantasından nutuk çıkması)
bir komutan çıkar ve bir savaşta askerlerine savaşmayı değil ölmeyi emreder. 250 bin asker ölür. çok vakit geçmeden uğruna savaşıldığı iddaa edilen ve 250 bin insanın kanıyla sulanmış toprakları gavurlar ıslık çalarak, kolbastı oynayarak işgal eder.

bu olaydan yıllar sonra memleket her okula, iş yerine, banknota, kitaba bu komutanın resmini koyar.
vatanı kurtaran dedelerine öncülük etmiş, hayatını bu uğurda gözünü kırpmadan gözden çıkarmış ölümlerden dönmüş, uyku uyumadan yemek yemeden cephelerde önderlik etmiş Mustafa Kemal atatürk'e nereden nasıl çamur atsak da hainliğimizi, kadir kıymet bilmezliğimizi göstersek diye uğraşan zavallı cahil beyinlerin;
bugün özgürce konuşabilmelerine ve kendilerine ait bir "ülke"de yaşayabilme imkanı vermiş insanların mezarda kemiklerinin sızlamasına sebebiyet veren;
okuyup yazsa da, cehaletin yakasını bırakmadığı kimi yurdum gençlerinin kendince alay ettiği atatürk ve beraberlerindekinin, başLARından geçmiş, onLARa olan sevgiyi ve saygıyı da gözler önüne getirdiği için kuyruk acısı yaratan hikayelerdir.
öyle kimi zaman gurur okşanması için kendin çal kendin oyna tadında hikayelerdir... hiç yabancı arşivlerde rastlayamadığımız hikayelerdir zira türk arşivlerinde de rastlayamazsınız... ben göremedim? (bende müslüman türk vatandaşıyım çıkıntılık olsun diye yazmadım ama gerçekler bunlar.)

(bkz: hocam başlık hatalı)
(bkz: hocam ibretlik demişsin ama bu yarılmalıkmış)
(bkz: fantastik hikayeler)
(bkz: kemalcan harikalar diyarında)*
(bkz: kemalist davranış bozuklukları)
bi gün bi matamatik hocası küçük mustafa'nın yanına gelir ve der ki;

- senin adın mustafa benimki de mustafa. ikimizi hep karıştırıyorlar. o yüzden sana mustafa kemal diyelim, der.

sonra da bizim bu hikayeye inanmamızı isterler.
(bkz: dincilerdeki ibretlik hikaye merakı)

(bkz: sır kapısı)

(bkz: sınır ötesi)

(bkz: canakkalede savasmıs yesil sarıklılar)
çüke inananların el kitabı
bölüm: a
konu: ağız ishali

kuşkusuz sizi bok atın diye yarattık...
çoğu gerçek hikayelerdir. ama komunist,fetocu,amerikancı insanlar bu hikayeleri gülünç bulur. şu anda nasıl yaşadığını bilmeyen kansızlar atatürk ile ilgili herşeyi komik bulur. çünkü atatürk bu insanların dedelerine, ninelerine özgür yaşam hakkı tanımak için mücadele etti. seversen sikilirsin, sikersen sevilirsin derler ya... atatürk kendi halkını sikmedi diye bu kadar komik bir adam oldu. atatürk'ü komik bulan insanlara bırakın özgürlüğü bundan sonra yaşama hakkı bile fazla. lan şerefsiz yaşama hakkını sen bu yüce insan sayesinde elde ettin. şimdi ingiliz, amerikan himayesi altında ananızı sikerlerdi. yatın kalkın atatürk'e, inönü'ye ve silah arkadaşlarına dua edin.
'...Konuştu ve öldü

Ancak bu muğlaklığa ve belirsizliğe 112 yaşındaki Urfa Birecik'li Abdullah Çiftçi son verdi. Çiftçi, 1938-1939 yılları arasında Dersim Hozat Piyade Birliği 2. Tabur'da erdi. isyanın en acımasız bastırıldığı dönemde, isyana kaynaklık eden en stratejik bölgede emir kulu olarak görev yaptı. isyanda yaşadıklarını ölümünden sadece bir hafta önce 69 yıl sonra 112 yaşına geldiğinde anlattı ve anlatımlarının kameraya kaydedilmesini istedi. Çiftçi katliamda yaşadıklarını anlattıktan bir hafta sonra, 3 Ocak 2007 tarihinde yaşamını yitirdi. Çiftçi, kamera kaydında Hozat'taki ilk günlerini şöyle anlatıyor: 'Dersim'e gittiğimizde Hozat'ta cepheye verdiler. Görev yaptığım birimin ismi Hozat Piyade Birliği'ydi. Bölüğümüzün çoğunluğu Urfalı'ydı. Askerler hep Kürttü. Sarp bir coğrafyası vardı. Dağlar çok yüksekti, tıpkı Ağrı Dağı gibi. Erkekleri hayvan derisinden çarık giyerlerdi. Ne kar bilirlerdi, ne soğuğu. Çok dayanıklı ve güçlülerdi.'

