bugün

Yüz yıldan fazla bir zaman önce arkadaşı Süleyman Nazif'e yazdığı mektubun bir yerinde, içinde yaşadığı yapıyı şöyle tanımlıyor Tevfik Fikret:

"işte namus-u kalem, namus-u matbuat, namus-u edeb. o da öldü, o da çiğnendi"

Günümüzde kendilerini en büyük şair, en büyük öykücü, en büyük romancı en büyük eleştirmen ilan edenleri imliyor sanki. Çok iyi bildikleri halde hayatın kımıltısını görmezden gelen babaların oğullarını ödüllendirdiğinin, kalemlerini siyasete kul ettiklerinin yakın tanıkları olarak yaşam ve edebiyat adına üzülüyoruz. Bu tablodan sızan hüznü görmezden gelerek alkışlara boğanların varlığı, has şiirin peşisıra gidenlerin bir avuç kaldığını anımsatıyor bize. Şiire ulaşmanın, onu yakalamanın zorluğu da bu noktada ortaya çıkıyor. Düzenin dümen suyundaki kırıntılarla beslenen kişinin kendini en baba şair ilan etmesi, ele geçirdiği köşelerde kendi reklamını yaparken düzene de hizmeti görev olarak benimseyip, planlı bir öğretiyi pompalaması, kalabalıkların düş, düşünce denizlerinde safraların birikmesine neden oluyor. Ama zaman asla bu kandırmacayı yutmuyor. En kirli denizin kendini nasıl akladığını göz önüne getirelim ve insana ait sözün de sinesindeki kiri ilelebet barındırmayacağını edebiyatın kendi tarihinden bilelim.

"Şiir tükendi" söylemini sayfalar dolusu çoğaltarak anlatanların, öte yaşam düşünü gerçekmiş gibi topluma giydirmeye uğraşanları, babadan oğla geçen şairlik saltanatını olumlayanları görmezden gelmelerini, hatta alkışlamalarını akıl almıyor. Akıl deyince, toplumun alt ve üst yapısında dumura uğratıldı bu nesne. Altta kalanın canı çıksın, deyişi bir kural haline getirildi. Eteklerinden kan, ahlaksızlık, inançsızlık sızan böylesi bir yapıdan şiirin gürül gürül akacağını beklemek safdillik olsa gerek. Şiir hızını ince bir ahlaktan, bilgiden, yaşamdan alıyor. Ahlağın, bilginin, kımıltıların birikimi sözü dinlenir, yazıyı okunur kılıyor. Her fırsatta şiirin tükendiğinden söz edenlere patır patır çiçeklenen dalları, bir kadın gibi kabaran toprağı, dikenli bahçelerde açan gülleri göstermek gerek. Yanılmıyorsam Voltaire şöyle diyordu:

"Gübrenin içinde can bulan böcek, fesleğen kokusundan nefretle kaçar"

Şiirin, kalabalıklarla olan ilintisini ve kendi içindeki yalnızlığını göstermek açısından A.H.Tanpınar'ın, kırkaltı yıl önce A.Cimcoz'a yazdığı bir mektubun birkaç satırını da alıntılamak istiyorum:

"Benim istediğim, insanın ötesiydi, yoksa satıhtan ve toplama izler, şark sanatının tek özelliği, her türlü acemiliği mazur gösteren ve hatta tatlı kılan bir dışavurumculuk değildi. Musiki bu derinliği mükemmelleştirmek, ona biçim vermek için gerekti. Şiirin ne olduğunu biliyorum ve yapamadım. Dostlar halk şiirini, Karacaoğlan'ı filan seviyorlar; bana bunlar çocuk ağzıyla konuşan Nasrettin Hoca, bakire oldukları için kendilerini genç ve taze sanan ihtiyar kızlar gibi geliyorlar. Yüzeyden toplanmış herkesin malı şeyler. Ufak onarmalar, göz süzmeler. Kedi yavrusu da yapar onu. Sa'nat ayrı bir şey. Hele şiir büsbütün ayrı. Şiir, dili piyano filan gibi, şahsi bir alet haline getirme sanatıdır. Örneğin Beethoven'da olduğu gibi. Sonat, yahut kuartet, solo, tek başına ve bütün etrafını beraberce yaratarak!Ve seni bütün korkularınla, rüyalarınla vererek ve tavla zarı gibi her mümkün olayın tesadüfünü ortadan kaldıracak bir şekil ile kendisini vermek. Bütün mesele görüntü denen şeyde: Ve ona verilen biçimde. Çünkü, güzel dize yeterli değil insan her gün birkaç tane güzel dize yapabilir. Fakat böylesi otuz güzel dizeden bir şeyler yapamaz. Güzel dize, inci avcılığı gibi bir şeydir. Şiir,inci avcılığı ve eskilerin dediği gibi mücevher hokkası, değildir. Bir organlaşma, bir vücud bulmadır."

Böylesine bir tanımdan sonra şairliğin hiç de kolay bir iş, zanaat olmadığı anlaşılıyor. Eğitimi, öğretimi, anlamaları, hayatı ve yetisiyle ipince bir şair kimliğine erişmek de şiiri kotarmaya yeterli olamıyor zaman zaman. Bunca zorluğa rağmen "aşığın yokluğu aşkın yokluğu demek değildir." Şiir olanca haşmetiyle gözümüzün iliştiği her yerdedir. Yani şiir asla tükenmez. insanın yapıp etmeleri yeryüzünde kımıltılar yarattığı sürece, düşleri ve düşüncesi doğayla örtüşdüğü sürece şiir var olacaktır. Şair eksilebilir, tükenebilir. Bu durum şairin kendi iradesiyle içine düştüğü bir durumdur. Tarihi, ekonomiyi, siyaseti en ince ayrıntılarına kadar bildiği halde, günübirlik çıkarları uğruna kaleminin efendisi olmaktan vazgeçmesi şaire ait bir yanılgıdır. Bu noktada hayatın tekerine çomak sokmaya uğraşanları tanımak gerekir ki, yüreğiyle terleyenleri daha iyi anlayabilelim.

Ömründe bir tek dize yazmayanların şiir yarışmalarında hatırı sayılır jüri üyeleri olduklarını, bir şiir yayınlayanların şairi azam kesildiklerini, son yirmi yılın en büyük şairi olduklarında ısrar edenleri, anlamsız kelime yığınlarıyla yenilik yarattıklarını savunanları görüp izledikçe gülüp geçemiyoruz ne yazık ki. Sosyal yapının şiirin üstüne devrildiğini, kimi iyi şairlerin de bu duruma çanak tuttuklarını görüp üzülüyoruz.

Şiir okurunun hiçbir şairden çıkarı yoktur ama iyi bir taraftardır o. Şair de, kendinden sonra, tanımadıkları için yazar şiirini. Bu karşılıklı alışverişte ana malzeme hayatın kımıltısıdır gerçekte. Biraz da şairin kımıltıları ele alış biçimi; kendinden yola çıkarak kalabalığa karışması, onun içinde erimesi, o olması. Okur, kendi penceresinden gördüklerinin doğrulanmasının beklentisi içinde olabilir. Böylesi olguları bulduğu oranda "benim şairim" demelere başlar. Genel görünüştür bu durum. Kaleminin efendisi olan bir şairin pencereleri bütün ufuklara açıktır. Dileyen dilediğince girsin ister bu ırmağa. Böyle bir beklentiyle yazmaz ya şiirini. Bu nedenle herhangi bir şiire girmeden önce duraklamak gerek. Bütünün gizlerine erişmek için yavaşca hazırlanmak. Bu konuda P.Eluard'a kulak verelim:

"Yüzü araştırmadan önce maskeyi kabullenelim. Yavaş yavaş bu krizalit maske dağılacak. Sonra kendiliğinden düşecektir. Olgun bir meyva gibi"

(bkz: Bülent Güldal)