bugün

divan edebiyatından bir beyit. Vecize olarak dilimize yerleşmiştir ama kendi tarihimize ne kadar kayıtsız olduğumuza bakın ki "ben yare gül demem / gülün ömrü az olur" mısralarını, yılmaz erdoğanın yaptığı bir alıntı değil de onun şiiri gibi gören marka edebiyatçıları bu sözün divan edebiyatından geldiğini bilmezler. Va esefa!
Tümü şu şekildedir:
Şuh-u güzeşte var ki nice nevcivan değer
Geçmiş zaman olur ki, hayalî, cihan değer, şeklindedir.

Anlamı ise, öyle edalı öyle güzel kadınlar vardır ki, sırf onu elde etmek için on-onbeş oğlandan vazgeçsen de yine yazık etmezsin. işte aynı bunun gibi müthiş anıların olur hayatta, onları yaşarken ne zevk almışsındır, hatırlamak keyifli olduğu gibi, o anı tekrar yaşamak için dünyaları feda etmeye de hazırsındır. Ama bir gitti mi birdaha gelmez.

Tabi atasına fütursuzca iftira atanlar eksik değil, "hepsi oğlancıymış bunların" şeklinde işkembeden sallamak kolay. A zekası fazla, divan edebiyatı gelenek demektir. Belli kalıpların dışına çıkmaya çalışanların hiçbiri "divan şairi" kabul edilmemiştir 1850lere kadar. Yatak odasına ne helal ne haram hiç kadın uğratmamış şairlerin gazellerine bakın, hayatında en aşağı yüz kadınla neler neler yaşamış gibidir. Şarap hakkında belki bin beyit yazmış şairlerden ömründe şarabı tatmamış olanlar vardır. Elbete çürük elmalar olabilir, ama ne deniyor? "ölülerinizi hayırla anın"

Hem verdiğim beyitin ikinci mısrasına dikkatle bakanlar, orada hayali değil hayalî yazdığını görürler.
Beyit, şair hayalînindir. * oraya koymuş mahlasını. Bu sayede çift anlam oluşuyor. Benim verdiğim anlam "hayali" şeklinde okunduğunda çıkan anlam. "hayalî" şeklinde okunduğunda ise şair kendine sesleniyor, "bugünlerde dünlerini arıyorsun ama yarınlarında da bugünlerini arayacaksın" demek. Aynı üstad Mehmed Akif'in "Bostan" ve "Gülistan" yazarı Sadi'den tercüme olarak yazdığı şu enfes beyit gibi:

Geçen geçmiştir, an-ı müstakbel ise müphemdir,
Hayatından nasibin, bir şu geçmek isteyen demdir.

Sanat uzun, hayat kısa.
şu resme bakınca hatırlara gelen ünlü vecizedir;

görsel
görsel

çiçek pasajı...
allah'ın cezası covid pandemisi yüzünden hasret kaldığımız, istanbul'un, hatta türkiye'nin sembol mekanlarından biri...

çiçek pasajı'nın asıl adı, cite de pera'dır.
galata'da bankerlik yapan hristaki zagrafos tarafından "biraz da müteahhitlik yapıp parayı vuralım" diyerekten, geçirdiği yangın sonrası harabe haline dönen naum tiyatrosunun yıkılması üzerine kazanılan arsada inşa edilmiştir.
bu yüzden buraya hristaki'nin hanı da denilmekteydi...

çok şeyler görmüş, çok şeyler geçirmiştir bu mekan.

tabi ki işgal yıllarını da...

işgal yıllarında beyoğlu'nun sakinleri arasında ekim devrimi nedeniyle rusya'dan kaçıp istanbul'a sığınan beyaz ruslar da vardı...

çarlık rusyasında her biri iyi bir konumda, rahat ve ferah bir hayat yaşayan bu mülteci zevat, istanbul'da bulundukları zamanlarda geçimlerini sağlamak için çalışmak zorundaydı.
kadınıyla, erkeği ile her biri çalışmaktaydı.

işte günlük nafakasını kazanmak için çalışan beyaz ruslar arasında cadde-i kebir'de çiçek satan rus hanımlar da vardı...
bunlar hristaki'nin hanındaki çiçekçi dükkanlarından çiçek alır, çeşitli şirinlikler ve işve naz hünerlerini kullanarak caddede satarlardı...

kimisi birkaç sene öncesine kadar kontesti, kimisi opera sanatçısı, kimisi general kızı...
hayat onlara acımasız davranmış, o eski hayatlarını ellerinden alıp üç kuruş paraya sabahtan akşama çalışmak zorunda bırakmıştı...
görsel

her biri de birbirinden güzel tabi...

o yıllarda beyoğlu'nun başka yabancı sakinleri de vardı.
işgal kuvvetleri askerleri...

kimi ingiliz, kimi fransız, kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela...

işte memleketinden uzakta yabancı diyarda mülteci hayatı yaşayan ve üç kuruş nafaka kazanmak için sabahtan akşama çiçek satmaya çalışan bu rus kadınlara tebelleş olmuştu işgal kuvvetlerinin askerleri...

kadınları sokakta sıkıştırıyor, elliyor, mıncıklıyor, taciz ediyor, hatta kucaklayıp götürmeye çalışanlar bile oluyordu içlerinde.

bu güzel kadınlar da bu azgın ve vahşi yaratıklardan kurtulabilmek için her seferinde cite de pera'ya sığınıyorlar, dertlerini buradaki esnaf ile paylaşıp onlardan yardım görüyorlardı.
mülteci kadınları taciz eden sarkıntılık eden sapık işgalci askerler kadınlara esnafın yakınlık gösterip sahip çıktığını görüklerinde yapacakları pislikten vazgeçiyorlardı...

işte, işgal yılları boyunca çiçek satan beyaz rus kadınların sığınağı olan bu pasaj, işgal askerlerinin mağdur ettiği rus dilberlerinden dolayı zamanla "çiçek pasajı" olarak anılır olmuş, "hristaki'nin hanı" yahut "cite de pera" isimleri bir kenara bırakılıp buraya bu sebeple çiçek pasajı denilmeye başlanmış ve bu isimle günümüze gelmiştir...

**********************
not: işgal yıllarında karakol cemiyeti namına çalışıp milli mücadeleye destek olan beyaz rus kontesi vera hanım'ın hikayesini okumak isteyenler için;
(bkz: karakol cemiyeti üyesi rus kontesi vera hanım/#41093460)

#tarih
smirnoff'u bilir misiniz?
görsel

"dünyaca ünlü rus votkası..." diyeceksiniz...

hayır tabi ki...
smirnoff, ilk olarak istanbul'da üretilmiş ve dünyaya yayılmıştır...

yaaa...tabi olm ne sandınız ki?
rus votkası diye bilir herkes.

lakin toplanın anlatayım çokomeller...

smirnoff markasının yaratıcısı vladimir smirnov adlı rustur.
görsel

kendisi aslen opera sanatçısıdır.
dedesi rus çarının çeşnicibaşısı olan smirnov bir rus asilzadesi olarak ekim devrimi sonrası diğer çar yanlıları gibi soluğu istanbul'da aldı.

lakin o dönem istanbul'da(1920) opera sanatçılığı yapıp geçim sağlaması pek mümkün değildi.

o da dedesinden, babasından öğrendiği formülle istanbul'da votka üretmeye başladı.

ürettiği votkaları fransız askerlerine satıyordu.
ve fransızların "smirnov" ismini telaffuz şekli olan "smirnoff" olarak anılmaya başlandı.

böylece dünyaca ünlü smirnoff votkaları istanbul'da doğmuş oldu...

smirnoff votkaları istanbul'da üretilmeye başlandıktan 4-5 yıl sonra vladimir smirnov fabrikasını bugün ukrayna sınırları içinde bulunan lviv'e taşıdı. lviv şehri o dönem polonya'ya aitti.
buradan tüm dünyaya yayılmaya başlayan smirnoff 1934 yılında amerikalılara satıldı...

bu topraklarda doğmuş öyle değerler, öyle markalar var ki...

smirnoff örneği bunlardan yalnızca biri. aklımıza bir çırpıda gelen bir diğer örnek de dünyanın en büyük süt ürünleri üreticisi danone...

#tarih
1855 yılı, manisa.
Sefarad Yahudilerinden fakir bir ailenin bir oğlu olur.
ismini Morris koyarlar..

Morris, 9 yaşında kuşpalazı hastalığına yakalanınca ölümle burun buruna gelir.
Şinasi isimli bir doktorun tedavisi neticesinde iyileşince,
ailesi ona doktora duydukları vefa borcundan dolayı "şinasi" ismini de verirler.

böylece morris, şinasi morris olur...

şinasi Morris 15 yaşına gelince fakir olan ailesine yardım etmek için Yahudi mezarlığında bekçi olarak işe girer.
fakat, Okuma yazması olmadığından işten atılır.
işten atılma Sebebi ise, dışardan bir Yahudi ailesi gelir ve mezarlıktaki yakınlarının mezarını görmek isterler.
mezarın yerini bilmiyorlar, Morris ise okuma bilmediğinden mezarın yerini gösteremez.
Bu aile durumu bölgenin Yahudilerine bildirerek Morris'i işten attırır.

iş arayan Şinasi 1870 Yılında henüz 15 yaşlarında yine bir Yahudi olan Garofolo isimli bir tütün tüccarının yanında işe girer.
Kısa zaman da patronunun gözüne giren Morris, gösterdiği başarıdan dolayı patronu tarafından Mısır'a götürülür.
Orda da gösterdiği başarılardan dolayı artık patronuyla iyice dost olmuştur...

