bugün

Beyinleri gelişmemiş olup homo sapiens sapiens türünün yüz karasıdır.
madımak olayına göre milyonda bir kere dile getirilen bir konudur.

birinde 35 ölü
birinde 100.000.

asıl ikiyüzlülük bir katliamı dakka başı suçsuz insanların üstüne yıkarken diğer taraftaki katliam karşısında kafayı öbür tarafa çevirmek, görmezden gelmektir. bu insanlık değildir.

'Bir toplum düşün ki, orda adam öldürmeye, hem de, çoğu, suçsuz adam öldürmeye siyaset deniyor.'
kemal tahir- Kurt Kanunu.
istiklal mahkemeleri, insan hakları ihlalidir. sorgusuz sualsiz alınıp sorgulanıp keyfi olarak idam ettirilen çok kişi olmuştur.
istiklal mahkemelerini savunan kimdir acaba? istiklal mahkemeleri hangi hükümet zamanında kuruldu? hakimleri kimlerdi bilen varmı? iskipli Ali Atıf Hoca sapka kanunu çıkmazdan evvel yazdıgı kitap yüzünden haksız yere idam edildi bilen varmı? kaç kişi idam edildi bilen varmı yorum yapanların hangisi mahkeme tutanaklarını okudu? istiklal mahkemeleri Cumhuriyet Halk Partisinin marifetidir kimse inkar etmesin çok partili hayata ne zaman geçildi sanki ? tutupda cahiller dinciler istiklal mahkemelerini savunuyor diyen ey cahiller bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayın...

not: eksi oy verenler gerçekleri dünya gözüyle araştırın, dersim harekatı döneminde kim başbakandı? dersimi kim bombaladı ? yakın tarihi unutmuşlar Yavuz Sultan Selim dil uzatıyorlar... şimdi gönül rahatlığı ile eksi oy verin.
(bkz: devrim mahkemeleri)
(bkz: savaş meclisi)
(bkz: geçiş dönemi)

önce araştırıp, sonra gelsin sevgili dinciler.
asıl kemalistlerin ikiyüzlülüğüdür. bu ülkeye cumhuriyetin halkla beraber getirildiğini savunup, istiklal mahkemelerinde halkın katledilmesini de halkın iyiliği için yapılanlar sınıfına sokmaktan daha şerefsizce bir şey olabilir mi?

Ayrıca doğrudur, istiklal mahkemeleri o kadar da kötü bir olay değildi. mahkemeye çıkıp beraat eden istisna denilebilecek kadar az insan olsa da, en azından bir mahkemeye çıkarılmış ve göstermelik bir demokrasi uygulanmıştır.

ister yobaz olarak görün, isterseniz başka bir şey umrumda değil. savaştan çıkmış bir halka, savaş yıllarını özlettirecek kadar zulmedilen bir düzen savunulamaz. ''sizi biz kurtardık, şimdi her şeyinizle bizimsiniz'' zihniyeti, ne yapmış olurlarsa olsunlar yargılanmalıdır. bu dünyada olmazsa, öbür dünyada olacaktır bu kesin.

her devrimde insanlar ölür; ancak bu gerçeği kabullenir ve: ''yapacak bir şey yok'' derse insanlar, işte o zaman insanlık da ölür.
asıl iki yüzlülük istiklal mahkemelerini normalmiş gibi gösterenlerdir.

