bugün

bir stefan zweig öyküsü. insanın tutku karşısındaki çaresizliğini resmeden güzel, tekinsiz bir hikaye.
ve bir yüreğin ölümü olarak devam ediyormuş kitabın adı. ismi çok ilgi çekici, okunası bir kitap olduğuna eminim ve en kısa zamanda okuyacağım.

edit: şunu yazıp gündeme getirdiğime pişman oldum, teşekkür ediyorum.
çamaşır bulaşık ve pompadan ibaret bir 24 saattir.
(bkz: lola rennt)
modern klasiklerden bir öykü kitabı.
oldukça da davetkar.
(bkz: stefan zweig)
stefan zweig'in kısa olmakla birlikte oldukça güzel bir öyküsü. anlatım, tasvirler fevkaladedir.

"doğrusunu söylemek gerekirse, buraya gelişim de can sıkıntısındandı; bir bulantı sonucu içinde hiçbir şey kalmamışcasına boşalan ruhumu, en azından dış dünyanın cezbedici küçük şeyleriyle doyurma arzusuydu. içimde duygu namına ne kadar az şey canlanıyorsa, yaşamın hızlı aktığı yerlere de o kadar kuvvetle çekiliyordum."

"şüphesiz ki iradesi dışında gerçekleşen bir sessizlik hakim oldu; bu gittikçe uzayan sessizlik verilmesi zor bir kararın sessizliğiydi. uzun ve bu gittikçe uzayan sessizliği, bir şeyler söylerek bozmaya cesaretim yoktu. çünkü burada güçlü bir tutkunun büyük bir dirençle mücadele içerisinde olduğunu hissediyordum."

"acılar, kendisine galebe çalacak daha kuvvetli olan yaşama isteğinin karşısında geri çekilen korkaklardır. bütün hücrelerimize yerleşmiş olan 'yaşama tutkusu' ruhumuzdaki ölüm korkusundan çok daha kuvvetlidir."

"ve bir kere daha tekebbürle, kendini beğenmişlikle, fikir, ruh, hissiyat, ıstırap diye adlandırdığımız şeylerin gerçekte ne kadar zayıf, muhtaç, elem veren şeyler olduğunu korkuyla idrak ediyorum. bunlar had safhada bile olsa acıdan kıvranan insan bedenini tamamen yok edemiyor. çünkü böyle zamanlarda dahi insan, ölmek ya da üzerine yıldırım düşmüş bir ağaç misali yığılmak yerine, insanın damarlarındaki kan akmaya devam ediyor."
saat saat yazıyorum;
sabah 6.30 uyanır,
6.30 ile saat 7.30 arası duş makyaj saç yani güne hazırlık.
7.30 evden çıkış, sabah kahvaltıda ne yesem düşünceleri.
7.30 ile 9 arası işe varma savaşı, bu savaş sırasında stres taciz bazen ilginç iletişimler olabilir.
9 mesai başlar masasındaki aynadadır bir gözü sürekli, rujum nasıl, saçlarım nasıl düşünceleri, bir yandan işine konsantre olur, iş yerindeki hanım arkadaşları ile üstü kapalı kıskançlık ve çekememezlik altından iletişim ile dedikodu sürerken arada gönül eğlendirmek için bazen gülücük vs etrafla iletişimde kurulur.
bu tatlı telaş saat 11.30 a kadar iş ile yoğurularak devam eder.
11.30 sularında öğle yemeğinde ne yiyeceğiz nereye gideceğiz muhhabetleri döner,
aman rejimdeyim salata yiyelim diye yola çıkılır, pizzacıda son bulunur.
öğle arasında 12-13 de yemek ile dedikodu tavan yapar, hayatındaki erkek aklına gelir,neden bu deyyus aramadı sms atmadı der, tripli iletişim başlar,
evliyse akşam ne yiyeceğiz muhabetleri kısa bir raks olur.
saat 13 de mesai başlar ama aktif işe koyulma 13.30 u bulur.
akşam saat 18 e kadar sabahtan yaşanan teranenin aynısı yaşanır fakrlı versiyonlar vs.
18 de işten çıkar
19 da evdedir.
yeter benden bu kadar .
(bkz: bir kadının 24 saati)

iki isimle de çevrilmiştir. bir stefan zweig kitabıdır. kısa bir yolculukta okunup bitirilebilir. kitabın başında elleri izlemekten bahsediyor yazar. bence de elleri izlemeliyiz, bazen kelimelerden daha çok konuşurlar.
yine bir stefan zweig eseriyle karşınızdayım.

bir önceki zweig değerlendirmem için: (bkz: amok koşucusu/#39724647)

öhöm.