Morris 1890 yılında Amerika'ya gitmeye karar verir.
Patronundan aldığı 25 bin dolarla yeni dünyaya geçer...

Orada Chicago Beynelmilel Fuarı'nda bir sigara yapıştırma makinası sergiler.
bu Makina oldukça ilgi görür.
Buradan kazandığı parayla hem Garofolo'ya olan borcunu öder, hem de bir iş kurma imkanı bulur..

Yıl 1903'e geldiğinde ABD, Akdeniz'de ticaret yapabilmek ve gemilerini geçirebilmek için Sultan Abdülhamit'e başvurur.
Sultan bu teklifi "Osmanlı'ya vergi vermesi karşılığı" kabul eder.
Yanlız bir şart daha koşar ve "Bizden tütün de alacaksınız" der.

Amerika bunu da kabul eder ve antlaşma yapılır.
işte bu tütün anlaşması Morris'in yolunu açar.

morris, Ege tütününü iyi tanır, bağlantıları da vardır ve bu avantajını iyi kullanır.
Kısa sürede önünde geniş ufuklar açılan Morris, erkek kardeşi Salomon'u da Manisa'dan getirterek iş alanını iyice geliştirir.
New York'ta Brodway 120 Sokakta Schinasi brothers company isimli bir sigara fabrikası kurar.(Bu bina hala ayaktadır.)
görsel

Kurduğu bu fabrikada Türkiye'den götürdüğü tütünleri kullanan Morris, kısa zamanda Türk tipi sigaralarla üne kavuşur.

Türkiye'den özellikle Manisa ve Akhisar civarından aldığı tütünleri, yine bu bölgeden götürdüğü usta ve kalifiye işçilerle yüksek kalite mamuller elde etmeyi başarır...
1903 yılında, Selanik'te iş arkadaşı olan Jozef Ben Rubi'nin kızı Laurette ile tanışıp evlenir.
3 kızı ve 1 oğlu olur.
görsel

Artık Morris çok zengindir.
Hatta Yunan Yahudisi eşi için o döneme göre oldukça gösterişli bir malikane yaptırır.
Malikanenin 52 odalı olduğu rivayet edilir.

Bir diğer rivayet te şudur;
Morris,Yunanistan'da bir basın açıklaması yapar. Bir gazeteci bir kâğıda bir soru yazar ve Morris'e verir.
Morris kâğıdı yanındakine verir ve "Ben okuma bilmem, sen oku" der.
Ardından başka bir gazeteci;
"Okuma yazma bilmeden bu kadar zengin oldunuz. Birde tahsilli olsanız kim bilir ne olurdunuz?"
der.
Morris şöyle cevaplar;
"iyi bir mezar bekçisi olurdum!!!"

1916 yılında şirketin tüm haklarını Amerikan Tabacco Company'e satar ve iş hayatından çekilir.

Bu arada çocuklarının kurduğu ve Morris'in arkadaşı Philip'in de ortak olduğu ve şu an dünya tütün devi olan Philip Morris Company doğmuştur..

philip morris'i zaten bilirsiniz.

bu arada hala Manisa'da hizmet veren bir hastane var. Şinasi Morris hastanesi...

işte şinasi Morris memleketi olan, doğup büyüdüğü yer olan Manisa'yı hiç unutmadı.
O kadar ki, yaptırdığı evi Türk stili yaptırır ve içini de yine Şark tarzı ile döşetmişti.

Çocukluğunda çektiği hastalığı ve gördüğü vefayı da unutmamıştı.

Bu amaçla bir milyon dolarlık bir bütçe ayırır.
Bunun 800 bin doları ile bir hastane yaptırır. Bu hastane çocuk hastanesidir.
görsel

hastanenin Çok geniş arazisi vardır ve burada inek, koyun, keçi ve tavuk gibi hayvanlar beslenir ve sebze, meyve yetiştirilir ki, çocukları taze besinlerle beslesinler diye...

Yine bu hastanenin faytondan ambulansı ve başhekimin faytondan makam aracı vardır.
Bütün bu ayrıntılar bizzat Morris tarafından düşünülmüştür.
görsel

1 milyon dolardan Geriye kalan 200 bin dolarla da devlet tahvili alarak, bu tahvillerin getirisi olan 33 bin dolar her yıl 2 taksit halinde, Morris Şinasi Çocuk Hastanesine gönderilir.

Morris Şinasi kurduğu bu vakıfla hastanenin geleceğini de düşünmüş bu iş için de Chemical Bank Of New York'u da mutemet tayin etmiştir.

3 yılda bir kurduğu vakfın mütevelli heyeti Türkiye'ye gelerek, Manisa'da hastaneyi ziyaret etmekte ve yapılan işleri yerinde denetlemektedirler...
görsel

#tarih
siz hiç zenci rus gördünüz mü? duydunuz mu?

zenci bir rus, üstelik istanbul'da...

şu abimiz;
görsel

abimizin adı; Frederick Bruce Thomas.
kendisi aslen misisipili...

frederick abimiz henüz 18 yaşındayken babası ırkçı komşuları tarafından vurulur.
frederick de doğduğu büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalır. 2 sene boyunca amerika'nın dört bir yanında dolaşır.
gece kulüplerinde garsonluk yapar. lakin her gittiği yerde derisinin renginden dolayı ayrımcılığa maruz kalır. daha medeni bir yaşam sürmek için avrupa'ya gitmeye karar verir ve londra'ya gelir.

londra'dan sonra sırasıyla paris, cannes, köln, düsseldorf, berlin, leipzig, monte carlo, milano, venedik, trieste, viyana ve budapeşte gibi şehirlere gelir. her türlü işte çalışır. lakin yine umduğunu bulamaz.

bu sırada frederick cannes'de zengin bir rus'un uşaklığını yapar. ondan rusya hakkında bir şeyler öğrenmiştir.
avrupa'da dikiş tutturamayınca da bir de rusya'yı denemek için st petersburg'a gelir, ardından da moskova günleri başlar...

rusya'da tam da aradığı iklimi bulmuştur. zira rusya'da kimse ona renginden dolayı ayrımcılık yapmıyordur. artık rusya frederick'in yeni vatanıdır.
frederick rus vatandaşlığına geçer ve fyodor fyodoroviç tomas ismini alır.

üç defa evlenir, üç de çocuk sahibi olur.
frederick artık sınıf atlamıştır, garsonlukla başladığı hayat macerasında artık moskova'da bir gece kulübünün sahibi zengin bir insan olmuştur.

frederick'in moskova'da sahip olduğu gece kulübünün ismi maksim'dir...

lakin frederick'in bu mutlu rusya günleri, bolşevik ihtilali ile son bulur.
1917 devrimi neticesinde rusya'dan kaçması gerekir.
frederick asıl vatanı olan abd'nin rusya büyükelçiliğine sığınır. lakin "hem zenci hem rus vatandaşı" olduğu gerekçesi ile başvurusu reddedilir.

çaresiz kalan frederick odessa'ya gelir ve burada onbinlerce mülteci ile birlikte gemiye biner ve soluğu istanbul'da alır...

frederick istanbul'a geldiğinde 5 parasızdır.
yeniden başladığı noktaya dönmüş, garsonluk yapmaktadır.
lakin frederick'in ışığı her yerde kendini gösterir. garsonluk yaparken kendisine bir isviçreli, bir de ingiliz ortak bulur.

birlikte şişli'de stella adlı gece kulübünü açarlar.

stella sayesinde istanbul gece hayatı caz ile tanışır.
abd'den istanbul'a caz orkestraları getirilir. frederick gece hayatında yine zirveye çıkmıştır.

artık yoluna kendi başına devam etmeye karar verir ve 1921 yılında taksim'de maksim gece kulübünü açar...
görsel

kurtuluş savaşı yıllarıdır ve istanbul'da maksim sayesinde parlak bir gece hayatı hüküm sürmektedir.

maksim gazinosu, mim mim cemiyetinin üssü haline gelmiştir.
frederick artık türkiye'yi vatan olarak görüyor ve vatanın kurtarılması için canını ortaya koyan mim mim grubu üyelerine kapılarını açıyor ve onlara yardımcı oluyordu.
mim mim grubu anadolu'ya kaçırdığı silah ve mühimmatların istihbaratını maksim gazinosuna gelen işgalci subaylardan elde ediyordu...

kurtuluş savaşı kazanıldı.
frederick artık yeni vatanında daha hür ve özgürdü...
frederick'e ve işletmesine kimse dokunmadı.

cumhuriyet rejiminin getirdiği özgürlükler frederick'i daha da teşvik etmişti.
bebek'te la potiniere adlı mekanı açtı.
ardından da tarabya'da villa tom adlı mekanı açtı.

bir yandan da boğazda katamaran restoran işletiyordu.

cumhuriyetin başkenti ankara'ydı..
artık yabancı diplomatlar falan hep ankara'da ikamet ediyordu. frederick ankara'da çankaya'da villa can adlı bir mekan daha açtı...

frederick çok zengindi, lakin yaşadığı zor hayata nispet yaparcasına har vurup harman savuruyordu. kumarbazdı...
bu müthiş kazanca rağmen borca battı.
önce maksim'i devretti, lakin borçlarını kapatamadı.
alacaklıların şikayeti üzerine tutuklandı ve cezaevine konuldu.

yine 5 parasız kalmıştı.
zatürre oldu.
cezaevinden çıkarılıp hastaneye yatırıldı.

ne yazık ki hastanede 55 yaşındayken vefat etti ve pangaltı'daki katolik mezarlığına defnedildi...

frederick thomas'ın hayatı, rus kökenli amerikalı yazar vladimir aleksandrov tarafından "siyah rus" adıyla kitap haline getirildi...