yavuzun yaptığı tek şey ülkesini korumaktan öteye geçmemiştir. katliam yapsaydı şuan bu topraklarda aleviler yaşıyor olmazdı sanırım.
Üniversitede cami bizim binaya uzak olması ve okul içerisinde mescid bulunmaması nedeniyle kulup odamızda kendi çapımızda bir mescit hazırlamıştık, arkadaşlarla namazımızı kılardık ders aralarında (ülkücü bir ekiptik) . Neyse gel zaman git zaman bir arkadaş yaşı geçkin bir abiyi sınıftan tutup kulup odamıza getirmiş bizimle namaz kılabilirsin diye, biz de tabi hoşgörüyle hatta sevinçle karşıladık.
Yaşının büyüklüğünden de ötürü yaptık önümüze imam namazımızı kıldık. Namaz bitince de iki lafın belini kıralım diye çay yaptık içiyoruz ki bu abimiz cebinden cep risalesi çıkartıp sanki kuran okurcasına bize okuyup başladı propagandaya hepimiz birbirimize baktık ama ses etmedik, misafirdir dedik. Konuyu abinin kim olduğunu öğrenmek için yaşın geçmedimi abi senin üniversite içine getirdik abimiz başladı uydurmaya. "Ben aslında şiiyim, istanbul'a askeri lise için geldim, o arada hak yolunu gördüm Sunni oldum, harp okuluna gittim Nurcularla takılmaya başladım, onların içerisine girdim, çok yardım ettiler sağolsun, onlardan biri oldum sonra harp okulundan namaz kılıyor diye atıldım"...

istiklal mahkemeleri olayları da böyle bir iki yüzlülük ve uydurmaya dayanır. iki-üç samimi müslüman görünce koşa koşa yanlarına çöreklenmeler ve siyasi fikirlerini empoze etmeye çalışmalar, bu arada milletin diğer insanlarını aşağılamalar, milletin subayı değil de bu siyasi örgütlenmenin adamı olup sonra askeriyeden dışlanınca "namaz kılıyordum da atıldım" diye uydurmalar.

Nitekim, "abi biz ülkücüyüz, senin borun burada ötmez, gerçekten namaz kılma yerine ihtiyacın varsa gel kıl namazını ama nurculukmuş, ticanilikmiş bize sökmez, buradaki gençleri de bunlarla zehirleyemezsin, zehirlersen tepene bineriz" dedik. Adam bir daha gelmedi.

Olay bundan ibaret.
1923'te tekrar açılan ikinci dönem istiklâl Mahkemeleri, 1927'ye kadar faaliyet gösterir. Bu mahkemelerdeyse asker kaçakları, Kurtuluş Savaşı'nda düşmana yardım edenler ve isyan çıkaranlar yargılanır. Mahkeme, 29 Haziran 1925 tarihinde Diyarbakır'da Şeyh Sait ve 46 destekçisini idam eder. Sonrasında ise Cumhuriyet'in ilanını eleştirenleri, hilafet ve saltanat propagandası yapanları yargılamak için istanbul ve Ankara istiklâl Mahkemeleri kurulur. Ulusal otoriteyi sağlamak için kurulan bu mahkemeler bir süre sonra binlerce masum ve mazlum insanın idam edildiği bir yapı haline gelir. Ankara istiklâl Mahkemeleri'nin Başkanı Ali Çetinkaya nam-ı diğer Kel Ali, savcısı Necip Ali Küçüka ve üyesi Kılıç Ali'dir. işte bu 'Üç Ali', yapılan birçok haksız yargılamayla hafızalara kazınır. istiklâl Mahkemeleri'nin en temel özelliği ise yargılananların itiraz yani temyiz hakkının bulunmamasıdır. Mahkemelerde yargılananların birçoğu aynı gün içerisinde tutuklanır, yargılanır, cezalarını alır ve idam edilir. Ali Çetinkaya'nın Ankara istiklâl Mahkemesi ceza dağılım cetveline göre vicahen, gıyaben ve müeccelen verdiği idam kararlarının toplamı 2470'tir. Salben (asılarak) gerçekleştirilen idamlarda kadrolu olarak görevlendirilen Keskinli Cellât Kara Ali, Tanin gazetesinde kendisiyle yapılan bir röportajda: "Ben Ankara'da 6128 kişinin sehpada ipini çekmişim." der.

