bugün

şu an tam 65 yıllık bir filmdir.
1957 isveç yapımı bir ingmar bergman şaheseri. Hikaye vebanın ortalığı silip süpürdüğü orta çağ bağlamında ele alınıyor. başkahramanımız tanrı ve varoluş hakkında cevapsız soruları olan kendi hayatının sonu ve vebanın büyük yıkımıyla karşı karşıya gelmiş bir şövalye(Antonius Block).

Haçlı seferlerinden sonra yaveriyle(Jöns) eve doğru yolculuk yaptığı sırada karşısına ölüm meleği çıkar fakat o, canını bağışlaması için bir teklifte bulunur ve bir şekilde ölüm’e meydan okuyarak kaderini engellemeye çalışır. Velhasıl film boyunca başkahramanımız ölümle satranç oynar.

görsel
bergman’ın manevi arayışı, yaptığı birçok filmin merkezinde yer alır biliyorsunuz. Bu filmi de tanrı’nın neden dünyada yokmuş gibi göründüğünü(sessiz kalan tanrı) tekrar tekrar sorguladığı bir dönemde ortaya çıkar.

--spoiler--
Tanrı neden saklanır? Kendimize inanmadığımız zaman inananlara nasıl inanacağız? inanmak isteyip de inanamayan bizlere ne olacak? Ya inanmayan ve inanamayanlara ne olacak? Neden içimdeki Tanrı’yı öldüremiyorum? Neden acı verici, aşağılayıcı bir şekilde yaşamaya devam ediyor? Onu kalbimden çıkarmak istiyorum, ama O, kurtulamadığım alaycı bir gerçek olmaya devam ediyor.
--spoiler--

görsel
(bkz: the seventh seal)
(bkz: yedinci mühür)
Araştırırken hakkında yazılmış türkçe makalesine rastladığım film.

https://dergipark.org.tr/...b/josc/issue/19015/200735
tam anlamıyla bir diyalog filmidir. bu yönüyle bir sinema eserinden daha çok bir edebiyat eseri hazzı yaşatır
"Her şeyin bir hiç olduğunu bilen biri ölüm karşında yaşamayaz. "

görsel
" Aşk soğuk algınlığı gibi bir salgındır. Mükemmel olmayan bu dünya da en az mükemmel olan şey aşktır. Aşk mükemmellikten uzak en mükemmel uzaklıktadır. "
Her bir karesi ile zihnimde yer etmiş filmlerden biri. Ürpertici, rahatsız edici ama ortaya koymaya çalıştığı zihinsel ve varoluşsal kaygılar ile her çağda varlığını sürdürebilecek incelikte.

"+Bunları neden çiziyorsun?
-insanlara ölümü hatırlatmak için.
+Bu onları mutlu edecek bir şey değil ki.
-Neden sürekli mutlu olsunlar ki? Onları arada sırada korkutmak da akıllıca olabilir.
+O zaman resimlerine bakmazlar.
-Evet, bakarlar. Bir kurukafa çıplak bir kadından daha ilginçtir.
+Eğer onları korkutursan… -O zaman düşünürler…
+Ya sonra?..
-Sonra daha da korkarlar. "

"Olabildiğince açık konuşmak istiyorum ama kalbim boş. bu boşluk yüzüme tutulan bir ayna gibi, kendimi görüyorum. içim korku ve tiksintiyle doluyor. insanlara karşı duyarsızlığımla kendimi çevremden soyutladım. şimdi bir hayaletler dünyasındayım. rüyalarım ve hayallerimde tutsak kaldım."
Felsefik film izlemek isteyenlerin ilk izlemesi gereken filmlerden biri.
günah çıkarma sahnesinden.

--spoiler--
+Olabildiğince açık konuşmak istiyorum ama kalbim boş. Bu boşluk yüzüme tutulan bir ayna gibi. Kendimi görüyorum. içim korku ve tiksintiyle doluyor.
+ insanlara karşı duyarsızlığımla kendimi çevremden soyutladım. Şimdi bir hayaletler dünyasındayım. Rüyalarımda ve hayallerimde tutsak kaldım.

-Yine de ölmek istemiyorsun.

+Hayır istiyorum.