ne hayatlar, ne konular, ne hikayeler...
hepsi de bu topraklardan gelip geçtiler...

filmlere, dizilere konu arıyorlar.
dandik dandik konuları tekrar tekrar dizi yapıp gözümüze sokuyorlar ya.

al işte çek siyah rus'un hayatını dizi olarak koy izleyelim ve diyelim ki; geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...
görsel

#tarih
şeytan adası... yahut fransızca ismiyle ile du Diable...
görsel

buranın ismini mutlaka duymuşsunuzdur.
romanlardan, filmlerden...

bunlardan en bilineni şüphesiz ki Henri Charriere'nin otobiyografik romanı olan papillon'dur...yani bildiğimiz "kelebek..."
fransa'da müebbet kürek cezasına çarptırılan Henri Charriere'in fransız guyanasındaki bu adaya gelişi ve buradan kaçma girişimini anlatan bu roman, 70'li yıllarda aynı adla Steve McQueen ve Dustin Hoffman'ın başrollerini paylaştıkları bir film olarak yapıldı ve çok daha ünlü hale geldi.
görsel

işte bu fransız guyanasındaki şeytan adasının mahkumları arasında bir türk polisi de vardı...
polis cemil...
görsel

1919 yılı ağustos ayı...
genç polis memuru mehmet cemil gülhane parkı'nda devriye geziyordu.
bu esnada bir kadının çığlıklarını duydu.
çığlıkların geldiği tarafa koşturdu.

fransız üniformalı 3 senegalli asker, bir kadını sıkıştırmış, kadının elbiselerini yırtarak sarkıntılık ediyorlardı.
cemil müdahale etti, fransız askerleri tüfeklerine davrandı.
cemil daha erken davrandı, üçünü de vurdu.
biri öldü, ikisi yaralandı...

cemil haklıydı. kaçmadı...teslim oldu...
lakin işgal kuvvetleri kurmuştu mahkemeyi.
cemil'i yargıladılar.
müebbet kürek cezasına çarptırdılar.

cemil önce marsilya'ya, oradan da fransız guyanasındaki şeytan adasına gönderildi.
iki defa kaçmaya teşebbüs etti şeytan adasından. ikisinde de yakalandı.
işkenceler gördü, prangaya mahkum edildi.

1919'un üzerinden yıllar geçmişti.
polis cemil'i herkes unutmuştu.

bir kişi hariç.
mustafa kemal atatürk...

cumhuriyet kurulmuş, devrimler hayata geçirilmişti.
ama kahraman polisimiz cemil şeytan adasında pranga mahkumuydu.

atatürk, fransa'nın ankara büyükelçisini çankaya köşküne çağırttı. polis cemil'in durumunu bildirdi ve memlekete iadesini istedi.
genç türkiye cumhuriyeti'nin her evladı, her bireyi değerliydi mustafa kemal için...
bu işle de bizzat dışişleri bakanı tevfik rüştü aras'ı görevlendirdi.

polis cemil şeytan adasında tam 10 yıl geçirmişti.
1929 yılında vatanına geri döndü.
galata rıhtımında bir kahraman olarak karşılandı.
görsel

cemil'e ne istediği soruldu.
görevine iade edilmek istediğini söyledi.
pangaltı karakolunda polislik vazifesine geri döndü.

lakin 10 yılık şeytan adası mahkumiyeti cemil'i pek yıpratmıştı.
30 yaşında yurda geri dönen polis cemil, sadece 44 yaşında iken vefat etti.

ruhu şad olsun...

hep derim ve hep yazarım...
tarihimizde filmi çekilecek, dizisi yapılacak nice karakter var diye.

ne hikmetse hep geride kalıyoruz, bunların romanını bile yazmıyoruz ya, aşkolsun bizlere...

işte bakın, elin fransızı, adi bir suçlunun hikayesini nasıl da pazarlıyor, romanını, filmini yapıyor. ama biz polis cemil gibi bir kahramandan haberdar bile değiliz...

#tarih
güzel yazılar yazılmış .teşekkürler . istanbulun
işgali zamanında epeyce uğursuz olaylar olmuştur .
afrikalı fransız askerlerinin yamyamlık bile yaptığı
iddiası vardır . türk kadınları sokağa bile çıkamamamıştır .
(bkz: alfred rüstem)
1921 yılının kış aylarıydı...
abd'de yayınlanan philadelphia public ledger gazetesi muhabiri Clarence Streit, anadolu'da bozkırın ortasında, anadolu'da yanan ateşin kalbi ankara'dadır...

ve ankara'dan philadelphia'daki gazetesine şu haberi geçer.

türkler savaşı çoktan kazanmış...sokaklarında develerin, kağnıların dolaştığı, elektriği olmayan, toz bulutları içindeki bu anadolu kasabasında shakespeare izliyorlar.
ingilizlerle savaş halindeler ama shakespeare'in eserini sahneye koyup kapalı gişe izliyorlar ve de alkışlıyorlar. bu türkler beni sanatın milli sınırları olmadığına ikna ettiler. üstelik tüm bunlar savaş sırasında gerçekleşiyor...

evet, abd'li gazeteci şaşırmakta çok haklıydı.
sakarya zaferi henüz kazanılmıştı, anadolu yokluk içindeydi, ordumuz büyük taarruz için hazırlıklara yeni başlamıştı, her bir merminin, her bir silahın, her bir bireyin çok önemi vardı...

ve tüm olumsuzluklara rağmen ankara halkı ahırdan bozma binada, gaz lambası ışığında tahta sandalyelerde hatta çoğunlukla ayakta "hamlet" izliyordu...

ankara'yı hamlet ile tanıştıran kişi otello kamil'di şüphesiz...
asıl adı kamil rıza'ydı...türkiye'yi shakespeare ile tanıştıran adamdı.
shakespeare'in othello adlı oyununu arabın intikamı ismi ile türkçeye uyarlamış ve sahneliyordu, bu yüzden kendisine otello kamil lakabı verilmişti.
görsel

istanbul işgal edilip vatanseverler akın akın ankara'ya koşarken, otello kamil de boş durmamış, gezici kumpanyası ile birlikte ankara'ya gelmişti.

öyle ya, bu millete top, tüfek, mermi, erzak lazım olduğu kadar, insanlara moral de lazımdı.

işte otello kamil ve gezici kumpanyası da bu vazifeyi üstlenmişlerdi.

ülkenin, milletin en zor günlerinde anadolu'da bozkırın ortasında sanat yapıyorlardı...

otello kamil'in ankara günlerine nazım hikmet de şahit olmuş ve o günler için şunları yazmıştı;

--spoiler--
Ankara'da 921 kışında, ahırdan bozma salaş bir tiyatroda, gaz lambalarının ışığında ve ikide bir soğuktan avuçlarıma hohlayarak Otello Kâmil'i seyrettim.
Ömrümde ilk defa Şekspir’i seyrettim.
Abdullah Cevdet adında bir eski Jön Türk şairi Arap ve Acem sözcükleriyle dolu bir dille büyük üstadı Türkçeye çevirmişti.
Otello'yu, Hamlet'i filân okumuştum, şaşmıştım, hayran olmuştum, ama pek anlamamıştım.
Kâmil bir gezgin aktördü. Repertuvarında bir tek piyes vardı denilebilir.
Otello'nun, Otello'yu Papazyan üslubuyla oynadığını söylerler.
Ne yazık Papazyan’ı Otello’da seyretmek nasib olmadı.
Ama çırağı Kâmil'in Otello'suna bakıp ustasının ustalık kertesini kestirmek mümkün.
Kâmil, Ankara'da kaldığım aylar içinde Venedik Amirali’ni belki on kere oynadı, ben her keresinde ordaydım.
Şekspir'e hayranlığımı Abdullah Cevdet'in kötü, çok kötü çevirmelerine borçluyum, ama Şekspir’i bana Vahram Papazyan'ın çırağı Otello Kâmil anlattı.
Kâmil çoktan öldü, aç, sefil, hasta, göçüp gitti. Vahram Papazyan Sovyetler Birliği'ne geldi...
--spoiler--

işte bu güzel insanları anadolu'ya getiren, onlara tiyatro kurup oyun sergileme fırsatı veren şey mustafa kemal'in vizyonuydu.
çünkü o, cephede vatanı kurtaracağından emin, geleceğin türkiyesinin planlarını çoktan yapmaya başlamıştı.

o kurtuluş savaşı sırasında opera düşünen adamdı...
(bkz: kurtuluş savaşında opera düşünen adam/#42396599)

not: otello kamil'in ismi bugün şişli'de bir sokağa verilmiş, orada yaşatılmaktadır.
görsel

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
1886 yılında rene vigier adlı fransız yazar bir kitap çıkardı.

kitabın adı: un parisien a constantinople (istanbul'da bir parisli)...
görsel

kitap türk ordusuna, türk askerine, türklüğe ağır ithamlar ve hakaretler içeriyordu.

kitabı alıp okuyanlar arasında o sıralar paris'te askeri ateşelik görevinde bulunan ünlü devlet adamlarından keçecizade fuat paşa'nın torunu, binbaşı izzet fuat bey de vardı..

1888 yılında kitabı okuyan keçecizade izzet fuat bey, söz konusu kitaptaki ifadeler karşısında çılgına döndü ve bu hakaret dolu eserin yazarına anladığı dilden cevap vermek istedi.

fuat bey paris'te bulunan jockey club'e üyeydi.
iş bu kitabın yazarı olan rene vigier'in de jockey club üyesi olduğunu öğrendi ve adres bilgilerini alarak, kitabın yazarına ağır bir mektup kaleme alarak gönderdi.

izzet bey'in mektubunda neler yazdığını bilmiyoruz, lakin fransız yazar rene vigier mektubu aldığında çılgına dönmüş olmalı ki fuat bey'e düello teklifinde bulunmuş...

düello evet...