Birçok âlim ve münevver insan idam edilirken dillerinde sadece duaları vardı. Geride ise memleketini terk etmek ya da soy ismini değiştirmek zorunda kalan aileleri. Şimdi, mağdur olan binlerce kişiden sadece birkaçının yaşadığı trajediye ayna tutalım...

HEM DiN ÂLiMi HEM AKTiViST: iSKiLiPLi ATIF HOCA

Cellâdı Kara Ali midir bilinmez ama bu dönemde idam edilenler arasında öne çıkan ilk isim şüphesiz 82 yıl sonra mezarı bulunan iskilipli Atıf Hoca'dır. Fatih Dersiamı, medaris müfettişi, Kabataş idadisi Arapça öğretmenliğinin dışında hem fikir üreten hem eylemlere katılan bir aktivisttir o. Aynı zamanda 15 Mayıs 1919 izmir işgalini Beyoğlu'ndaki ingiliz elçiliğinde protesto eden ilk aydın, Milli Mücadele'yi canı yürekten destekleyen bir vatanperverdir. Bediüzzaman, Mehmet Âkif, Ahıskalı Ali Haydar, Eşref Edip ve Ali Şükrü ile birlikte aktüel yazılar yazar. Batılılaşmayı eleştiren 'Frenk Mukallitliği' kitabını Şapka Kanunu'ndan tam 18 ay önce yazdığı halde, söz konusu kanuna muhalif olduğu gerekçe gösterilerek 7 Aralık 1925'te evinden alınarak Ankara'ya gönderilir. "Baba beni kimlere bırakıp da gidiyorsun?" diye ağlayan kızı Ayşe Melahat, babasını en son o gün görür. 3 Şubat 1926 tarihinin gecesinde iskilipli Atıf Hoca dört sayfalık savunmasını hazırlar. Rivayete göre ranzaya yaslandığında Peygamber Efendimiz'i (sav) rüyasında görür. Resûlullah'ın "Atıf, neden bize kavuşmayı erteliyorsun?" hitabıyla uyanınca savunmasını yırtıp atar. Dört gün içine sıkıştırılan dört duruşmadan sonra 4 Şubat 1926'da eski meclisin önünde Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ile birlikte asılarak idam edilir. Yıllarca baskı altında kalan akrabaları da resmî platformlarda iskilipli Atıf'ın adını ağızlarına alamaz, köylerini terk eder. Birçoğu gibi naaşı ve mezarı ailesinden saklanır. Kabri, daha 2009'da eski Hatay Milletvekili Mehmet Sılay tarafından bulunur, cenaze namazı kılınır.

ŞEYH ESAD ERBiLi HAZRETLERi

Anne ve baba tarafından seyyid olan Erbilli Şeyh Esad Efendi'nin dedesi Şeyh Hidayetullah Efendi, Mevlânâ Halid-i Bağdadi Hazretleri'nin Erbil Halifesi'dir. Hem Nakşî hem de Kadiri icazeti alan bir âlimdir. 1883'de istanbul'a gelir. Fatih Camii'nde ders okutur. Ünü kısa zamanda yayılan Erbilî Hazretleri'ni Abdülhamid Han'ın damadı Halid Paşa saraya davet eder, sohbetlerinden istifade eder. istanbul'da bütün tarikatları aynı çatı altında toplayan heyetin isteğiyle Şeyhler Heyeti'nin reisi seçilir. Cumhuriyet'ten sonra bir kenara çekilir, zikir ve ayini terk eder. Yalnız ilmî ve dinî sohbetler yapar. 1925'te istiklâl Mahkemeleri ile başlayan rüzgâr onu da içine alır. Zira 1930'da özellikle Nakşîler aleyhinde kampanyalar başlar. Menemen olayında ise bir numaralı suçlu olarak gösterilir. Başlarına gelecekleri fark eden oğlu Ali Efendi babasına, "Babacığım, ben havayı beğenmiyorum. Etrafımızda uğursuz gölgeler dolaşıyor. Evimiz ve sokağımız tarassut altında. Bir tedbir alalım. Mesela köşkteki kalabalığı dağıtalım, onları memleketlerine gönderelim. Biz de göz önünden silinelim." der. Esad Erbili Hazretleri ise acı bir tebessümle şu cevabı verir: "Allah'ın takdiri neyse o olacaktır. Bana öyle geliyor ki, ok yaydan çıkmış ve hakkımızda karar alınmıştır. Yani tedbir zamanı geçmiştir." 23 Aralık 1930'da tutuklanır, Menemen'e sevk edilir. idam talebiyle yargılanır fakat o sırada yaşı 90'ı geçtiği için yürümekte bile zorlanıyordur. Cezası müebbede çevrilir. Oğlu Ali Efendi ise idam edilir. Üremi tedavisi için Menemen'e askerî hastaneye gönderilir. Tedavisi devam ederken 4 Mart gecesinde vefat eder. iddialara göre damar içi enjeksiyon ile zehirlendiği söylenir. Cenazesi ailesine verilmez, Menemen'de defnedilir.