-Neyi bekliyorsun?

+Bilgi istiyorum.

-Garanti istiyorsun.

+Neyse ne.
+insanın duyularıyla Tanrı'yı kavrayabilmesi o kadar imkansız mı? O neden yarım vaatlerin ve görülmeyen mucizelerin ardına saklansın ki? Kendimize inancımız yoksa başkasına nasıl inanç duyabiliriz? Benim gibi inanmak isteyen ama yapamayanlara ne olacak? Ya inanmayan, inanamayanlar? içimdeki Tanrı'yı neden öldüremiyorum? O'nu kalbimden atmak istememe rağmen... Neden alçaltıcı ve acı verici şekilde içimde yaşamaya devam ediyor? Neden her şeye rağmen bu gerçeklikten kurtulamıyorum?
+Dinliyor musunuz?

-Dinliyorum.
+Ben bilgi istiyorum! inanç ya da varsayım değil, bilgi. Tanrı'nın kendini göstermesini, benimle konuşmasını istiyorum. Ama o suskun. Karanlıkta Ona sesleniyorum. Ama sanki hiç kimse yok. Belki de kimse yoktur.
+O halde yaşam korkunç bir şey. Her şeyin bir hiç olduğunu bilen biri ölüm karşısında yaşayamaz. Çoğu insan ne ölüm'ü ne de yaşamın hiçliğini düşünür. Ama bir gün hayatın son anlarında karanlıkla yüzleşmeleri gerekecek. O gün... o gün korkumuzdan bir imge yaratır ve sonra o imgeye Tanrı adını veririz.

--spoiler--
rahatsız olunması için kırılması icap eden mühürdür; bergman'ın bu filmi kişisel kıyametimizin yaşanmasını vaat eder. Ve o sarsıcı söz;

"Her şeyin bir hiç olduğunu bilen biri ölüm karşısında yaşayamaz."
bulup izlenmesi gereken efsane. ağzım açık kaldıydı ya la.
inanç ve acılar arasında derin bir sorgulamaya iten harika film. sorgulamak acı getirir ve sorgulamadan asla tam olarak inanan olamazsınız.
meryem ana'yı gören sirk adamı ve şövalyemiz buna en önemli iki örnektir.

ayrıca cehaletin inançla birleştiğinde neler olduğunu ve yine cehaletin inançla birleştiğinde ne acılar kabul edilebileceğini gösteren filmdir.
bergman, bu filmde haçlı seferlerinden dönen bir şövalye nin, tanrı yı sorgulamaya başlamasını ve inancı uğruna dünyada yaptıklarını sorgular. filmin en etkileyici sahnelerinden biri, şövalye nin yardımcısının söylemiş olduğu sözlerdir.
bergman, bu filmde haçlı seferlerinden dönen bir şövalye nin, tanrı yı sorgulamaya başlamasını ve inancı uğruna dünyada yaptıklarını sorgular. filmin en etkileyici sahnelerinden biri, şövalye nin yardımcısının söylemiş olduğu sözlerdir.
efsanevi isveçli yönetmen ingmar bergman' ın kanımca en iyi filmidir. bir papazın oğlu olduğu için filmlerinde kiliseyi ve dini kullanır. bu filminde dini sorgulamaları had safhadadır.
hatta haçlı savaşlarından dönen şövalye "ölüm" ile satranç oynar film boyunca.
inanç sistemi üzerine yapılmış en iyi filmlerden bir tanesi. inancın tam şeklini yani tanrının yolunu ya da tanrının var olmadığını değil onu arayan bir yol sergilenmiş. Yani böyle birşey var mı, varsa biz neden böyle bir veba içindeyiz sorusunu soruyor film.. Felsefik alt temalı olduğu zaten gözler önünde. Belki de tanrıyı sorgulamanın ilk yolu aslında yalnız kalmaktan geçiyordur. Çünkü şövalye yalnız kalmanın ve vebanın verdiği acıyla o yolu arıyor. Tutunacak birşeyi olmayan bir kişi ise inanç yolunu aramaya başlıyor. Ölüm ile olan epik sahnelerde çok iyi düzeyde açıkçası. Çünkü satranç oynamaları zaman kazanmaktan ziyade herşeyin (hayatın, inancın), bir hamle oyunu olduğunu gözler önüne seriyor. Bu yolu seçen şövalye yavaş yavaş dost edinmeye başlıyor, birşeylerin daha farkına varıyor. Özellikle son sahneleri enfestir, ölümle dansın ne demek olduğunu gösterir.