***************
fuat bey kendisini düelloya davet eden mektubun eline geçişini ve içeriğini anılarında şöyle aktarmış;

"gece yarısından sonra apartmanıma döndüğümde, bloknotun üzerinde üç mektup bırakılmış olduğunu gördüm. ikisi önemsiz mektuplardı, ama üçüncüsünün üzerinde jockey club armasını farkedince merak edip açtım...

şöyle yazıyordu;

kumandan cenapları...!
genç dostumuz vigier'in lord benet ile hindistan seyahatine çıkmadan önce, pek lüzumsuz bir acele ile yayımladığı kitabıniçindekiler pek tabi ki türkiye askeri ateşesi olan zatı aliniz tarafından çirkin görülmüştür.
tarafınızca yazılan mektuptaki ağır ithamları ise, muhatabı kandan başka bir şeyin temizlemeyeceğinden kanidir.
düellodan sonra kitabın derhal satıştan kaldırılacağı kesinleşmiş olmakla beraber, genç dostumuza artık yapacak bir şey varsa o da elinde cümlemizi müteessir eden çirkin eserle değil, temiz ve namuslu bir silah ile huzurunuza çıkmaktan ibarettir.
bundan ötürü sayın şahitlerinizi yarın öğlen vakti jockey club üyelerinden comte de gauvile'in evine göndermenizi rica ile hürmetlerimizi takdim ederiz efendim..."
**************

küstah fransız rene vigier, jockey club aracılığı ile fuat bey'i düelloya davet etmişti...
aklı sıra, fuat bey'in bu davete icabet etmeyeceğini düşünmüş, jockey club'ü de devrede tutarak onu rezil etme peşindeydi...

fakat şerefli ve namuslu bir türk subayı olan fuat bey bu hamleyi görmüş ve "rest" demişti...

ertesi gün iki tarafın şahitleri comte de gauvile'in evine gittiler ve düellonun aynı gün öğleden sonra bois de boulogne'deki hipodromun arkasındaki alanda yapılmasını kararlaştırdılar.

düello kılıç ile (eskrim) yapılacaktır.

bu arada rene vigier'in bir eskrim ustası olduğu da fuat bey'in kulağına gelmişti.
lakin fuat bey de boş değildir.
daha evvel 3 düello yapmış, 3'ünü de kazanmıştır.
ayrıca o bir türk subayıdır ve bu düello da artık bir türklük meselesidir...

düello saati geldiğinde her iki taraf da landonları ile birlikte hipodromun arkasındaki alana geldiler.

iki düellocu; fuat bey ve rene vigier.
her iki düellocunun ikişer şahidi, iki düellocunun birer doktoru alandaydı.

düelloyu yönetecek kişi seçildi.
rene vigier'in şahitlerinden olan jockey club üyesi comte de dion, ittifak ile düello yöneticisi seçildi.

tarafların pozisyon alacakları kura çekimi yapıldı, bu kurayı vigier kazanmıştı, fuat bey, güneşe karşı mücadele edecekti. ama bunu dert etmiyordu.

iki düellocu artık er meydanında karşı karşıyaydı...

fuat bey o anları şöyle aktarıyor;

"hasmımın yüzüne baktım. o da bana baktı. belki 5 belki 10 dakika sonra o beni, ya da ben onu bir daha göremeyecektik...ömrümde hiç görmediğim o yüz, uzunca boylu, yapılı, sağlıklı bir delikanlının yüzüydü. ikimiz de hemen hemen aynı yaşlardaydık. otuz yaşlarında..."

ve nihayet comte de dion, şişleri düelloculara vererek düelloyu başlattı...
artık ok yaydan fırlamıştı, geri dönüş yoktu.

iki düellocu bir süre birbirini süzdüler ve derken ilk hamleler başladı.
her ikisi de temkinliydi, açık arıyorlardı...
görsel

rene vigier bir boşluk buldu ve elindeki şiş ile fuat bey'e hamle yaptı, tam o sırada fuat bey bu hamleyi ustalıkla savuşturduğu an rene vigier'den "ahhh" sesi duyuldu, saniyeler içinde yere yığıldı genç fransız...

fuat bey, vigier'in hamlesini savuşturmakla kalmamış, rakibinin sağ kol bileğine şişi sokuvermişti.

rene vigier'in türklüğe ve türk askerine hakaret içeren o rezil kütabını yazan el, bir türk subayının kılıcı ile delik deşik olmuştu...

rene vigier yerde baygın yatıyordu, elinde ve bileğinde tam 4 delik vardı.

doktorlar hemen müdahale ettiler, birkaç dakika sonra rene vigier ayıldı ve tedavisine devam edildi.

bu esnada hakem comte de dion, düellonun galibini ilan ediyordu...keçecizade izzet fuat bey...

rene vigier ölmemişti, ama bu düelloyu kaybetmek onun için ölümden beterdi...

söz verildiği üzre ertesi gün kitabın satışı durduruldu. yeni basımı yapılmadı.

şerefli ve namuslu bir türk subayı, fransızların başkentinde, türklüğe, türk askerine hakaret eden bir küstaha haddini bildirmişti...

bu hadisenin istanbul'da duyulmasının ardından binbaşı izzet fuat bey terfi ettirilerek "yarbay" rütbesini aldı. hatta bu olay, ileride onun paşa olmasının bile yolunu açmış, genç yaşta paşa olmuştu...

ya işte böyle...
geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.

ek: keçecizade izzet fuat paşa;
görsel

#tarih
büyükada'yı bilenler varsa, buranın en güzel köşklerinden biri şudur;
görsel

con paşa köşkü olarak bilinir bu yapı...

abdülhamid döneminde idare-i mahsusa'nın genel müdürü olan con paşa tarafından yaptırılmıştır.
görsel

istanbul'da o yıllarda şirketi hayriye, boğazdaki iskeleler arasında yolcu taşıyordu.
adalar hattında çalışan, anadolu'daki iskeleler arasında yolcu taşıyan şirket de idare-i mahsusa idi.

idare-i mahsusa daha sonra denizbank olmuştur...

işte con paşa bu idare-i mahsusa'nın genel müdürüydü.

con paşa'nın asıl adı, Trasiyolos Yannaros'tu. venedik vatandaşı rum bir aileden gelmekteydi.
abdülhamid döneminin yarattığı zenginlerden biriydi.

con paşa'nın bir de galata'da 3 katlı apartmanı vardı.
bu apartmanın 2. katı ise bir ingiliz lokantasıydı.

bu ingiliz lokantasında o dönem istanbul'da bulunmayan çeşit viskiler bulunurdu.

pek çok müslüman osmanlı için bir kaçamak yeriydi con paşa'nın lokantası.

tabi burada kaçamak yapanlar arasında abdülhamid'in hafiyelerinden kaçıp viski yudumlayan harbiyeliler de olurdu.
zira harbiyelilerin halka açık yerlerde içki içmeleri yasaklanmıştı.

con paşa ismi harbiyeliler arasında bir şifre halini almıştı.
hafta sonu iznine çıkan harbiyeliler kendi aralarında "bu hafta con paşa'ya gitmek lazım, geçen hafta gidemedik, gidip paşa'nın sağlığını sıhhatini soralım ayıp olmasın" diye konuşurlardı.

işte hafta sonları sürekli con paşa'dan bahseden, con paşa'nın kulağını çınlatan harbiyeliler arasında ali ve mustafa adlı iki genç harbiyeli de vardı.

Ali ve Mustafa’nın sürekli kulağını çınlattığı bu “Con Paşa” kısa süre sonra diğer arkadaşlarının da dikkatini çeker. Bir gün birisi dayanamaz ve sorar: “Kim bu Con Paşa?”. Mustafa hemen cevap verir: “Manastır’dan bir arkadaşımın babası. Kendisini Ali’yle ziyaret ederiz.”.

gel zaman git zaman aradan onlarca yıl geçmişti.
1936 yılının eylül ayı, dolmabahçe sarayı...

britanya kralı 8. edvard türkiye'ye ziyareti sırasında dolmabahçe sarayında ağırlanıyordu.
görsel

atatürk kral edvard'a viski ikramında bulundu.

bu sırada edvard'ın yanındaki ali fuat cebesoy'a döndü ve göz kırptı.
"ali, con paşa'yı hatırladın mı?"

cebesoy muzip bir şekilde yanıtladı;
"ahh ahh unutur muyum, allah gani gani rahmet eylesin..."

