bugün

ihsan oktay anar'ın kitabıdır. bir dedenin ölümle değişik maceraları anlatılmaktadır.içeriğinin verdiğiyle keyifle tek solukta okunasıdır.
bır cok oykunun bırlesmesı ıle olusan turkıyenın umberto eco su sayılabılecek olan ıhsan oktay anar'ın bır kıtabı..
"cesaretini topladıktan sonra bu kitabı alıp inceleyen aptülzeyyat, onun dünya tarihiadlı bir eser olduğunu gördü. Bir kitaptaki metafizik uykusundan uyanan hayalet, aynı uykuyu bir başka kitapta sürdürmeyi uygun görmüş olmalıydı. atlattığı onca vartadan sonra harap ve bitap düşmüş olan aptülzeyyat, o sıcak odada döşeğine kıvrılarak sızdığı vakit, rüyasında kendisini tıpkı o hayalet gibi dünya tarihi içinde, ama aç bir kitap kurdu olarak gördü. daha ilk sayfanın üzerinde, iri puntolu, "yasak meyva" kelimesini ısırarak yemeye başladı. ikinci sayfada "düşüşün azabı"nı tattı. "mesih'in eti"ni yedi, "o'nun kanı"nın lezzetine vardı. "veba"yı, "savaşlar"ı, "felaketler"i ve daha bir nicesini geçtikten sonra son sayfaya geldi. bir sapiens olarak artık kozasını örebilirdi. kozanın içindeki minerva'nın karanlığında kurtuluşunu bekledi. zaman geldiğinde, tattığı her güzellikle kanatları süslü bir kelebek olarak karanlıktan ışığa çıktı; artık cennete uçabilirdi."
istanbul devlet tiyatrosu'nun sahneye koyarak hiç de iyi etmediği metin.
ihsan oktay anar'ın pırıltılı zekasının övgüyle karşılanacak ürünü. yazar büyülü ve masalsı bir atmosfer kullanmış. geçmişi tarih ve mekandan soyutlayarak; düne ait olanı buğulu olarak anlatmış. mistik ve dini unsurların lezzetli bir harmanı olan kitapta mitolojik öykülere, tarihsel ve siyasal olaylara göndermeler var. yazar kitabı epizotlar halinde yazmadan çerçeve hikayeciliğe başvurarak okuyucunun kitabı hazmetmesini kolaylaştırmış. kitabın tek olumsuz tarafı zaman zaman sürreal öğelerin dozunun aşırıya kaçarak yakalanan mistisizmin yerine masalsı bir anlatımın egemen olması. diğer kitaplarına oranla daha sönük bir eser olsa da tarihe ilgi duyan ve anadolu'nun çokkültürlü coğrafyasında mistik bir yolculuğa çıkmak isteyen okuyucuların seveceği bir eser olmuş.
sen yakasina yapiştin her insani korkak mi saniyorsun ? yoksa olumsuz oldugun icin korkusuzlugun sana mi mahsus oldugunu du$unuyorsun ? benim dunyada tattigim en buyuk lezzet, hayat degil, insanlik ! her zaman oldugu gibi, $imdi de ya$iyor olmanin degil, insan olmanin zevkini cikariyorum . anlattigim her hikaye icin bana bir saat sure verdigin icin sana mute$ekkirim . fakat $unu iyi bil : ben bu sureyi ya$amak yerine, hikaye anlatmak icin kullaniyorum ."
ihasn oktay anar isimli, nevi şahsına münhasır yazarın çok farklı bir tarzda yazdığı ve benim en sevdiğim romanı. ama en iyi romanı değildir, en iyi romanı puslu kıtalar atlası'dır. aslında tam olarak roman da değildir ama zaten benim sevme gerekçem de bununla ilgili.
efendim, modern romanın ilk ortaya çıkışı ya da romana benzer ilk edebiyat eseri konusu biraz karışıktır. don quijote ilk roman olarak söylenegelse de esasında ilk romanlar çok daha eskilerde yazılmıştır. şimdi adını hatırlayamadığım, telemaque diycem bilen biri gelip dövecek beni, ilk roman örneklerinden birinde hikaye şu şekildedir. bir şehirde veba salgını başlar ve 10 kişi şehirden kaçarlar. yol boyunca her gece herkes birer hikaye anlatır, falan filan. yani, gevşek bir roman kurgusunun içinde hikayeler anlatılmaktadır. tabii ilk roman örneği bu, adı aklıma gelmeyen, kabul edilirse, işler karışıyor zira, aynı mantıklar ilerleyen bir metin doğu'da çok daha önceleri yazılmıştır ve adı da binbir gece masalları'dır. mantık aynı, kurgu aynı.