Hiçliğin olduğu yerde tanrı vardır lafının aynasıdır aynı zamanda yapım.. Bir düşünsenize hiçliğe düşeceğinizi bile bile ölmenin amacı ne? Neden her canlı ölümü tadıyor, ölümün amacı nedir ki üzerimizde? inançlısınız ya da değilsiniz hiç fark etmez ancak herşeyi 'sorgulayan' ve 'sorgulatan' bir film yapmış Ingmar Bergman. Zaten dünyanın kurtuluş reçetesini de utanç olarak gören bir insan. Yönetmenlik, yazarlık bakış açısını bu yüzden severim öznel olarak kendi içimde..

Mutlaka izleyin, sorgulama yolunda size çok şey katacaktır..
görsel

görsel
--spoiler--
" inanç taşıması zor bir yüktür. Ne kadar yüksek sesle çağırırsan çağır,karanlıktan sıyrılıp hiç gelmeyen birini sevmek gibi .. "
--spoiler--
Ingmar Bergman'ın yönettiği 1957 yapımı isveç filmi. 1957 Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü kazanmıştır.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Sjunde_Inseglet,_Det
bergman başyapıtı. ölüm ve şövalyenin diyalogları her şeyi yeni baştan sorgulatır.

karısı kaçan adamla şövalyenin kafasında bir çok şeyi çözmüş yardımcısı arasında şöyle bir diyalog geçer;

" mükemmel olmayan bu dünyada, en az mükemmel olan şey aşktır. aşk, mükemmellikten en mükemmel uzaklıktadır. "

--spoiler--

kendilerine işkence yaparak kısmen transa geçen güruhun olduğu sahne iliklerinize işler.

--spoiler--
Ingmar bergmanın nerdeyse her filmi gibi tanrının varlığını sorgulamak üzerine bir film. çekildiği tarihi de göz önünde bulundurursak tabi ki çok kaliteli bir film . ama biri de çıkıp şu adama "eğer kesin kanıtlar olsaydı iman diye bir şey olmazdı" diyememiş mi ? o performans sanatçısının yaşantılarıyla verilen "cehalet mutluluktur" mesajı gayet güzeldi. bir de ana karakterimizin kendisi anlattığı isyanındaki şu sözler bütün filmi anlatıyor sanki :

--spoiler--
"cennette anlamsız , cehennemde kayıtsız"
--spoiler--
şimdi efendim.. bu filme eseneler sonra tekrar baktım, ve bu sefer biraz yorumlarımın farklılaştığını hissettim. roland barthes'in deyimi ile aslında film de "scriptible text"tir[yazılabilir metin] ve seyirci tarafından üretilir. hali ile bazı filmler tek seyirde tüketilemiyor.

ilk evvela filmin başlangıcı sanki bir düşüşü andırıyor. sanki karaya çıkan bir şövalye, bilinçsiz uyumdan/cennetten adem gibi yer yüzüne düşmüş. bu metafor esas itibari ile esse ve existere durumlarına bir atıf niteliği taşımakta;şimdi efendim şöyle oluyor.. varoluşçu filozofların ilkinden st augustinus'dan örnekler vereceğim. tanrının bizi yaratıp bu dünyaya göndermiş olması varolduğumuz anlamına gelmez. öncelikle dünyaya gelen insan bir esse(öz)halindedir. onun içe dönmesi ve içindeki tanrıyı keşfetmesi[aslında tanrı=hakikat tipi bir özdeşleştirmenin bir sonucudur bu uslamlama] gerekmekte daha sonra da dışa dönmesi ve bu ikisi arasında bir formatio kurması gereklidir. ancak bu iç ve dış dengesi sağlandığında existere(varolmak] durumuna geçilir[salt augustinus'un ontolojisi değildir bu. augustiunus'tan itibaren tüm varoluşçuların bu ifade ettiğim felsefeden hareket ile oluşturulacaktır]. film her ne kadar da bir varoluş bunalımı görülse de aslında dalgaların kıyıları dövdüğü ve şovalyeyi gördüğümüz ilk sahne bize sanki bir "cennetten düşmüşlük" ya da "ademin ilk doğuşunu" hatırlatır. işte bu ilk doğuş insanın doğumunda beri içinde bulunduğu dogmatik kısır döngünün aşılmışlığına bir tanıttır. sevgili şövalyemiz esse durumundan çoktan çıkmış film existere durumunda başlamıştır.