Üzerimize taş atarlardı

Abdullah Çiftçi'yi en çok etkileyen şey operasyonlarda yaşadıkları olmuş. Çiftçi, operasyonlar sırasında köylülerin silahla değil, taşlarla kendilerine karşı savaştıklarını anlatıyor: 'Kış mevsimiydi. Köylere operasyona çıkıyorduk. Operasyona gittiğimiz köyleri önce çembere alırdık. Bu sırada köyün çevresine yerleşen isyancılar üzerimize taş atıyorlardı. Atılan taşlar çığa sebep oluyordu. Çığ yüzünden çember dağılır, düzenimiz bozulur, zayiatlar oluşurdu. Bazen 100 askerin öldüğü olurdu çığ yüzünden. Operasyonlar sırasında çatışmalar da olurdu. Bazı günler 10 isyancıyı ölü olarak ele geçirirdik.'

Hayvanları kesip yerdik

Abdullah Çiftçi, dağ başlarına operasyona çıkan askerlerin yiyecek ihtiyacının nasıl karşılandığına da açıklık getiriyor ve şunları söylüyor: 'Gıda sorunumuz yoktu. Ahırlardan binlerce inek çıkardı. inekler küçük memeliydi. Onların hayvanlarını kesip yiyorduk. Onların köpeklerini, eşeklerini serbest bırakıyor, geri kalan hayvanları kendimize alıyor, sonra da evlerini ateşe veriyorduk. 2 yıl böyle sürdü.'

Abdullah Çiftçi, köy baskınları sırasında yaşanan katliamları ise ayrıntılı şekilde anlatıyor. işte Çiftçi'nin anlattıkları: 'Operasyonlar günlerce sürerdi. Köylere gittiğimizde köyün yetişkin erkekleri kaçardı. Sadece çocuklar ve kızlar kalırdı köylerde. Ambarlarını, ahırlarını ateşe veriyorduk. Sonra onların çocuklarını, kızlarını, kadınlarını hepsini ağır makinalı silahların önlerine verip öldürüyorduk. Kanları sel gibi akıyordu. Kimseyi dinlemiyorduk. Tuttuk mu bırakmazlardı, öldürürlerdi.'

Çocuklar birbirine sarılırdı

Çiftçi, özellikle bir bölümü anlatırken gözyaşlarına hakim olamıyor: 'Allah kimseye göstermesin gördüklerimi. Müslüman Müslüman'ı vuruyordu. Çocuklar birbirlerine sarılırlardı. Candı, ne yaparsın. Sonra çığlıkları gökyüzüne yükselirdi. Kanları sel olup akardı. Hala o çığlıklar kulaklarımda, bir türlü gitmiyor.'

Türk köyüne dokunmadılar

Çiftçi'nin anlatımları katliam sırasında yaşanan çifte standardı da gözler önüne seriyor: 'Hozat'ın karşısında bir köy vardı. Ona dokunmazlardı. Türk köyü olduğu söyleniyordu. Operasyona gittiğimizde komutanlarımız sadece köyün içine girerlerdi. Bizim girmemize izin vermezlerdi. Kendileri bizzat sağ olanları çıkartırlardı.'

inönü vurun dedi

Çiftçi, katliam emrini kimin verdiğini de açıklıyor. Çiftçi, katliam emrini Atatürk'ün değil inönü'nün verdiğini söylüyor: 'Niçin katlettiğimizi bilmiyorum. Askere gitmedikleri söyleniyordu. Kürtler miydi, gavurlar mıydı bilmiyorum. Savaşıyorduk. Onlar bizi, biz onları öldürüyorduk. Atatürk savaşın çıkmaması için çok çabaladı. Atatürk kırmadı, Atatürk öldükten sonra inönü dedi ki vurun. 38'de isyan tamamen bastırıldı.'