(bundan sonrası spoiler olabilir. bence değil ama uyarmış olayım, problem çıkmasın)
bu uzun ve -galiba- biraz gereksiz girişten sonra konuya dönecek olursak, efrasiyab'ın hikayeleri ihsan oktay anar'ın, binbir gece masallarına bir naziresidir. zira roman, ölüm ve cezzar dede adındaki iki karakterin birbirine anlattığı hikayelerden oluşur. hikayelerin kimi çok güzel kimisiyse çok basittir. ölüm ve cezzar dede, uzun ihsan'ın (ihsan oktay'ın her kitabında yer verdiği ve kendisini sembolize eden karakteri) canını almak için gün boyu dolaşırlar ve birbirlerine bu hikayeleri anlatırlar. ama uzun ihsan'ın ihsan oktay olduğunu bilen okur, bilir ki ihsan oktay anar, uzun ihsan'ı ölümden kurtarmak için hikayeler anlatıp duruyordur. burada aklımıza hemen, ölümden kurtulmak için hükümdara 1001 gece boyunca hikaye anlatan şehrazat gelir. ihsan oktay, romanın en iptidai şeklinde bir roman yazmıştır ve romanı -muhtemelen kendisinin de ilk roman kabul ettiği- 1001 gece masallarına paralel yazmıştır. çok zekice.

romanın konusu ve konuların işlenişi mükemmeldir. ihsan oktay zaten gönderme ve ironi konusunda usta bir yazar, eyvallah ama bu kitabında bu meselelerin hepsini aşmış. ben bu kadar komik bir kitap okuduğumu hatırlamıyorum. ihsan oktay filozofçu bir abi olduğu için elbette eski hikayelere göndermeler yapmış, elbette çok geniş olan osmanlıca haznesini olabilecek en matrak şekilde kullanmış. ama tüm bunların dışında, açıklamayı beceremediğim başka bir güzelliği var bu kitabın. okumayı düşünürseniz, ki bence düşünmelisiniz, yanınıza bir osmanlıca sözlük alın(internet de o işi görür) ve anlamını çıkaramadığınız her kelime için sözlüğe bakın, zira büyük bir ihtimalle ince bir gönderme vardır ve kitap o göndermelerle çok zevklidir. dün gece bitirdiğim kitabı haftaya tekrar okusam yeni yeni göndermeler keşfedeceğimden eminim. bir iki çerezlik vereyim de ağzınız sulansın.
"kadının mubarek ve galaktik sütünü emdi"
"iştiraki mezhebine kayıtlı olduğunu ve bu yüzden allah'a inanmadığını söyledi"
"içki ve kumar alemlerinde hayırsever bir insan olarak bilinirdi"
böyle cümle mi kurulur be kardeşim, iştiraki mezhebi nedir(:)), mezhebe nasıl kayıt yaptırılır. allah seni bildiği gibi yapsın.
dört farklı konuda anlatılan sekiz hikayeyi barındıran kitap. anlatacak iyi bir hikayeniz varsa ölüm sizi bekleyebilir. ve ölümü alt etmenin en iyi yolu, gözyaşının masumiyetidir.
-----kısmi şekilde spoiler içerir-----

mahalle gazetesinde çalışan gülerk kent hikayesi ile alternatif superman yorumu dudak uçuklatmıştır; hele yatılı okuldaki dracula hikayesi, hayal gücü ötesinde bir kurgu yeteneğine sahip yazara dair şüpheler uyandırmaya başlamıştır.

cezzar dede, ölüm, ölümün kız kardeşi uykunun uzun ihsan efendiyi kovalamacası keyifle okunmuştur.

----kısmi şekilde spoiler içerir-----
--spoiler--
başlangıcında azrail ile canını almaya geldiği adamın okey oynadığı kitap. evet evet bildiğin okey. yalnız eşli oynadılarsa azrail' in karşısında kim vardı, o belli değil.
--spoiler--
ezel akay tarafından sinemaya uyarlanacak olan, ihsan oktay anar'ın diğerlerine nazaran sönük kitabı.
Vakti zamanında Işıl Kasapoğlu rejisiyle DT'de oyunlaştırılan ihsan Oktay Anar şaheseridir.
vakti zamanında payidar tüfekçioğlu'nun sesiyle azrail'i dünya'ya getirdiği oyundur.
vakti zamanında dev kuklalarla sahnenin amına koymuş, zor bir kitaptan çevrilen çok zor bir rejiyle, bi boka yaramayan beşinci sıra eleştirmenlerini sikertmiş oyundur.
diğer tüm ihsan oktay kitapları gibi ikinci kez okunmayı haketmiştir.
--spoiler--
arayış bitince, aranan şey artık bir kez bulunduğu için, korku da aşk da biter, işte o zaman meşk başlar! zaten cennet de budur ve gülümseyen herkes cennete bakıyor demektir.
--spoiler--
--spoiler--
kavuşunca meşk, kavuşamayınca aşk olduğunu söylerler. sevgisini kalbinde taşıdığı sürece herkes ona kavuşmuş demektir bana göre. bu nedenle sevmenin meşk etmek olduğunu düşünürüm. dünyaya bakınca gülümsememek elde değil. ben de bakarken hem dünyayı hem de onun içindekileri seviyor ve gülümsüyorum. işte, dünya hakkındaki bir hikayeyi de aşkla değil meşkle anlatıyorum.
--spoiler--
bir solukta okunan, o diyardan bu diyara peşinden sürükleyen ve bittiğinde insanın dudağının kenarında bir gülücük bırakan kitaptır.