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
osmanlı balonu...

yok yahu, herhangi bir ima yapmıyorum. tamamen gerçek...

sene 1909...
fransız baloncu ernest barbotte istanbul'a gelir ve bir dizi balon uçuşu gerçekleştirir.

balonunun adını "osmanlı" koymuştur.
görsel

ilk uçuşunda talimhane'den havalanır, bulgurlu'ya iniş yapar.
ikinci uçuşunu 6 haziran 1909'da yapar.

bu uçuşta fransız baloncuya şehzade ibrahim tevfik efendi ve hareket ordusundan kurmay yüzbaşı hayri bey de eşlik ederler.

osmanlı balonu alay bandosu eşliğinde talimhane'den havalanır(gezi parkı), 800 metre kadar yükselir, beyazıt üzerinden geçer ve yenikapı açıklarına gelir. lakin burada gaz musluğu arıza yapar, inişe geçerler, aşağıya atılan ipler balıkçılar tarafından yakalanır ve balon kontrol edilerek aşağıya çekilir...

böylece osmanlı balonu'nun istanbul serüveni sona erer.

zira, ernest barbotte'un amacı, osmanlı'ya balon satmaktır. bütün bu gösteriler hep bunun içindir. eh...balon tecrübesi, üstelik şehzadenin şahitliğinde başarısız da olmuştur.
osmanlı devleti fransız baloncudan balon almaktan vazgeçer...

zaten havacılık yeni gelişmelere gebedir.
artık "tayyare" denilen şey göklerin hakimi olmaya başlamıştır...

ernest barbotte, çaresiz satamadığı balonunu da alarak payitahttan ayrılır.
soluğu izmir'de alır.
belki izmir'deki levanten zenginlere balonu satabilme umuduyla izmir'de gösteri uçuşları yapmaya başlar.
izmir'deki balon tecrübesinde ernest barbotte'ye tanıdık bir isim eşlik edecektir.
doktor tevfik rüştü bey...(sonradan türkiye cumhuriyeti'nin dışişleri bakanı olacak tevfik rüştü aras)

tevfik rüştü vey, miralay lütfü ve süleyman beylerle havalanan osmanlı balonu, 1000 metreden fazla yükselir, 2 saat kadar havada kalırlar ve buca yakınlarında bir bağa iniş yaparlar...

bu kez osmanlı balonu gayet başarılı bir uçuş yapmıştır. ama ne var ki fransız ernest barbotte balonu satamadan eli boş bir şekilde izmir'den ayrılır...

******

aslında osmanlı balona da havacılığa da yabancı değildi...
hazarfen ahmet çelebi ve lagari hasan çelebi'nin uçuş denemelerine şehadet etmişti istanbullular...

fransız montgolfier kardeşler 1783'te sıcak hava ile doldurdukları bir balonla uçarak, gökyüzünün fethi için ilk adımları atmalarından 6 yıl sonra, polonya'daki türk elçisi ibrahim paşa 1789'da fransız baloncu blanchard'ın idaresindeki bir balonla varşova'da uçmuştu...

türkiye'de ilk balonla uçuş ise bundan 4 sene önceydi.
ama türkiye'de ilk balonlu uçuşu gerçekleştiren kişi bir iranlıydı...
1785 yılında sultan 1. abdülhamid'in de hazır bulunduğu bir tören sonrası yanına iki bostancıbaşı alan iranlı havacı topkapı sarayı'ndan havalanmış, bursa'ya iniş yapmıştır...

sonraki yıllarda 1802'de barley ve de vigne adlı iki ingiliz istanbul'a gelirler, sultan 3. selim'den izin alarak dolmabahçe'den balonla havalanır ve florya sahiline inerler...

1825 yılında ise selim ogat adlı bir türk, izmir'den kendi yaptığı balonla havalanır ve başarılı bir uçuş gerçekleştirir...

istanbul'da gerçekleştirilen balon gösterilerinin en unutulmazı ve en çok ses getireni ise 1844 yılında italyan baloncu comaschi'nin yaptığı gösteri uçuşudur.

comaschi, balon gösterisi için sultan abdülmecid'e şu dilekçeyi yazmıştı;

padişah-ı mülk-i islam-i hazret-i abdülmecit.
daim olsun zat-i paki şan-ı ruzefsun ile
dergeh -i velasının dara gibi her bendesi
harb-u imar bahseder iskender efridun ile
re'y-ü tedbirle müsellemdir en edna kulu

imtihan-ı akl eder risto ve efridun ile
afitab asa cihanda haşredek baki ola
hayme-i zerrin tınab-ı şevketi gerdun ile
sayesinde oniki burcu görüp izzet dedim
han mecit'in şanı çıksın göklere balon ile (1260)

şüphesiz ki bu arzuhal abdülmecid'in pek hoşuna gitmiş, comaschi efendi'yi ödüllendirmiş ve "abdülmecit'in şanını balon ile göklere çıkarması" için ona uçuş izni vermiştir.

comaschi, ilk uçuşunda oldukça başarılı olmuş, yalova dolaylarına inmiştir.
ikinci uçuşunda da beyoğlu'ndan yeşilköy'e uçmuştur.

ertesi yıl, sultan'ın kardeşi adile sultan'ın düğün etkinlikleri münasebetiyle padişah abdülmecit'in emriyle comaschi yeniden görevlendirilmiş, 7 gün 7 gece süren ihtişamlı düğünün son gününde sıra comaschi'ye gelmiş, italyan baloncu comaschi, halife-i ruyi zemin abdülmecid han'ın emri ve adile sultan ve zevcinin mutlu izdivaçları şerefine havalanmıştır.

lakin bu uçuş istanbulluların comaschi'yi son gördükleri uçuş olmuştur.
comaschi bir süre sonra karadeniz taraflarına doğru uzaklaşarak gözden kaybolmuş ve italyan baloncudan bir daha haber alınamamıştır.
görsel

abdülmecit bu duruma çok üzülmüş, derhal bir ferman yayınlayarak comaschi'nin aranması için gerekenin yapılmasını emretmişse de, comaschi sırra kadem basmıştır...

kırmızı beyaz balonuyla gökyüzünde kaybolan italyan baloncu comaschi efendi için ceride-i havadis gazetesinde tarihe şu not düşülür;
"Kürre-i nare çıkıp yandı komaşgi bu sefer..."

işte böyle...
geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
üsküdar'da bir cami var...
adı: şemsi paşa camii...
görsel

şemsi paşa kim?
kanuni'nin damadının damadı...
üçüncü murat döneminde sadrazamlık yapmış biri.

zengin haliyle...
zaten saraya damat olup zengin olmamak mümkün mü?

neyse...
işte şemsi paşa bir gün mimar sinan'ı çağırtır.
aklı sıra mimar sinan'ı aciz duruma düşürmek ister.

ve der ki; "bana bir cami yap, ama caminin üzerine kuş konmasın..."

mimar sinan, "hay hay" der ve cami yapımına başlar.
ve üsküdar sahilinde şu cami ortaya çıkar.
görsel

caminin üzerine hakikaten de kuşlar konmaz.
mimar sinan bir imkansızı daha başarmıştır.

ve bu cami bundan böyle kuşkonmaz camii namıyla anılmaya başlanır.

tabi ne silirdir ne keramet, mühendislik ve bilimdedir marifet...
mimar sinan kendisinden istenen bu imkansız görünen şeyi bilim ile mühendislik ile başarır.

camiyi kuzey ve güneyden gelen rüzgârların kesiştiği bir noktada inşa eder, böylece cami üzerinde esen rüzgarlar yüzünden kuşlar konamaz.
sinan sadece rüzgardan faydalanmaz. işi şansa bırakmamak için dalgaları da kullanır.
dalgaların kıyıyı dövdüğü bir noktada çıkan titreşim seslerinden kuşların rahatsız olacağını düşünen mimar sinan, hem rüzgar, hem dalga hesabı yaparak bu camiyi inşa eder...

tabi gel zaman git zaman yüzyıllar geçer.
savaşlar, işgal dönemi falan...kuşkonmaz camii harap olur.
görsel

işte o sırada dinsiz, imansız(!) atatürk çıkar ve mimar sinan'ın eseri olan bu bilim ve mühendislik harikasına sahip çıkar, onartır.
görsel

yine aradan yıllar geçer...
istanbul bu kez vandalizmin, çomarizmin işgali altında kalır.
üsküdar'daki kuşkonmaz camii'ne kuşlar konmaya başlar olmuştur artık.
görsel

çünkü kuzey ve güney rüzgarlarının kesişme noktası olan bu yer, istanbul'a yapılan yüksek binalardan dolayı artık kuytuda kalmıştır.
üstelik kendini osmanlı torunu zannedenler caminin önündeki denizi doldurmaya başlamışlar, denizi doldurmak için kazık çakmışlardır.
görsel

dolayısıyla hem rüzgarla, hem dalgalarla irtibatı kesilen bu mühendislik harikası, en önemli özelliğini kaybetmiş, artık kuşların konabildiği bir cami haline gelmiştir.

mimar sinan'ın yaptığı, atatürk'ün tamir ettirdiği cami artık kuşkonmaz camii değil, betonu çatlamış kuşkonar camii olmuştur.
görsel

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
yılbaşı...
yeni yılın ilk günü...
dilerim ki 2021 öncelikle ülkemize, sonra tüm dünyaya barış, huzur ve sağlık getirir...

son zamanlarda kendini osmanlı torunu zanneden bir güruh türedi ülkemizde ne yazık ki, osmanlı ile alakası olmayıp kendini osmanlı torunu zanneden bu zevat toplumun bütün değerlerine, özgürlüklerine küfrü kendilerine görev sayarken, tabi ki yılbaşı kutlamalarını, yılbaşı eğlencelerini de hedef alıyor.

yılbaşı kutlamanın dinimizce haram olduğunu, yılbaşı kutlayanların atalarına (osmanlıya) ihanet ettiğini söyleyip pislik yapmaya çalışıyorlar...

her neyse...

konumuz osmanlı.
osmanlı'da yılbaşı kutlamaları olur muydu?
olmaz mı? hem de en alasından olurdu...

bakınız 18. yüzyıla ait şu minyatür, yılbaşı kutlamalarını işliyor.
görsel

minyatürde göreceğiniz üzre çam ağaçları süslenmiş...

bir başka minyatürde de yılbaşı dolayısıyla halka helva dağıtan görevlileri görebilirsiniz;
görsel

istanbul büyükşehir belediyesi o dönem de chp'de demek ki(!), baksanıza helva dağıtıyorlar yılbaşında...

osmanlı'da devlet görevlilerinin yeni yıl kutlamalarına ilk iştiraki 1829 yılında, 2. mahmud dönemindedir.
1829 yılında ingiliz elçisi, Haliç'te büyük bir gemide yılbaşı balosu düzenler ve baloya Osmanlı devlet adamları da davet edilir. Davetliler yatsı namazını Tersane Divanhanesi'nde kıldıktan sonra, sandallarla gemiye giderler ve sabaha kadar eğlenirler.