--spoiler--

bu kitabı bitirdikten sonra olayı özetleyen ve aklıma gelen en güzel deyim: acıma yetime döner koyar götüne olmuştur.

kitaptaki anlatıcı; karakterleri, mekanı ve zamanı betimledikten sonra gelişen olaylar sonucu ana karakterle tanışıyor. ve bu ana karakter başlıyor anlatmaya. zweig tarzı yani.

kitapta 67 yaşındaki, soylu ve zengin bir ingiliz kadın olan Bayan C'nin başından geçen 24 saatlik bir olay anlatılıyor. bu olay ki, 20 yıl öncesinde yaşanmış olduğu halde hala etkisinden kurtulamamıştır. kocası öldükten sonra kendini gezmeye, tozmaya, otostopa ve karsrail'e saran bu ablamızın sürekli yaptığı bir etkinlik var. nedir bu: kumarhanelere gidiyor ve oynamadığı halde insanların oynayışını izliyor. (etkinlik gibi etkinliklerde bugün) ama bir farkla. insanların yüzlerine bakmıyor. ellerini izleyerek o an oyundaki hislerini anlayabiliyor. insanların, yüzlerine poker face duruşu alsalar bile ellerine bunu yapamadıklarını savunuyor.

efenim bir gün, elleri dikkatini çeken bir genci izliyor uzun süre. yine yüzüne bakmadan. elleri çok hoşuna gidiyor ve yüzüne bakmaya karar veriyor. bu delikanlıda diğerlerinde olmayan şeyler görüyor. kumarda bütün parasını kaybetmesini an be an izliyor. parasını kaybettikten sonra bu gencin intihar etmeye gideceğini düşünüyor/anlıyor ve peşinden gidiyor.

onu ölümden kurtarıyor. başta cinsel bir düşüncesi olmasa da, onu bir otele götürüyor. sonrasında birlikte oluyorlar (seks mi lan yoksa? evet seks.) ona karşı bir şeyler hissetmeye başlıyor. birlikte geçirdikleri çok güzel 24 saat sonunda genci 7.30 treniyle evine dönmeye ve kumar oynamamaya ikna ediyor. ama ona karşı olan duyguları güçlendiği için, sahip olduğu bütün sosyal statüyü bir kenara bırakıp, tutkularının peşinden onunla gitmeye karar veriyor. eşyalarını toplayıp tren garına gitmek için yola çıkıyor ama treni kaçırıyor.

bu üzgün derbeder haliyle, onunla gezdikleri yerlerde gezip onu yad ediyor. en sonunda kumarhaneye gidiyor. bir bakıyor ki o da ne. o piç oğlu piç kumar masasında. çıldırıyor tabi. aralarındaki küçük bir tartışma sonunda çıkıyor gidiyor oradan.

--spoiler--

evet kitap aynen böyle bitiyor. sonra uzun süre siz de duvarlara bakıp "n'oluyo ya?" diyorsunuz.

he bir de yıllar sonra öğreniyor ki eleman kumar batağına düşüp intihar ediyor. e güzel ablacığım ne değişti. en başta engellemeseydin, dünyadan bir tane kan emici ayrılmış olacaktı.

işin özeti şu, tutkularının peşinden yine koş; hobi olarak koş tabi. ama koştuğun adama da dikkat et be kardeşim.
Zaten 40 sayfa bir kitap değerlendireyim derken kitabı yazmışsın.
freud'un "küçük bir başyapıt" diye söz ettiği, maksim gorki'nin “böylesine derin bir kitap daha okumadım diyebilirim.” dediği stefan zweig öyküsü. kitap o zamanın asil kesiminin içinde, asil bir kadın olan madam henriette'nin sadece 24 saattir tanıdığı genç bir erkekle, kocasını ve çocuklarını bırakarak kaçışının bıraktığı yankıyla başlıyor. buna verdiği ılımlı tepkiyle mrs c'nin dikkatini çekiyor asıl başkahraman, ve mrs c. 20 yıl önce başından geçen, 24 saatlik bir aşk macerasını anlatmak ve bu yükten kurtulmak istiyor. bir nevi geçmişi hatırlayarak bir psikanaliz uygulanıyor kitapta. kumar masasında tutulduğu ve uğruna bütün hayatını mahvedebileceği genç bir erkeğe duyduğu hislerini anlatıyor uzun uzun. 80 sayfa boyunca asla sıkılmıyorsunuz. o kadar iyi gözlemler var ve insanlar için yapılan psikolojik tahliller o kadar gerçekçi ki, zweig yine bir erkek olarak, bir kadının ağzından harika şeyler yazmış.

mrs c, her ne kadar ismini bilmediği bu yabancı insan için harika duygular beslese de, pılısını pırtısını toplayıp peşinden gitmeye bile cesaret etse de olmuyor, bu kumar batağındaki yabancı elini ayağını bağlıyor, kaybettiğinde hayatından vazgeçmek üzere olan bu yabancıyı hayatına döndürebilmek için kendinden taviz veriyor. harika bir 24 saat sonunda, bütün o hayalkırıklığı ile hayatından, kurulu düzeninden vazgeçip bambaşka bir yere gidiyor ve aşkını gömüyor. 10 yıl sonra, yine kumarda kaybeden bu yabancının intihar ettiğini öğreniyor ama acı yerine bir rahatlama yaşıyor çünkü ona bu masum olmayan geceyi hatırlatabilecek ya da karşısına çıkarabilecek birinin olmayacağı düşüncesi sevindiriyor.