MEVLEVÎ iBRAHiM HAKKI EFENDi

Boranın ortalığı kavurduğu bu dönemin başka bir şehidi de Mevlevî ibrahim Hakkı Efendi'dir. Erzincanlı Mevlevî Şeyhi ibrahim Hakkı Efendi, vaaz ve eserleriyle halk arasında çok sevilen bir ilim adamı, Sultan Abdülhamit ve Reşad döneminde saray vaizidir. 1915'de Erzincan ve çevresinde topladığı Mevlevî gönüllüleriyle gittiği Kanal Savaşı'ndaki mücahitlerdendir. Cevval biri olarak bilinir. Atıf Hoca'nın idamından 4 ay sonra Erzincan'a gelen istiklâl Mahkemeleri, Ankara'dan aldığı emirle ibrahim Hakkı Efendi'yi arar ama bulamaz. Gıyabında gerçekleşen tek celsede, asılarak idam kararı çıkar. Bu sırada Kemah'taki köyünde olan ibrahim Hakkı, askerlerin geleceği gün rüyasında Peygamber Efendimiz'i (sav) görür ve ailesiyle helalleşir. Sabah ezanı okunduktan sonra namaza durur. ikinci rekâtta secdede ruhunu Rahman'a teslim eder. Hakkında arama emri bulunduğu için oğlu babasının vefatını jandarmaya haber verir. Seyyar mahkeme doğrulatmak için bir heyet gönderir. Mezarın açılmasını isteyen askere köylü karşı çıkar ama beş gün önce defnedilen cenazenin yüzü açtırılır, köylüye onaylatılır. Kefeniyle birlikte çıkarılan cenaze kurulan darağacında asılır. Kemah Nahiye Müdürü'nün "Adamcağız zaten ölmüş niye asıyorsunuz?"sorusuna verilen cevap şöyledir: "Mahkeme asılarak idamına karar vermiş. Biz kararı yerine getiriyoruz."

'VERGi DE VERECEĞUZ, SERPUŞ DA GiYECEĞUZ'

Rize'de ise başka bir vahim tablo vardır. Modernleşmenin simgesi olan şapkayı giymek istemeyen kentin kıyıları bomba altında bırakılır. Bu görev ise Balkan Savaşları'nın ünlü Hamidiye zırhlısına verilir. iki gün süren top atışından sonra Rize'ye gezici istiklâl Mahkemesi gelir. Top atışıyla ölen ve yaralananların dışında 143 kişi bu mahkemede yargılanır. Bir günde yapılan yargılamada 8 kişiye idam cezası verilir ve infazlar gerçekleştirilir. 55 kişi de farklı hapis cezalarına çarptırılır. Bu ailelerin birçoğu korkudan soyadlarını değiştirir. Köylüler o gün söyledikleri bir deyimle yaşananların ironisini de ortaya koyar: "Atma Hamidiye atma, vergi de vereceğuz, serpuş da giyeceğuz."