şu da 19. yüzyıla ait bir osmanlı yeni yıl kartpostalı;
görsel

kartpostalda osmanlı'nın o dönemki padişahlarını görüyoruz.

demek ki, osmanlı sultanları da yılbaşı kutluyorlardı.

tabi ki, zira 1856 yılında sultan abdülmecid'in, fransız elçisinin düzenlediği yılbaşı balosuna katıldığını biliyoruz.
yani müslümanların halifesi olan osmanlı sultanı, gidip resmi bir şekilde yılbaşı kutlaması yapmış.

daha yakın bir tarihten bir belge sunacak olursak.
sultan ikinci abdülhamid'in, yeni yıl tebriği. sene 1903...
görsel

son olarak, ahmet rasim'in osmanlı'da yılbaşı etkinliklerini anlattığı bir spoiler ile bitirelim;

--spoiler--
“evvelleri biz türkler yılbaşı günlerinde başımızı sokmadığımız yer kalmazdı…
galata, beyoğlu, kısacası ortodoks takvimini tutan milletlerin cümlesine kendimizi davet ettirir, sabahlara kadar eğlenirdik.
o ne hovardalık rezaleti, ne sefahat gecesi idi!
aşağıda, yukarıda ne kadar genelev varsa, kapılar çekilir, her gazino, kahve, her koltuk (meyhanesi) bir kumarhane.
her sokakta çalgı, saz eğlencesi, çengi, köçek…
her evin odasında bir ziyafet sofrası…
üstünde hindiler, yemişler, rakılar, biralar, etrafında türlü türlü erkekler…
evin birinden çık ötekine gir…
kumarhanenin birinde yutul, ötekinde kazan!…
fuhuşa, sarhoşluğa ait hangi ve kaç türlü vasıta varsa hepsi ayakta, bildiğimiz karnavallar, yahut eski roma’nın satürnalleri burada akşamleyin dirilir sabahleyin can çekişirdi…”
--spoiler--

geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer...

herkese iyi seneler...

#tarih
bu pazar sizi endülüs'e götüreyim...

portekiz'in güneyinde bir kasabaya. kasabanın adı; algoz...

algoz ile ilgili vikipedi sayfası;
https://en.wikipedia.org/wiki/Algoz

şurası da algoz'un coğrafi konumu;
görsel

algoz kasabasının vikipedi sayfasındaki bilgilere baktığınızda bir şey dikkatinizi çekecektir muhakkak.
görsel

burada aktarılana göre, kasaba 12. yüzyılda buraya yerleşen oğuz türkleri tarafından kurulmuş. araplar bunlara el-guz diyorlarmış ve kasabanın ismi buradan geliyormuş...

peki el-guz'lar kimdir nedir necidir ona bakalım...

1195 yılında ispanya'da madrid'in güneyinde bir yerde alarcos muharebesi olur.
https://en.wikipedia.org/wiki/Battle_of_Alarcos

kastilya kralı liderliğindeki hristiyanlar ile iber yarımadasındaki son büyük müslüman devlet olan muvahhidler burada karşı karşıya gelmişler, muharebe muvahhidlerin kesin zaferi ile sonuçlanmış...
görsel

alarcos muharebesinde, muvahhid ordusunun ön saflarında paralı asker olan oğuzlar yer almış.
türk yayı kullanan bu savaşçılar muharebenin kazanılmasında en önemli faktör olmuşlar.
görsel

işte ispanyollar bu savaşta tanımışlar el-guz'ları. yani oğuzları.
ve bundan böyle bu oğuz savaşçılarına algoz demeye başlamışlar.

lakin şöyle de bir detay var.
algoz'lar müslüman değillerdi. şaman inancına sahiptiler.

zira gerek ortadoğu'da, gerek kuzey afrika'da o dönem oğuz paralı askerleri çok vardı.
bunlar içinde müslüman olanlara; turkman, müslüman olmayanlara da guzz diyorlardı...

işte algoz'lar da müslüman olmayan oğuzlardandı, yani guzzlardan...

--- alıntı ---
Orta Çağ Batı Avrupası’nda guzz (ç. agzāz veya guzziyūn), Mısır üzerinden Kuzey Afrika’ya geçen Türk paralı askerlere işaret ediyordu.
ilk gelenler Trablusgarp ve ifrīqiyya’ya (Tunus’un kuzeyine) yerleşirler.
başlarında Qaraqus al-Guzzi vardır.
Salahaddin’in yeğeni Taqi-d-Dīn ‘Umar al-Muzaffar’ın azat edilmiş kölesi olan bu Karakuş, efendisinin yerine Trablus ile Gabes’i alır.
Sonraları Oğuzların savaşçı vasfını ve yiğitliğini gören halife Abū Yūsuf Ya'qūb al-Manṣūr bunları başkentine götürür ve bunlardan elit bir birlik oluşturmayı hedefler. Muvahhidler’in bayrağı ve halifenin kanatları altında savaşan Oğuzlar farklı coğrafyalarda çarpışırlar.
Ellerinde qusiyy al-guzz, yani Oğuz yayı ile Doğu’dan getirdikleri taktiklerle başarıya ulaşırlar.
Halife Muvahhid askerlere yılda üç kere ödeme yaparken Oğuzlara her ay yapardı. Soranlara da uzak diyardan geldiklerini, mal mülk sahibi olmadıklarını bahane ederdi. Oğuzların mezarlıklarının Mağribilerden ayrı olması da ilginç.
(mehmet sait şener'den alıntı)
--- alıntı ---

ihtimaldir ki muvahhidler sonrası da iber yarımadasında kalan oğuzlar olmuştur ve iber yarımadasında kalan oğuzlar toprak sahibi olmuş, paralı askerliklerine devam etmişlerdir.
hatta yine ihtimaldir ki coğrafi keşifler ile birlikte amerika'ya gidenler de olmuştur içlerinde.

dünya ne kadar küçük ve dünyada türklerin ayak basmadığı coğrafya, karışmadığı olay yok neredeyse...

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
israil'de köklü bir spor kulübü var.

maccabi tel aviv...

kuruluş tarihi olarak 1906 yazar kulübün logosunda...

lakin maccabi kulübü 1906'da değil, 1895 yılında devletlü zatı şahaneleri halifeyi ruyi zemin abdülhamid han hazretleri'nin izni ile kurulmuştur.

maccabi kelimesinin kökeni çok eskilere dayanır.
milattan önce 2. yüzyılda selevkos hakimiyetindeki yahudiye'de yehuda makkabi liderliğinde başlayan bir ayaklanmadır makkabi ayaklanması.

makkabi kelimesinin etimolojik kökeni "güç kuvvet" anlamına geldiğinden dolayı, bu kelime yahudiler arasında "beden eğitimi/cimnastik" anlamlarında kullanılmıştır.

işte 1895 yılında hasköy'de toplanan bir grup yahudi genç de bir cimnastik kulübü kurarlar. ismini de maccabi cimnastik kulübü koyarlar.
görsel

halife abdülhamid'in talimatıyla da bu makabiyen(cimnastikçi) gençler osmanlı okullarında beden eğitimi dersleri vermeye başlarlar...

kulüp üyelerinden bazıları 1905 yılında yafa'ya taşınır. ve 1906 yılında bugünkü maccabi kulübünü kurarlar.
kulüp rengi olarak da mavi-beyaz (israil bayrağı rengi) seçerler ve 1909 yılında tel aviv'e taşınırlar.
görsel

istanbul'da kalan maccabi kulübü üyeleri de aynı isimle faaliyetlerine devam ederler tabi.
görsel

istanbul'daki maccabi takımının 1919-1920 pazar liginde yer aldığını biliyoruz.
türkiye'de 1927 yılında kurulan ilk basketbol liginin de şampiyonu olmuşlardır.
kulüp 1930'ların sonuna dek türkiye'de varlığını sürdürmüş, ama son kalanlar da varlık vergisi ile birlikte israil'e göç etmişler ve maccabi haifa kulübü bünyesinde spora devam etmişler.

maccabi kulübünün bugünkü rengi sarı laciverttir ve sembolü de davut yıldızıdır.
görsel

türk sporunda davut yıldızlı logo kullanan bir cimnastik kulübü daha olmuştur.
bu cimnastik kulübü de 1903'te kurulan beşiktaş cimnastik kulübüdür.
görsel

beşiktaş kulübünün kurulduğu 1903'ten 2. meşrutiyet'in ilanına kadar logosunda davut yıldızı bulunmuş, 2. meşrutiyetin ilanından sonra da bu logo kaldırılmış ve yerine ay yıldız konulmuştur...

not: şüphesiz ki bu logo ve bu bilgi beşiktaş'ın resmi internet sitesinde de vardır.
görsel

neyse, konu dağılmasın toplayalım...
bugün 4 yılda bir düzenlenen maccabi oyunları vardır.
Maccabi World Union adlı kuruluş tarafından organize edilen bu spor oyunları dünya olimpiyat komitesi tarafından da tescillenmiş olan dünyadaki en büyük 3. spor etkinliğidir.

video;
https://streamable.com/ld5bud

işte bu maccabi oyunları ilk kez osmanlı coğrafyasında, osmanlı devleti'nin izniyle kurulan istanbul maccabi cimnastik kulübü sayesinde ortaya çıkmıştır...