bir başka nokta ise, "santranç teması"dır. filmi santrançın hareketlerinden temel ile siyah ve beyaz ile ikiye bölebiliriz. bunlar yaşam ve ölümü temsiletmektedir. bu sembolizm şövalye ve ölüm meleği arasındaki mücadelede belirmekte. ama film içinde farklı düzlemlerde de santranç biteviye oynanmakta. ölüm meleğinin rahip kılığına girerek bir hamle yapması bunun bir örneğidir. bu tema aslında çok yeni bir tema değil. bunun için beckett'in murphy'sini hatırlatmak istiyorum. beckett'te de karakterler aynı sıkışmışlık içindedirler. ve beckettkurgu sal olarak santranç ya da dama gibi oyunların sıkışıp kilitlenmişliğini olay örgüsel ve biçemsel olarak eserinde yansıtır. endgamebunun güzel bir örneğidir.

santranç teması ile ilgili bir başka nokta ise "piyon"dur. şimdi santrancın ya da dama gibi oyunların bir oyuncusu vardır. buna isterseniz oyuncu, isterseniz "montreur de marionnettes", isterseniz kuklacı amca ya da tanrıdiyeb ilirsiniz. hali ile yedinci mühür'de oyun siyah ile beyaz arasında oynanmakta. belki de her piyonun piyon olduğunu inanmakta zorluk çektiği gibi şövalyemiz piyonluğunu sorgulamakta. bununla birlikte piyonun çok fazla görevi yoktur, hep birilerinin emri ile sınırlanmışlık içinde debelenir. bir ileri bir geri devinimler ile varoluşunun içeriğini doldurmaya çalışır. bunu salt varoluşsal değil ama psikolojik olarak da algılamak gerekir. diğer filmlerinde -passion of anna gibi-bergman karakterlerin kişisel bölünmüşlüklerini ya iki karakterde ifade ederek onlarıhermann hessevari bir şekilde böler (bkz: persona) (bkz: narziss und goldmund) ya da tek karakterin bölünmüşlüğünü ifade eder (bkz: passion of anna). burada ise inanç ve inançsızlık, umut ve korku, yaşam ve ölüm arasında bölünmüş bir karakterimiz ama daha çok varoluşsal düzlemde ifade edilmiştir. yine santranca dönersek, santrançta piyonun hareketleri öyle bir noktaya gelir ki bir ileri bir geri hareket dışında başka hiçbir şey yapamaz. bu yukarıda ifade ettiğimiz santrancın ya da damanın kilitlenmesi durumunun varoluşsal düzleme yansıtılmasıdır. nereye gideceğini bilmemek ya da hep birilerinin hükmü altında olmak beckett'in godot'daki estragon karakterine ne kadar da yakın..

tabi buradaki şövalye salt haçlı seferlerine katılmış bir şövalye değildir. aslında yel değirmenine karşı mücadele ettiğini bilen bir şövalyedir. belkide bu durum onu bu kadar sıkmaktadır.

