bugün

idam ya da öldürülme cezası almış kişilerin infazını gerçekleştiren cellatların bu öldürdükleri kişilerin ölümü üzerindeki sorumluluğudur. şimdi dinde adam öldürmek suçtur. bir cellat, öldürme emrini bir yetkiliden aldıysa bu öldürme suçu ve vebali öldür emrini verende midir sadece yoksa cellat da onu gerçekleştirdiği için emir veren kadar suçlu mudur?
infaz memuru adaletin hizmetindedir. Eğer adalet adalet olsa, infaz memuru da görevini öfke ve intikam hırsıyla değil; adlî bir görevi yerine getirmek maksadıyla yapsa, bundan dolayı günahkâr olmaz. Günahkâr olmadığı bir davranıştan dolayı da mahşerde hesaba çekilmez.

Fakat görevi esnasında görevine intikam hırsını ve öfkesini karıştırsa, bu onu mesul duruma düşürür. Acıma duygusunu ön plana alıp adaletin emrini geciktirirse de, yine mesul duruma düşer.

Yani bir infaz memuru acıma duygusu ile hareket edip adaletin gereğini yapmaktan kaçınmamalı. intikam hırsı ile hareket edip görevini kişiselleştirmemeli. Görevini Allah ın Adl ismi namına yapmalı. Olması muhtemel günahlardan da Allah a sığınmalı.

Bediüzzaman Hazretlerinin Mektubat isimli eserinde aktardığı şu vakıa da konumuza ışık tutmaktadır: Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u ilâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir. (s. 260)

-alintidir-
ÎDÂM ŞEKiLLERi

Yeniçerilerin kellesi, cellât satırıyla vurulurdu. Bu satır hâlen Topkapı Sarayı silah hazînesinde sergilenmekte. Vezirler, sadrazamlar, devlet adamları umûmiyetle boğdurulur, sıradan şahısların kılıçla başları vurulurdu. Kementle boğularak îdam edilenlerin, ibret ve inandırıcılık için ölümünden sonra şifre denilen gâyet keskin ve özel bir usturayla kafaları kesilirdi.

Hânedân mensuplarının ise aslâ kanı akıtılmaz, onlar mutlaka boğularak îdam edilirdi. Osmanlı şehzâdeleri genelde yay kirişi ile boğulmuştur. Zîrâ Osmanlı Hânedânı mukaddes sayıldığından kanı akıtılamazdı. Boğularak kansız bir ölüm, hânedânın ölümüydü.

Cellâtlar, Müslümanların kesik başlarını infazdan sonra, cesedi sırt üstü yatırarak koltuğunun altına koyarlardı. Bu yüzden devletin üst düzey görevlileri,kelle koltukta geziyoruz ifâdesini çok terennüm ederlerdi. Müslüman olmayanlar ise yüzükoyun yatırılarak, kesilen başları kıçlarının üzerine konulurdu.

Îdâm edilecek şahıs, istanbul dışında uzak bir yerdeyse, kesilen başı bozulmaması için bal dolu bir torbaya konulur, sultanın huzûruna öyle getirilir, bir tepsi içinde padişaha gösterilip,Emr-i ferman yerini bulmuştur Hünkârım sözünden sonra ibret taşına konulur, üç gün teşhîr edilirdi. Beden ise öldürüldüğü yere gömülürdü. Bu sebeple, başı başka yerde, bedeni başka yerde gömülü iki mezarı olan devlet adamları, sadrazamlar çoktur. Bunlardan en meşhuru Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı sebebiyle başı kesilen ve bir bal torbası içinde pâyitahta gönderilen, sonra da denize atılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşadır.

iSiMSiZ MEZARLAR

Hayatta iken bile çok meşhur bir-ikisi hâriç, isimleri dahi bilinmeyen cellâtlar, ölümlerinden sonra da mezar taşlarına dahi ismi yazılmayan isimsiz kahramanlardır. Evlenemedikleri ve insanlar tarafından istenmedikleri için, hayatta iken yapayalnız, öldüklerinde ise âdetâ aşağılanarak isimsiz mezarlara gömülürler. Belki de mezarlarına bir kötülük yapılmaması için. Beddua dışında bir dua da alamazlar. Halk onları ne kadar sevmezse sevmesin, onların da kendilerini haklı çıkaracak, mesleklerini ifâde eden sözleri vardır elbet. Derler ki:

Hükmü sultân olmazsa, hatâ gelmez cellâttan

Cellâtlar birer saray görevlisi, emir kulu olsalar da halk tarafından sevilmezlerdi. Kimse mezarının onlarla birlikte olmasını istemez, bu yüzden de mezarları, halkın mezarlarından ayrı olurdu. istanbul’a ilk karın yağdığı yer olduğuna, son karın da yine oradan kalktığına inanılan ve eski istanbulun en uç noktalarından biri kabul edilen Karyağdı Tekkesinin 100 m. ilerisindeki Cellât Mezarlığına defnedilirlerdi. O zamanlar burası, istanbulun uç noktalarından biriydi. Kuş uçmaz, kervan geçmez, kimsenin uğramadığı, doğru dürüst yolu bile olmayan, yabânî ağaçlar içinde ürkütücü bir yerdi. Ömürleri boyunca sarayda görev yapan cellâtlar, ölümlerinden sonra buraya gömülmekle sürgüne gönderilirlerdi sanki. Hayatta iken de öldükten sonra da yapayalnızdı onlar. Issız yerlerde sessizce yatıyorlardı. Mezar taşları da yazısız ve şekilsizdi. Hâlbuki Osmanlı mezar taşlarına baktığımızda, baş kısımlarından, işâretlerden, sembollerden hangi dönemde yaşamış olduğunu ve hangi mesleğe sâhip olduğunu, kadın mı erkek mi olduğunu, hattâ ölüm sebebini anlayabilirdiniz. Cellât mezar taşlarında ise ne mesleklerine ne hayatlarına dâir bir işâret olmadığı gibi, isimleri dahi yazılı değildir. Hattâ mezar taşı olduğu bile belli değildir. 1.5 metre boyunda bir küfeki taştan ibârettir sâdece. Sessiz, sedâsız, isimsiz ve duâsız mezar taşlarıdır cellât mezar taşları. Ruhuna bir fatiha ricâsından dahi mahrum edilmiştir onlar. Yok sayılıyorlardı âdetâ.

Mezarlarının da şu an yok olmaya mahkûm edildiği gibi. Dünyada bir örneği daha bulunmayan Eyüpteki Cellât Mezarlığı, bir açık hava müzesi gibi korunması gerekirken ıssız ve sessiz ecelini bekliyor orada.

Alelâde bir taş zannedilen, mezar taşı olduğu dahi anlaşılmadığından, niceleri sökülüp atılmış, nicelerinin yanına yeni mezarlar açılmış. Bir devrin korkulan ve mezarlarına dahi yaklaşılmayan bu meslek erbabının yanında şimdi minicik çocuklar dahi defnedilmekte. Bilseler bu biçimsiz taşlar altında yatan ne isimsiz cellâtlar olduğunu

-alintidir-
güncel Önemli Başlıklar