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
#spor
bu hollandalı abinin adı Willem Janszoon'dur...
görsel

avustralya kıtasını keşfeden hollandalı kaşif.
aynı zamanda da hollanda doğu hindistan şirketinin valisi.

bu hollanda doğu hindistan şirketini evvelce yazmıştık. dünyanın gelmiş geçmiş en değerli şirketi, avrupa'nın bugünkü zenginliğinin temel kaynağı...
(bkz: hollanda doğu hindistan şirketi/#43461629)

willem janszoon'un keşfettiği avustralya kıtası o zamanlar yeni hollanda olarak anılıyordu.
görsel

avustralya'yı keşfeden willem janszoon'un bir de kardeşi vardı.
adı: jan janszoon van haarlem.
görsel

lakin jan janszoon van haarlem, hollanda doğu hindistan şirketi ile anlaşamamış, ters düşmüştü.
abisi hollanda doğu hindistan şirketinde hızla yükselirken, jan janszoon van haarlem şirket ile yollarını ayırmış, osmanlı'ya sığınmıştı.

işte o jan janszoon van haarlem, osmanlı'ya sığındı, müslüman oldu ve küçük murat reis adını aldı.
(bkz: küçük murat reis/#18691105)

janszoon ailesinin bir oğlu pasifik'i yönetirken, diğer oğlu osmanlı adına atlantik'te seferler yapıyor, izlanda'ya kadar uzanıyordu.

hollanda 17. ve 18. yüzyıllarda dünya denizciliğinin hakimiydi ve pek çok ünlü denizci ve kaşif yetiştirmiş, hollanda doğu hindistan şirketi vasıtasıyla önemli zenginlikler elde etmişti.

küçük murat reis, yani jan janszoon van haarlem'in de asıl hedefi buydu.

hollanda doğu hindistan şirketi benzeri bir yapıyı, osmanlı adına kurmak ve yönetmek istiyordu.

kendisi bir öncüydü, ve ardından hollanda doğu hindistan şirketiyle anlaşamayan pek çok denizci de osmanlı'ya katılmışlardı.
(bkz: osmanlı ya sığınan hollandalı korsanlar/#27135702)

hollandalıların osmanlı'ya sığınması başka ülkelere, bu ülkelerde aradıkları fırsatları bulamayan korsanlara da örnek oluyordu.
hollandalılardan sonra osmanlı hakimiyetine girip korsanlık faaliyetleri gösterenler arasında pek çok ingiliz de bulunuyordu.
(bkz: osmanlı ya sığınan ingiliz korsanlar/#30966610)

bunların içinde de en ünlüsü bugün kaptan jack sparrow olarak tanıdığımız yusuf reis, yahut orijinal ismi ile john ward'dı...
görsel

lakin bir şeyler ters gidiyor, osmanlı büyük denizlere açılma konusunda geri kalıyor, bir türlü hollanda'yı yakalayamıyordu.

ve ne yazık ki biz o hollandalı denizcileri kaybettik.

hatta küçük murat reis'in oğlu anthony janszen van salee ülkesine geri döndü.
orada anthony the turk olarak anıldı.
anthony, küçük murat reis'in sale'de kurduğu özerk devlette doğmuştu. annesi mağripli bir müslümandı...
ve anthony the turk, bugünkü new york'u, new amsterdam adıyla kuran kişi oldu.

sözün özü, hollanda, ingiltere büyük gemiler yapıp yeni ufuklara yelken açarken, eline çok değerli fırsatlar geçen osmanlı bu fırsatları değerlendiremedi, denizcilikten hep korktu, akdeniz dışına taşıyamadı bayrağını.

öyle bir hale geldik ki sadece 6 gemiye sahip st stephanos şovalyeleri teke yarımadası kıyılarını yağmalar oldu. üstelik bu dönem akdeniz'in bir türk gölü olduğuyla övündüğümüz dönemdi...

neyse uzatmayalım...

avrupa'da bir laf vardır;
"de ergste turk was nota bene een hollander..!"

manası da şudur;
"en zalim türk kesinlikle bir hollandalıydı..."

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
bir zamanlar televizyon yoktu. gerçi şu an da televizyon yok...televizyonda izlenecek program olmadığı için söylüyorum bunu tabi.

neyse, bir zamanlar gerçekten televizyon yoktu.
radyolar vardı. üstü açık yazlık sinemalar...sezonluk...

ha bir de panayırlar vardı ve de kumpanyalar...

artist sanatçı taifesi bu kumpanyalar ile anadolu'ya giderler, şehir şehir gezerlerdi...

neler neler vardı kumpanyalarda.
şarkıcılar, dansözler, ateş yutan adamlar, ip cambazları, sihirbaz mandrake...

bir de nermin vardı.
balık kız nermin...

hiç balıktan kız olur muydu?
vardı işte, çok yakında bu kumpanyada görebilirsiniz...
görsel

ve balık kız nermin'i gördüler.
görsel

lakin gördükleri balık kız seyirciyi tatmin etmemişti.
hakikaten de sahici bir balık kız bekliyorlardı illa.

bir kavga kıyamet koptu o an.
bir adam bağırmaya başladı;
"Sahtekâr bunlar sahtekâr. Sahici balık kız değil. Bildiğimiz kızmış bu..."

bir diğeri de ona destek verdi;
"Paramızı isteriz paramızı, yok mu yetkili!..."

ve her tarafı denizle çevrili istanbul'da, balık kız nermin'in gerçekten balık kız olmamasına isyan ettiler. nermin'i ve kumpanyayı polise şikayet etmeye yöneldiler.
ve kumpanya sahibi bilet ücretlerini iade ederek kumpanya çadırını toplayıp çok uzaklara gitti...
görsel

o kumpanyalar yok artık.
insanımız da balık kızların gerçekten varolamayacağını bilecek kadar kurnaz.

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...
Halıcı kız film (1953) Isparta . Türkiye'de çekilen ilk renkli türk filmi

https://www.youtube.com/watch?v=vS4SfkF8hfU

***************************
suyun , bardağın , hatta hidrojen ve oksijenin olmadığı devirde
çekilmiş bir film .

***********************************

c.1924 - Bir Sabah istanbul'da[Renkli]

https://www.youtube.com/watch?v=c5PjpPpDlT4

*******************************
Liechtenstein'ı biliyorsunuz değil mi?

avusturya-isviçre arasında bulunan dünyanın en küçük ama en zengin ülkelerinden biri...
görsel

Liechtenstein da tıpkı biz türkler gibi ordusu olan bir millet değil, milleti olan bir ordudur...
zaten kuruluş esasları da buradan gelir.
görsel

Liechtenstein hanedanı, haçlı savaşlarına tam 2 şovalye ve 5 piyade göndererek katılmış, dönüşlerinde de kutsal roma cermen imparatoru tarafından kendisine bugünkü bölgelerinde prenslik kurma izni verilmiş...
görsel

Liechtenstein prensliğinin hakim olduğu bölge, italya'ya açılan bir dağ geçidine hakim konumda olan bir bölgedir.

neyse...
tabi aradan yıllar yıllar geçmiş, alp dağlarının temiz havası bol gıdası derken 1868 yılında almanlar arasında "kardeş savaşları" adı verilen, popüler kültürde "yedi hafta savaşı" denilen ve de alman birlik savaşı olarak da bilinen avusturya-prusya savaşı patlak vermiş.
görsel

küçük alman devletleri (bavyera, saksonya, baden, hassen, hannover vb) alman konfederasyonu adı altında birleşmiş, avusturya da bunlara destek vermiş ve bu devletler prusya ve italya'ya savaş açmışlar...

Liechtenstein prensliği de bu savaşta avusturya ve alman konfederasyonunun yanında yer almış ve 80 kişiden oluşan ordusunu tirol'ün alman topraklarını savunmak için savaşa göndermiştir.

prens 2. johann vatansever, milliyetçi bir almandı. o yüzden bu savaşta prusya kontrolündeki alman unsurlarıyla savaşmayı reddetti. onlar italyanlara karşı savaşacaklardı.

Liechtenstein ordusunun görevi, garibaldi'nin italyanlarına karşı avusturya-Liechtenstein sınırında bulunan ve italya'ya açılan bir dağ geçidini savunmaktı.
görsel

savaş esnasında ne oldu bilmiyoruz.

lakin savaş 2.5 ayda sona erdi.
savaşın sonucunda avusturya-alman konfederasyonu yenildi. prusya-italya ittifakı zafer kazandı.

Liechtenstein ordusunun da görevi sona ermiş, başkent vaduz'a geri dönüyorlardı.

büyük bir karşılama töreni düzenlendi savaştan dönen askerler için.

ve Liechtenstein ordusu halkın sevgi gösterileri arasında vaduz sokaklarından geçiyordu.

lakin savaşa 80 kişi olarak giden Liechtenstein ordusu dönüşte 81 kişiydi.
1 kişi fazlaydılar...

ne sihirdir ne de keramet...

Liechtenstein ordusuna sonradan katılan bu 1 kişinin aslında bir avusturya subayı olduğu anlaşıldı.

meğer italya'da cepheden dönerken yolunu kaybetmiş, Liechtenstein ordusunun savunduğu dağ geçidine ulaşmış, savaşın sonuna kadar da Liechtenstein'lı askerler ile burada beklemiş ve savaş sonunda onlarla birlikte vaduz'a dönmüştü...