"la peste"[veba] romanın sonunda şöyle demiştir albert camus; "il sait que le virus de la peste peut revenir un jour et appelle à la vigilance"... aslında onun saklı kaldığını ve bir gün geri döneceğini söylemektedir. bundan hareket ile ortaçağ avrupasında da veba felaketi yaşanmaktadır. ölüm bergman tarafından film içinde leitmotiv halinde tekrar eden bir metofordur. filmin sonundaki danse macabre ya da sevgili tiyatrocularımız ile şövalyemiz konuşurken de arka fonda kuru kafa maskesini sallayan rüzgarda sembolize edilmiştir. aslında üstü örtülü de olsa her diyaloğun içine ölüm süzmüştür.
Danse macabre'den hareket ile biraz ortaçağda bunun temeline inmemiz lazım; şimdi efendim danse macabre'yi ortaya çıkaran ve hayatın içine sokan ortaçağdaki vebalar nedeni ile yaşanan toplu ölümlerdir. ortaçağda danse macabre'nin amacı yaklaşan ölüm fikrine alışmak ve korkuyu dualar ile de etme ihtiyacı olarak ya da mutlak sonu beklemek ile bağlantılı değil daha çok iskeletlerin eşlik ettiği, imparatorların keşişlerin ya da genç kızların birlikte dans edişini gösterir. yaşamın faniliğini, zenginlik, yaş ve güçteki tüm farklılıkları ortadan kaldırmayı kutlar. genel itibari ile de camera obscura tekniği ile resmedilerek ölümün temsili iskelet ile sembolize edilir. acaba bu filmde bir kutlama mıdır? tabi ki bu tartışılır. ama işaret ettiği fenomen bir kutlamadan ziyade herkesin karşılaşmak zorunda kalacağı bir gerçeği yansıtır; kral ya da papaz, genç kız ya da herne isen sınıf ya da zümre farketmeksizin herkesin bunu tadacağı gerçeğidir.

bununla birlikte umberco eco'nun deyimiyle ortaçağ tiyatrosunda ölüm bir sabit karakter bir kukla gibi ortaya çıkmaktadır. ve her halükarda ölümün zaferi ifade edilir. burada ise insanlar kukla[hem kader(destin) hem da santranç düzleminde] dır. Bergman bilinçli ya da bilinçsiz bunu tersyüz etmiştir. çünkü filmin çekilmesinin nedenlerinden biri de bir papaz-oğlu olan bergman'ın çocukluğunda kiliselerde gördüğü korkutucu freskolar ya da minyatürlerdir. önceki seventh seal entry'mde bahsettiğim taby kirka'nın minyatürleri ölüm ile yaşam arasındaki bu santrancı terennüm eder. bergman da çocukluğunda bundan oldukça dikkate değer biçimde etkilenmiştir.

efendim şimdilik bu kadar...
sanki macbeth'in üç büyücüsünün yerini ölümün, azrail'in aldığı, diyalog ve monologları ile shakespeare şiirselliğinde, hayat ve ölüm ekseninde inanç ve tanrı kavramlarını ortaçağ karanlığının veba gibi her şeyi sardı bir dünyada sorgulayan ingmar bergman filmi.
on yıl boyunca haçlı seferlerine katılmış gördükleri, yaşadıkları sonunda inancını, tanrı kavramını sorgulamaya başlamış bir şövalye ve tanrı'ya inanmayan silahtarı eve dönüş yolu boyunca orta çağ karanlığı, dini çıkarı için kullanan düzenbazlar, kilise ve vebanın elindeki ortaçağ insanı ve ölümle savaşmaktadırlar.(şövalye ile azrail'in satranç oyunu)

orta çağ kilisesinin yok edici din anlayışının, engizisyon cezalarının, tüm bunların kurbanı cahil insanların neden olduğu zifiri karanlık ve vebanın yaydığı ölüm korkusu yer yer tiyatrocuların oyunları ve varlığıyla aralanmaktadır.

ölümü canlandıracak oyuncunun diğer oyuncuya sarfettiği şu söz çok şeyi anlatmaktadır:

--spoiler--
Öylesine budalasın ki insan ruhunu oynayabilirsin.