Ben gördüm

Peki, ibrahim Çiftçi olaylardan sonra vicdan azabı duymuş muydu? işte Çiftçi'nin soruya verdiği yanıt: 'Gördüklerim söylenmez... Söyleyemem. Ama ben gördüm, yaşadım. Geçen yıllarda hocaya gittim. Hocaya olayları anlattım. Yalnız dedim ki namlumu kimseye çevirmedim. Onları vururken zorlanıyorduk. Ama elimizden bir şey gelmiyordu. Ne yapabilirdik ki. Ben rahatsız olsam ne yapabilirdim ki. Askerim ben. Köyleri hep yaktık yıktık. Bir kişi dahi sağ bırakmadık. Yaktığımız köy sayısı 10 kadardı. Hatırladığım köy isimleri Karaoğlan, Ayvacık, Qazi köyleriydi. Hala Dersim'e giden askerlere soruyorum oraları. Hala o köyler yıkıkmış...'

Çığlık çığlığa uyanırdı, vicdan azabı içindeydi

Abdullah Çiftçi'yi tanıyan herkes, Çiftçi'nin Dersim'de askerlikten döndükten sonra uzun süre içine kapandığını, kimseyle konuşmadığını belirtiyor. Oğlu Yusuf Çiftçi, babasının bazı geceler uykusunda konuştuğunu, bazen de çığlık çığlığa uyandığını söylüyor. Çiftçi, babasına ilişkin şunları anlatıyor: 'Öleceğine yakın herkese Dersim'de yaşadıklarını anlatmaya başladı. Sık sık Allah kimseye göstermesin, gördüklerimi, yaşadıklarımı derdi. Dersim insanına çok yakınlık duyardı. Dersim'e askerliğe giden köy gençleri ile konuşur, oraları sorar, bilgi almak isterdi. Son olarak konuşacağım, kameraya alın dedi. Zaten konuştuktan bir hafta sonra da merdivenden düştü ayağını kırdı. Doktorlar ayağı düzelmiş dediler, ama kısa süre sonra yaşamını yitirdi.'

Çiftçi'yi yakından tanıyanlardan biri de Aşağı Karkutlu Köyü Muhtarı Ethem Polat'tı. Polat, Çiftçi'yi şöyle anlatıyor: 'Anlatınca dalar giderdi. 'Komutanlarımız Türktü ama asker ağırlık olarak Kürttü' derdi. Anlatırken sürekli duygulanıp ağlardı. 'Nasıl böyle bir şey oldu' deyip duruyordu. Sürekli 'anlatılmaz' diyordu. 'Allah kimsenin başına vermesin' derdi.

Vicdan azabı içindeydi...

Dersim Katliamı

Dersim isyanı, 21 Mart 1937 gecesi başladı. isyan kısa sürede genişledi. isyanın genişlemesi üzerine devlet isyanı bir dizi harekat ile denetim altına almaya ve bastırmaya çalıştı. Özellikle Laç Vadisi ve Kutu Deresi bölgesinde binlerce kadın ve çocuk öldürüldü. isyan sırasında 9 adet savaş uçağı kullanıldı. Köyleri bombalayan, sivil katliamlar gerçekleştiren uçakları kullananlardan biri de Türkiye'nin ilk kadın pilotu Sabiha Gökçen'di. isyan sürerken 1937'de isyan lideri Seyit Rıza idam edildi. 1938'de bastırılan isyanda 90 bin Kürt katledildi. isyandan sonra da Dersim ismi Tunceli olarak değiştirildi. Binlerce Dersimli de yerinden yurdundan edilerek sürgüne gönderildi. Dersim'de yaşananlar çok çevre tarafından katliam olarak değil soykırım olarak tanımlanmaktadır. '

http://www.savaskarsitlar...ID=5&ArsivAnaID=37340
(bkz: bu masada 32 kral 62 cumhurbaşkanı var)
efendim ağızlarından çıkan kemalizm lafı bile bir masaldan ibarettir.