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih

not: bazı anlatılarda Liechtenstein ordusu ile birlikte dönen 81. askerin italyan olduğu yazar, lakin gerçekleşen savaşta Liechtenstein ve italya düşman ülkeler olduğu için bu mümkün değildir.
sene 1934...
iran şahı pehlevi türkiye'yi ziyaret ediyor.

bu ziyarete ve atatürk'ün şahı karşılamasına dair görüntüler şurada;
https://streamable.com/z6nrp

tabi karşılama merasimi, görüşmeler falan derken, dolmabahçe sarayına gidiliyor.

ulu önder ve şah karşılıklı oturuyorlar.

şahın maiyetindekiler altın kaplamalı bir sanduka ile geliyorlar, sanduka açılıyor ve üzerine zümrütler, mücevherler, elmaslarla kaplı, kabzası som altından bir kılıç, yine kılıcın kabzasında zümrütlerle süslenmiş iran devlet arması...

ve iran heyeti bu hediyeyi atatürk'e sunuyor.

atatürk de bu hediyeye karşılık yanındakilere işaret ediyor ve atatürk'ün şaha hediyesi de şah hazretlerine takdim ediliyor.

atatürk'ün hediyesini gören şah biraz hayal kırıklığına uğruyor.
zira şahın zümrütlerle, elmaslarla kaplı som altından kılıç hediyesine karşılık, atatürk iran şahına sade ve gümüş kaplamalı bir sigara tabakası hediye etmiş...

şahın yüzünün asıldığını hisseden atatürk, o'na hiç fırsat vermeden ekliyor;
"kendi maaşımla aldım şah hazretleri..."

bir yanda devletini ve ülkesini "şahsi malı" olarak gören, "şahsım" diyen iran şahı, diğer yanda ise resmi devlet konuğu olmasına rağmen ülkesini şahsi malı olarak görmeyip, devletin resmi konuğuna kendi maaşından aldığı hediyeyi veren atatürk...

tabi sevgili arkadaşlar bu hikayeyi eminim ki biryerlerden duymuşsunuzdur. duymayanlarınız da vardır elbet, ama hikayemiz burada bitmedi...

atatürk şahın paha biçilemez hediyesine karşılık ona küçük bir hediye sunmuştu. zira burada atatürk mevzu olanın iran şahı değil, iran halkı olduğunu biliyordu.
o şaha değil, iran halkına, iran devletine hediye vermek istiyordu.

işte atatürk'ün vereceği ikinci hediye hem şahı ezecek, hem de türkiye ve iran arasındaki dostluğu güçlendirecek bir hediye olacaktı.

1934 senesinde türkiye kendi uçağını üretiyordu. yani yerli uçağımız göklerdeydi...

iran'da türkiye'den uçak satın almak için başvuruda bulunmuştu.

ve atatürk'ün talimatıyla türkiye cumhuriyeti tarafından yerli ve milli imkanlarla üretilen bir uçak, iran'a hediye ediliyordu.

bir tarafta zümrütler, elmaslar, altınlar...
diğer yanda bilgi, teknoloji ve sanayi...

sizce atatürk'ün verdiği hediye mi daha değerli? yoksa şah'ın verdiği mi?

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih

not: genç türkiye cumhuriyeti'nin 1934 yılında iran'a hibe ettiği uçağa dair belgeler aşağıdadır.
görsel
görsel
burası sakız adası;
görsel

çeşme'nin hemen karşısında.

çeşme'ye gidip kazıklanmak istemeyen türkler, buraya geçip yiyip içip eğleniyorlar.

adaya ayak bastıklarında karşılarına şu heykel çıkıyor.
görsel

konstantin kanaris heykeli...

konstantin kanaris, yunanların milli kahramanlarından biri.

sadece sakız adasında değil, tüm yunanistan'da kahraman olarak anılan bir türk katili.

kosntantin kanaris, sakız adasının kuzeybatısındaki psara adasında doğmuş bir yunanlı.
daha sonraki yıllarda yunanistan'da başbakanlık da yapmış biri...
görsel

1821 yılında başlayan yunan isyanı neticesinde yunanistan'ın bağımsızlığını kazanmasının ardından, osmanlı yönetimi altındaki ege adalarında yaşayan rumlar da yunanistan'dan aldıkları destekle ayaklandılar.

ilk olarak kuşadası'nın karşısındaki sisam(samos) ayaklandı ve ayaklanmada başarılı oldular.

sisam adasındaki osmanlı kuvvetleri bertaraf edildi, pek çok şehit verdik.

ardından 6000 sisamlı milis sakız adasına çıktılar ve burada yaşayanları isyana teşvik ettiler.
ve böylece tarihin en kanlı ayaklanmalarından biri olan sakız ayaklanması başladı.

sakız adasının bugünkü nüfusu 60 bin civarında, ama bundan tam 200 sene önce sakız adasında 80 binden fazla rum yaşıyordu.

sakız adasında başlayan isyan sonrası osmanlı, kaptan-ı derya nasuhizade ali paşa komutasındaki donanmayı sakız adasına gönderdi. sakız adasındaki isyan kanlı bir şekilde bastırıldı. (not: nasuhizade ali paşa, nasuh mahruki'nin büyük büyük dedesidir.)
görsel

osmanlı'nın kendi topraklarında yaşanan isyanı bastırması avrupalıları çılgına döndürmüştü, bunun bir soykırım olduğunu söyleyerek osmanlı'yı şiddetle kınadılar.

halbuki osmanlı isyan edenlere bir şey yapmamalı, sakız adasını da kaybederken seyretmeliydi sanırım...

her neyse, nasuhizade ali paşa sakız adasında asayişi sağlar ve bir süre burada kalır, lakin bir gece yarısı konstantin kanaris ve emrindeki yunan milisler limana gelerek osmanlı donanmasını yakarlar.
görsel

saldırıda kaptanı derya nasuhizade ali paşa başta olmak üzere 2000'den fazla osmanlı denizcisi şehit olur.
ali paşa'nın cesedi denizden çıkarılarak sakız kalesinde toprağa verildi.
görsel

işte bugün sakız adasında kaleiçinde nasuhizade ali paşa'nın da kabrinin bulunduğu bir şehitlik var.

adalılar nasuhizade ali paşa'ya "kara ali" derlermiş, burası da bunun için kara ali mezarlığı olarak anılmaktadır.
görsel

sakız adasındaki bu şehitliğimiz bugün şu halde;
görsel

işte sakız adasında nasuhizade ali paşa ve leventleri ile birlikte yatan bir de pilotumuz var.
pilot üsteğmen orhan bey...

1822 yılında şehit olan nasuhizade ali paşa ile yanyana bir pilot, ne alakası var?

alakası şu...

1. dünya savaşının sonlarına doğru, pilot üsteğmen orhan bey ve rasıdı hüseyin hüsnü, aeg-15 tipi uçağı ile sakız adası üzerinde keşif uçuşu yaparken, yunan topçusu tarafından vurulur, uçakları sakız adasına düşer, orhan bey şehit olur, rasıt hüseyin hüsnü esir alınır, lakin hüseyin hüsnü bir süre sonra kaçarak kurtulur ve çeşme sahilinde karaya çıkar.

işte sakız adası üzerinde uçarken uçağı düşürülerek şehit edilen pilot üsteğmen orhan bey de kara ali şehitliğine defnedilir.

bu arada sakız adasında yatmakta olan şehit üsteğmen orhan bey, 1915 yılında çanakkale savaşları sırasında albatros tipi uçakla komutanı ali rıza bey ile birlikte ilk havacılık zaferimizi kazanan pilotumuzdur.

nereden nereye...

sakız adasına giden türk turistlerin önünden geçtiği konstantin kanaris heykeli, nasuhizade ali paşa, onun torunu everest'e çıkan ilk türk, çanakkale savaşındaki ilk havacılık zaferimiz ve sakız'da düşürülen uçağımız...

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
TCG Yıldıray (S-350), Ay sınıfı bir denizaltıdır. TCG Yıldıray; izmit'teki
Gölcük Tersanesi'nde inşa edilmiştir. Aynı zamanda Gölcük Tersanesi'nde
üretilen ilk Türk denizaltısı TCG Yıldıray (S-350)'dir.[1] Tip 209/1200 olarak
üretilmiştir.

ilk kaynağı 1 Mayıs 1976'da, denize inişi 20 Temmuz 1979'da gerçekleşmiştir.
] 20 Temmuz 1981'de Türk Donanması'na katılmıştır .

görsel

TCG-YILDIRAY'ın (S-350) 25.YILI ANISINA

https://www.youtube.com/watch?v=BmJQNh7R_Nc
Adakale

Adakale (Macarca: Újorsova, Sırpça ve Bulgarca: Адакале / Adakale), 1968
yılında Demirkapı Barajı'nın suları altında kalana kadar Tuna Nehri üzerinde,
bugünkü Romanya topraklarında yer alan ve üzerinde Türk nüfusun yaşadığı ada.
Eski adı Caroline Adası, Rumence adı Yeni Orşova'dır .

1960'lı yılların sonlarına kadar 1000 kadar Türk'ün yaşadığı 160.000 m² yüzölçümündeki
Adakale, Osmanlı mimarisinin özelliklerini yansıtan bir yerleşim birimiydi.

Üzerinde bir cami, bir Vauban stilinde inşa edilmiş bir kale, küçük bir Ortodoks kilisesi,
pazar yeri ve birkaç kahvehane bulunmaktaydı. Adada yaşayan Türkler tütün ekimi,
kayıkçılık ve ticaretten geçimlerini sağlarlardı.

Ada baraj suları altında kaldıktan sonra adalıların büyük bölümü Türkiye'ye göç etmiştir .

https://tr.wikipedia.org/wiki/Adakale

görsel

görsel

görsel

görsel

görsel