--spoiler--

ölümle satranç oynayan şövalyemizin monologları , ölüm ve tiyatrocularla diyalogları düşündürücü ve etkilidir:

--spoiler--
Olabildiğince açık konuşmak istiyorum ama kalbim boş. Bu boşluk yüzüme tutulan bir ayna gibi, kendimi görüyorum. Içim korku ve tiksintiyle doluyor. insanlara karşı duyarsızlığımla kendimi çevremden soyutladım. Şimdi bir hayaletler dünyasındayım. Rüyalarım ve hayallerimde tutsak kaldım.
--spoiler--

--spoiler--
Insanın duyularıyla tanrıyı kavrayabilmesi o kadar imkansız mı? O neden yarım vaadlerin ve görülmeyen mucizelerin ardına saklansın ki? Kendimize inancımız yoksa başkasına nasıl inanç duyabiliriz ki? Benim gibi inanmak isteyen ama yapamayanlara ne olacak? Ya inanmayan inanamıyanlar.
Içimdeki tanrı'yı neden öldüre miyorum? Onu kalbimden atmak istememe rağmen neden alçaltıcı ve acı verici şekilde içimde yaşamaya devam ediyor. Neden herşeye rağmen bu şaşırtıcı gerçeklikten kurtulamıyorum.
--spoiler--

--spoiler--
Ben bilgi istiyorum. Inanç ya da varsayım değil bilgi. Tanrı'nın elini uzatıp kendini göstermesini benimle konuşmasını istiyorum.
Karanlıkta ona sesleniyorum. Ama sanki hiçkimse yok.

--spoiler--

--spoiler--
Korkumuzdan bir imge yaratır ve o imgeye tanrı adını veririz.
--spoiler--

--spoiler--
inanç taşıması zor bir yüktür. Ne kadar yüksek sesle çağırırsan çağar, karanlıktan sıyrılıp hiç gelmeyen birini sevmek gibi.
--spoiler--

bergman bu filminde de 'yaban çilekleri' cennet bahçesi meyvesi kavramını kullanarak, şövalye ve silahtar için tiyatro oyuncularıyla, bebekleri mikail -ki bu hritiyanlıkta en yüksek mertebede olan, negatif enerjiyi yok ederek korumaya ihtiyacı olanları kollayan meleğin adıdır- ile birlikte yol aldıkları saf üç ortaçağ insanı ile bir cennet bahçesi sahnesi yaratmaktadır.

şövalye'nin buradaki sözleri akla 'dur geçme zaman' diyen faust'u hatırlatmaktadır:

--spoiler--
Burda sen ve kocanla otururken bütün bunlar gerçekliğini kaybediyor, aniden önemsizleşiyor.
--spoiler--

--spoiler--
Bu anı hep hatırlıycam. Sessizliği ve alacakaranlığı, yaban çileklerini. Süt çanağını. Akşam ışığında yüzlerinizi, uykudaki mikail'i liriyle yofu. Konuştuklarımızı hatırlamaya çalışıcam. Ve bu hatırayı ellerimde yeni sağılmış süt dolu çanak taşırmış gibi dikkatle taşıycam. Ve benim için yeterli bir işaret olucak.

--spoiler--

filmin, yolculuğun sonunda şövalye'nin şatosuna ulaşılır, yıllardır onu bekleyen eşi ile şövalyenin karşılaşması iki yabancının buluşması şeklinde olur çünkü geçen yıllar, yaşananlar şövalyenin bir zamanlar çok sevdiği eşine belki de her şeye karşı sevgisini hissizliğe dönüştürmüştür. akşam yemeğinden sonra, şövalyenin eşi incil'den yedinci mühür hikayesini okurken gelen ölüm, azrail -ki satrançta şövalyeyi yenmiştir- son konukları olur.

film melekleri görme yeteneği olan tiyatro oyuncusunun tepelerin üstünden birbirine bağlı altı insan ve önlerindeki ölüm ile dans ediş sahneleri ile son bulur.

inançlı olan saf orta çağ insanlarının, inanmak isteyen ama şüpheleri olan şövalyenin ve din yerine aklına inanan silahtarın akıbeti aynı olmuş, ölüm hepsine eşit davranmıştır.
az önce izlediğim, düşündürücü ve uyku kaçırıcı film...
beklenenden fazlasını veren film. ilk diyaloglarla ağız yavaştan açılmaya başlıyor zaten, akabinde şovalyenin günah çıkarttığı diyaloğu izliyorsunuz ve çene ışık hızıyla yere çarpıyor. geri kalanını o şekilde izliyorsunuz ve ancak film bittikten on dakika sonra filan çenenizin yere girmiş olduğunu fark edip spatula yardımıyla çıkarıyorsunuz. zerre abartı yok, gerçekçi bir insanımdır...