çünkü kemalizm diye adlandırılan düşün yapısı bir hayal ürününden ibarettir.
okuyup okuyup öğretmen, mühendis, doktor olduktan sonra cemaat abileri olmadığı kimsenin pis sakalını yalamadığı için iş bulamaması. sanırım en büyük ibret alınacak şeydir.

paraya imanını,şerefini satanlar ibret alır mı bilmem ama!
cia çiftliğindeki ağlak abiye selamlar olsun!
(bkz: azınlıkları söküp attım ismet)
ulusalcı forward maillerde dolaşan bu hikaye kanuni sultan süleyman ile sadrazamı arasında geçen bir konuşmanın çarpıtılarak atatürk'e yamanmış halidir.
http://www.bugun.com.tr/k...-soylemisti-makalesi.aspx
atatürk diktatör müdür sorusu gündeme geldiğinde illa ki anlatılan, atatürk'e diktatör diyen hainlere kendi ağzından tokat gibi bir cevap olsun diye aktarılan bir hikâye de şöyle bir şey: bir gazeteci veya her kimse artık (yabancıydı sanıyorum) atatürk'e "sizin için diktatör diyorlar, ne diyorsunuz" der. ata da şöyle cevap verir: "diktatör olsaydım bana bu soruyu soramazdın". bu da ata'nın diktatör olmadığının kanıtı olarak sunulur. üstüne söz söyleyen de atatürk düşmanı, vatan haini, sorospu çocuğudur, piç mihraktır.
cumhuriyet kurulmuş, halkın refah seviyesi aniden yükselmiş, herkes laik herkes mutluyken köşkte atatürk için bir davet yapılıyor. davete de dünyanın dört bir yanından dalyanlar davet ediliyor.

neyse, hepsi masaya oturuyor ancak bi kıllık var. ingiliz atatürk'e dik dik bakıyor. laik ve demokratik cumhuriyetin karşısında öfkeli bakışlarla duran bu ingiliz herkesi huylandırıyor ve atatürk'ün emriyle derdi nedir diye soruluyor.

-benim babamı öldürdünüz çanakkale'de, diyor ingiliz.

lafı yetiştiren kişi de eğiliyor atatürk'e ve iletiyor sözü. atatürk sinirleniyor, kollarını masaya dayayarak çakmak gözlerini dikiyor ingiliz'e ancak yanındaki yaverine konuşuyor.

- sor bakalım babasının ne işi varmış orda?!?! diyor. yaveri orada baygınlık geçiriyor, masada dev bir rüzgar esiyor adeta. bayrak göndere çekilip masadaki tüm yabancı konuklar istiklal marşı'nı söylemeye başlıyorlar.
hikaye ile atılan sloganların uyumsuzluğudur. garson, uşak bilmem ne sonra türkiye laiktir laik kalacak.
(bkz: kıçımla güldüğüm başlıklar)
ingiliz kralının karşısında sanki eylemci tkp gençliği var. bağırmaya başlıyorlarmış.
(bkz: başlık sıçmak)
7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. yalnız ve içine kapanık biri olarak yaşamaya, oradan oraya sürüklenmeye başladı.
8 yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı. zamanını tarlalarda kargaları kovalamakla geçirdi.
10 yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki hocasından dayak yedi. ailesi onu okuldan aldı. sinirden ve korkudan üç gün evinden çıkamadı.
17 yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.
24 yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi ve 2 ay tek başına bir hücrede hapis yattı.
25 yaşında sürgüne gönderildi.
27 yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı, kendisinin de üyesi olduğu derneğin çalışmaları ile kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu. doğduğu şehrin merkezinde rakibi törenlerle karşılanırken, o kalabalık arasında yalnız başına olanları izliyordu.
30 yaşında kendisi başka şehirleri düşman elinden kurtarmaya çalışırken, doğduğu şehir düşmanların eline geçti.
30 yaşında amiri, onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. aylarca boş kaldı.
37 yaşında böbrek hastalığından viyana’da iki ay hasta ve yalnız halde yattı.
37 yaşında komutan olarak yeni atandığı ordu, dağıtıldı.
38 yaşında savunma bakanı tarafından görevinden atıldı.
38 yaşında bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu ve başkasından bir redingot ödünç aldı. ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı.
38 yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkarıldı.
38 yaşında en yakın beş arkadaşından üçü, onun kongre temsil heyetine üye olmaması için oy kullandı.
39 yaşında idam cezasına çarptırıldı.

(bkz: mustafa kemal atatürk)

var mı ötesi?