bu yabancının peşinden gitmek istemesi beni bir miktar sevindirmişti ama yetişemeyince, daha doğrusu yetişmediğini ve onu sonsuza kadar kaybettiğini düşündüğündeki kalp acısını en derinimde yaşadım.

kitapta çok güzel bir paragraf geçiyor: "bütün acılar korkaktır, yaşama karşı duyulan aşırı arzu karşısında acı geriler çünkü yaşama arzusu, düşüncelerimizde var olan ölüm arzusundan çok daha güçlü şekilde bedenimizin her zerresinde mevcuttur."
çok esprili bir kitap değil tavsiye çok etmem.
Bir kadinin icsel dunyasinin nasil calkantili nasil oynak nasil duyarli oldugunu anlatan, biz erkekler icin kisacik bir an denilen ve umursanmayan hatirlanmayan zaman dilimlerinin o narin ruhlarda nasil izler birakabildigini gosteren ve el izleme aliskanligimi edinmemi saglayan buyuk usta stefan zweig in satranctan sonraki en basarili eseridir dusuncemce.
Zweig'in dünyayı kadın
gözüyle anlattığı eserlerinden biri.
Adını çok duydum, raflarda gördüm ama okumadım konusu saçmaymış yaklaşık 50 yaşında kadının 20 yaşlarındaki erkekle otel odasında beraber olması da nedir.
Kadın olaydan yıllar sonra kaldığı otelde olan olaylar karşısında bir düşünceyi savunan kıza sonunda içini açmayı karar verir çünkü o kız gidecektir zaten ve fikirleri hiç yargılayıcı değildir.

Ve başlar,
Yaklaşık 42 yaşındaki neredeyse her şeyini kaybetmiş bir kadının yaklaşık 24 yaşındaki bir çocuğa karşı beslediği hisler, kadının iç dünyası...

Çocuk bir kumar aşığı ve o kadar kötü bir durumdaki ölmek istiyor çünkü kendisi de biliyor kurtulamayacağını ve kadın gittiği o yerde onun bu hâlini görüyor. Sonra çocuk çıkınca kumarhaneden apar topar, kadını öncesinde ona çeken bir şeyler meydana geldiği için peşinden gidiyor.

yağmur yağıyor ancak çocuk ruhu tükenmiş gibi bir heykel misali duruyor. Kadınsa otele gitmeyi teklif ediyor ve çocuğun anladığı şey yüzünden ilk hayal kırıklığı, ilk yanlış anlaşılması orada meydana geliyor.

Sonunda otele gidiyorlar ve bir anda birlikte oluyorlar. Sabah farkında bile olmazken kadın, birden her şeyin farkına varınca odadan kaçacakken çocuğa yakalanıyor ve gün boyu geziyorlar. Çünkü kadın yaşadığını hissediyor sanki.
Kadın çocuktan bildiğiniz etkileniyor. Çocuğu yaşında olması dışında sorun yok tabii. Ne demişler? aşkın yaşı yoktur.
Böyle okuyunca var gibi geliyor işte ama neyse.

Kadın, o yaşadığı 24 saati anlatıyor. Nedense duygusal geldi. Bir noktada kadını yargılayacak gibi oldum ama sonra hak verdim ona.
O demişti; yaşama isteği ruhumuzdaki ölüm tutkusundan çok daha güçlüdür, diye.
Yaşamak, yaşatmak istemişti.
Çünkü onun hiçbir amacı kalmamış gibiydi hayatta.

Çocuk onun için kumarı bırakacağını yemin ederken yeminini bozdu, çocuk onu istemedi de. Tekrardan hayal kırıklığı yaşadı ve tekrardan yanlış anlaşıldı o kadın.

Çocuktan kaçmalıydı artık, zihninde tek bir sözcük beliriyordu: uzaklaş, uzaklaş! Kaçtı da, öyle bir kaçtı ki kendisinden de gitti sanki. O, uzaklaşmalıydı ve bunu yapmıştı.

Oğlunun çiftliğine geldi ve ona yapılan jestlerden bile utanır oldu. Sanki bir ihanet söz konusuydu. Ardından bir yanda O çocuk aklındaydı ancak onunla denk gelmek istemiyordu da.
Yıllar sonra çocuğun intihar ettiğini duyunca rahatlıyordu.
Bu da neyin nesiydi ki?
Çocuğa üzüldüm, kadına ismini henüz koyamayacağım hüzün dolu bir his kapladı içimi. Böyle olmamalıydı sanki.

Akıcı bir kitaptı ayrıca, okunulabilir.
(bkz: sanayiye verin beni okumayacağım)
Zweig öyküsüdür aynı kitapta yanında bir diğer öykü olan; bilinmeyen bir kadının mektubu ile birlikte gelir.
güncel Önemli Başlıklar