'BENiM ADIM MAŞALLAH!

ŞAPKA GiYMEM iNŞALLAH!'

Kurtuluş Savaşı'nda kahramanlığıyla bilinen Maraş'ta ise Cuma namazından sonra halk şapkayı protesto eder. Halkı kuşatan asker camiye sığınanları teslim alır. Tutuklanan 63 kişi zincirlenerek Adana'ya sevk edilir. Mahkûmlar öyle bir haldedirler ki biri düşse hepsinin canı yanar. Adana'da kaldıkları hücrede ise hayvan bile barınamaz. Bu muamele sebebiyle tutuklu Maraşlılar, Milli Mücadele döneminde başlarına taç ettikleri mahkeme reisi Kılıç Ali'ye "Şimdi bizi bu pislik kuyusuna atmayı nasıl reva görüyorsunuz?" der. Kılıç Ali'nin cevabı ise "Sabırlı olunuz, yakında hepinizi kurtaracağım." olur. Ama tutukluların birçoğu idam edilir. Aralarında ise ağzından eksik etmediği 'Maşallah' kelimesiyle bilinen Maşallah Ali Efendi'ye son kez şapka giyip giymeyeceği sorulur. Ali Efendi şehadet getirdikten sonra şöyle der: "Benim adım Maşallah! Şapka giymem inşallah!"

Habere Necip Fazıl'ın tavsiyesiyle başladık, bu süreci anlatan ve başka da söze gerek bırakmayan bir cümlesiyle bitirelim istiyoruz: "Bunların hikâyesini anlatmak ve dinlemek bile bana giran geliyor, azap veriyor. Zulüm gölünün neresinden bir bardak veya bir yüksük su alınsa tahlilleri birbirinin aynı çıkar."

KAYNAKÇA: Necip Fazıl Kısakürek Son Devrin Din Mazlumları, Mehmet Sılay-iskilipli Atıf Hoca, Ahmet Turan Alkan-istiklâl Mahkemeleri ve Sivas'ta Şapka inkılâbı Duruşmaları, M. Çetin Baydar Şapka

istiklâl Mahkemeleri'nde idam edilen tek kadın

istiklâl Mahkemeleri'nde birçok insanın şapka yüzünden asıldığı bilinir ama biri var ki onun hikâyesine akıl sır erdiremiyor insan. 24 Kasım 1925'te Kahramanmaraş'ta kurulan 23 darağacında bir de kadın vardır: Şalcı Şöhret Bacı. Erzurum'da yetim çocuklarına bakmak için el işi şal örüp çarşıda satan bir annedir o. Devlet birden şapka giymeyi emredince, yayılan dedikodularla birlikte Maraş halkı protesto amacıyla şehir merkezine doğru yürüyüşe geçer. O esnada kadınlar hamamından çıkan Şöhret Bacı'ya "Senin oğlanlar hükümeti taşa tutuyor, git onlara sahip ol." der biri. Fevri bir kadındır Şalcı Bacı. Bohçasıyla hamamdan dışarı fırladığı gibi hükümet konağının önüne gider. Asker ve halk arasında sürtüşme olduğunu görünce evlatlarını aramaya başlar. Bulamayınca, oğullarını askerlerin teslim aldığını düşünür. Annelik duygusuyla bağırarak bohçasındaki takunyaları askerlere fırlatır ve şapka hakkında kötü sözler sarf eder. Ne olduğunu anlamadan tutuklanır, yargılanır ve 22 erkekle birlikte asılır. Rivayete göre, "Ben hatun kişiyim, şapkayla ne işim olur?" dese de dinletemez kimseye. idam edilirken kadın olduğu anlaşılmasın diye başına çuval geçirilir. Bu süreçte idam edilen ilk ve tek kadın olur. / alıntı
güncel Önemli Başlıklar