ben derim ki... gülümseyin! ancak öyle cenneti görebilirmişiz, onu anladım.
ihsan oktay anar'ın yarattığı mucizelerden biri.
kitaba dün başladım. bir tespitim var.
ilk cümle şöyle:
çok değil, bundan 30 yıl kadar önce. anadolu'nun orta yerindeki bir kasabada, kestiği raconla nam salmış bir kabadayı vardı.
sayfa 18'de ölüm'ün anlatmaya başladığı "güneşli günler" hikayesi şu cümle ile başlıyor:
çok değil, günümüzden sadece yarım asır kadar önce, yani cumhuriyetin yirminci yıllarının sonuna doğru, anadolu'nun orta yerindeki bir köyün hemen dışında,...
sorun şu: kitap başladığında anlatılan kabadayı, ölüm tarafından güneşli günler öyküsü anlatıldığı gün ölüyor demek oluyor ki günümüzden 30+50 yıl önce güneşli günler hikayesi geçiyor olmalı. bu da kitabın yazımından 80 yıl öncesine bizi götürür. yaklaşık 1916-17-18 civarı.
cumhuriyetin 20. yıllarının sonundan kastedilen 1940'lı yılların sonu olmalı değil mi?
umarım çok erken atlamamışımdır. eğer kitap 2020'li yıllardan başlamışsa ki şu ana kadar bunu hissedecek bir şey okumadım o zaman yaptığım hesap yanlış demektir.
hadi hayırlısı, okudukça göreceğiz.
güneşli günler hikayesini okuyunca karanlıktan korkup tuvalete gidememenin nasıl kötü birşey olduğunu hatırladım. battaniyeye gömülüp kendini korumaya çalışmak, yürüken arkanda birisi olduğunu düşünmek ama dönüp bakamamak.
ayrıca sözlü yapılırken öğretmenin defterin yapraklarını çevirirken sırayı savınca hissettiğin rahatlama.
hiç unutmam benim okul numaram 777 idi, lanet olsun kafiyeli bir numara olduğu için hocalar çabuk ezberlerlerdi.
yine bir sözlü de hocalardan biri (hangi derstti hatırlamıyorum) defteri çevirip duruyor ben ortalardayım. 2-3 sayfa sonra benim sayfaya gelecek bekliyoruz.
öğretmen (şerefsiz, söyle gitsin değil mi) yediyüüüzzz dedi uzatarak, numarası 700 olan çocuk kalktı ben ohhh diye rahatlamışken devam etti, yetmiiiiş 700 numaralı çocuk bir sevinç oturdu ben aha dedim sıçtık kalkıyorum. ve sonunda beklenen numarayı söyledi yediiii. kalktım, bişeyler eveleyip gevelemiştim ama sonunda ne olmuştu hatırlamıyorum.
sayfa 111:
"işte tam bu sırada yoluna azazil * çıktı ve ona, sonsuz bilgeliğin meyvasını uzatıp, tanrı'da yok olmak ile tanrı olmak arasında bir seçim yapmasını istedi. yok olmak, olmaktı; ama o, tanrı olmak istedi ve bilgelik meyvası'nı tattı. tanrı'yı değil, iyi ve kötüyü bildiğinde, böylece o kendisinden ayrıldı, özünü kaybetti. aradığı bilgeliğe, yani dünya'ya kavuştu."
üstünde bir miktar durmak gereken bölüm. cennetten kovulma hikayesini anımsatıyor. * yok olmak , olmaktı bölümünü ilk etapta anlayamadım ama biraz düşününce kastedilenin olgun olmak gibi, kemale ermek gibi, nirvanaya ulaşmak gibi bir anlamı olduğunu sezdim.
tanrı olmayı hedefleyip ortada kalmak değil midir bu? iyi ve kötüyü bilmeden yaşamayı seçmek olmuyor mu o zaman cennette yaşamak? cennet denilen yer tanrı'da yok olunan yer olmuyor mu bu durumda?
sayfa 137:
"... bir şekilde ilahi sırları ve gayb aleminin ilmini öğrenmişti. fakat onca ilme ve irfana rağmen, hala mutsuz ve öfkeliydi. çünkü bilmesi gereken asıl şeyi bilmiyordu. ... münzevi ipi çektiği esnada, bakraçtaki suyun sathında kendi aksini görmüştü. suyu değil, sanki kendi aksini içen adam, bütün ilmini unutmuş, ama sonuçta kendini bilmişti. bu ise onun bilmesi gereken, zaten yegane şeydi."
(bkz: kendini bilmek)
okumaktan keyif aldığım bir bölüm daha.
mutsuz ve öfkeli olmamak için kendini bilmek gerekir ve bu hiç de kolay değildir.
insanın aklına doğal olarak şu soru geliyor: kendini bilmek için ne yapmalı?
ölüm dünya tarihi hikayesini anlatıp bitirir ve ondan sonra ihtiyarla yaptıkları sohbeti okumak müthiş zevkli.
sayfa 138:
"dinleyenin anlamasından çok, anlatmanın zevki için anlatılmış görünüyor."
sayfa 139:
"alışık olduğun tarzı, üslubu ve kelimeleri kullanıp seni etkilemek için anlatsaydım, bundan en başta ben zevk almazdım. dolayısı ile bu, fahişelik gibi birşey olurdu."
anlatanın fahişe olması durumu daha iyi ifade edilemezdi.
(uludağ sözlük yazarlarının bazılarına duyrulur.) * *
sayfa 139:
"benim dünyada tattığım en büyük lezzet, hayat değil, insanlık! her zaman olduğu gibi şimdi de, yaşıyor olmanın değil, insan olmanın zevkini çıkarıyorum."
bu cümle kafamda çığır açtı diyebilirim. insan olmanın ne olduğunu daha doğrusu insan olduğumuzu neden unutuyoruz?
ölmemek için hikaye anlatmak zorunda olan ihtiyar şu cümleyi kurar:
sayfa 139:
"ben bu süreyi yaşamak yerine, hikaye anlatmak için kullanıyorum."
ihsan oktay anar'ın kahramanına kurdurttuğu bu cümleyi bir çeşit manifesto olarak görüyorum.
sayfa 139:
"fakat birçok kişi için, insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmak değil, hayatı sürdürmek ve korumak daha önemli görünüyor."
yukardaki alıntının biraz tekrarı gibi ama açıklayıcı olması hasebiyle (vurguyu artırmak açısından) önemli bir cümle.
ve sonunda en vurucu cümleler geliyor.
sayfa 140:
"ne pahasına olursa olsun yaşamaya çalışmakla, doğrusu çok büyük bir mutluluğu kaçırıyorlar. acı ve ölüm korkuları onları yönetiyor. işin kötüsü, bu korkuyla değil, bir insanın gözleriyle görselerdi, tanrıyı görmüş olurlardı."
mümkün olsaydı da altını çizebilseydim yukardaki cümlelerin.
ihsan oktay anar'ın şaşırtıcı özelliklerini keşfettiğimiz kitabı.
kitap içindeki ezine canavarı hikayesinde anlattığı kadınlara has konular şaşırtıcı ve bir o kadar da eğlenceli.
sayfa148:
"saatler ilerledikçe kızlar, bir yandan hülyalar kurarak, çeyizleri için tığla, elti eltiye küstü, seksen akıl doksan fikir, aşık yolunu şaşırdı gibi motifleri işleyip masa, sehpa ve radyo örtülerini nikahlarına yetiştirmeye çalışırlardı."
ezine canavarı hikayesi ince esprileri ile insanı sık sık gülümsetiyor.
sayfa: 147:
"... hele hele kirli suyun akıp gittiğini görünce, tıpkı cinlerle münasebete giren şamanlar gibi kendilerinden geçerlerdi. öyle ki, onları bu halde gören bir adam, çamaşır yıkamanın çok zevkli bir iş olduğuna hükmedip, dünyaya kadın olarak gelmediği için başını taşlara vurabilirdi."
sayfa 150:
" üstüne üstlük, iffetini kaybetme tehlikesinin başgöstermesi, kör ve sağır bir erkek cinnet geçirmedikçe neredeyse imkansızdı."
sayfa 155:
"... hakiki bir erkekte olması gerektiği gibi hayata gerçekçi, yani boş boş bakardı"