bugün

tanım lazımmış: söylenmek istenen şeylerin kağıda dökülmüş halidir.

"benim için beklenmedik bir talih oldun, tanrı`nın lütfu oldun. şimdi eskiden bilmediğim bir şeyi biliyorum: değeri bilinmeyen her lütuf felakete dönüşüyor. artık hayattan bir şey beklemiyorum. ama sen, şimdiye kadar aklıma bile getiremediğim zenginliklere ve ufuklara bakmaya zorluyorsun beni. oysa, şimdi bunların neler olduğunu bildiğim, önümdeki olanakları gördüğüm için, kendimi eskiden olduğundan daha kötü hissedeceğim. çünkü her şeye sahip olacağımı biliyorum ve istemiyorum bunu.."
simyacı

nefes alıp vermekten muaf geçen günler.. sessizliklere ve dahi sensizliklere gömülü geceler.. ve çaresiz kalmanın verdiği hissizlikle yaşıyorum. öylece dururken ben, bir başıma, hani sen de öylece çıkmıştın karşıma, aylardan aralıktı.. ankara da geceler ayaza çalmıştı.. tek hatırladığım, benim üstümde laciverd bir ceket, senin yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. ve karanfiller açtı, ışık vurdu karanlığa.. inadına kaçardım ben her şeyden, uzatmaya korkardım ellerimi hep, sen geldin.. ve kayboldum boşlukta. ama hiç korkmayarak, öyle aptal cesareti avuçlarımda.. şimdi düşünüyorum da güleceğim tutuyor.. insan aslında hep imkansızı ister evet ama, senle yürümek bulutlarda.. hayali bile güzel geliyor işte. olmayanı oldurmak bana mı düştü? bana mı düştü geceyi gündüze kavuşturmak? düpedüz ahmaklık bu işte.. senli hayal kurmak, rüyalara kavuşmak senli.. ahmaklık hepsi. şimdi bana ait olmaman düşüncesinin ağırlığı beynimde ve yağmurlar hep gözlerime gözlerime yağıyor. bir ıslık dudağımda, ellerim buza kesmiş, yürüyorum.. yürüyorum bir başıma ve yürüdükçe yağmura karışıyorum. kızamıyorum hiç kimselere.. ne sana ne de herhangi üçüncü şahıslara.. oynalınan oyunda figuran olmak ağırıma gidiyor, basıp tekmeyi hayallerime, kendime küfretmeye başlıyorum.. kış mevsiminde karanfiller açmaz hiç. bahar kokmaz ortalık, her taraf kar altında.. ahmaklığım geliyor aklıma.. ve kendimden başka hiç kimseye kızamıyorum.

hani bir gün sormuştun ya bana, "daha ne kadar bekleyeceksin beni?" diye.. cümle bile kuramamış, üç nokta koymuştum hani.. işte öyle üç noktalar koyuyorum yaşadıklarımın sonuna.. bilinmezlik her tarafta, tamamlanmamış hiçbir şey, eksik hep ne varsa.. böyle melankolinin koyusunda olmak hiç hoşuma gitmiyor. doğrulup dizlerimin üzerinde ayağa kalkmak için delice çabalıyorum.. ama birden bir şarkı isleniyor aklıma, "ellerimde ellerin yerine yağmur. dudağımda dudağın yerine yağmur. vur yüzüme hadi, vur yüzüme.." öylece kalıyorum, kalkamıyorum.. ve lanetler yağdırıyorum herkese, her şeye.. bir sana kızamıyorum ama.. ağır bir kabülleniş sarıyor bedenimi, gerçekler acı hep, ürperiyorum. bir parça umut kalmıştı ellerimde, usulca bırakıyorum yere.. ve basıp üzerine yürüyorum sessizce, ayaklarım yağmura karışıyor öylece..

ocak-07, bursa

"kesin olan bir şey vardı: ertesi gün kız kendisini görmese, bunun farkına bile varmazdı: kız için bütün günler birbirinin aynıydı ve bütün günler birbirine benzediği zaman da insanlar, güneş gökyüzünde hareket ettikçe, hayatlarında karşılarına çıkan iyi şeylerin farkına varamaz olurlar."

"- peki dünyanın en büyük yalanı ne? diye sordu delikanlı, şaşkınlık içinde.
- ne mi? hayatımızın belli bir anında, yaşamımızın denetimini elimizden kaçırırız ve bunun sonucu olarak hayatımızın denetimi yazgının eline geçer. dünyanın en büyük yalanı budur."
simyacı

naber lan. evet okuyan kişi sana dedim şaşırdın değil mi? her defasında bu başlığa yeni entry girildiği vakit tıklıyorsun acaba kim bana ne yazdı diye ama her seferinde bir hayal kırıklığı ile ayrılıyorsun buradan. çünkü kimse sana yazmadı biliyorum cünkü aynısı bana da oluyor.

her seferinde bakıyorum kim bana ne yazmıs diye ancak benimle alakası olmayan şeyler görünce içimde bir burukluk ile başka başlıklara geciyorum..

evet bu gün sana yazdım okuyan kişi. nasılsın arkadaşım halin keyfin yerindedir inşallah. gülsün lan yüzün bak yaz geldi kuşlar böcekler vs vs hava güzel asma suratını gül biraz heh şöyle..

aç pencereni derin bir nefes al hayatı içine çek kendini daha iyi hissedeceksin emin ol. kendine iyi bak öptüm..
+ anneyle gidilen günde televizyonda çıkan çizgi film kanalı.

+ sünnet olmadan önce yediğim dürüm-dondurma-pamuk şeker üçlüsü. ateri salonu keyfim.

+ 9 yaşında benim için babama sunulan samsunspor teklifi.

+ 4 katlı plastik topla saydırma rekorum.

+ ilkokul aşkımın yanağıma kondurduğu masum buse.

+ leblebi tozuyla tanıştığım günüm.

+ okulda ki en iyi sporcuyu yendiğim gün. *
+ okul takımına as seçilmem.

+ 21 vitesli bisikletime bindiğim o ilk an.

+ hediye gelen fevernova.

+ hayatıma girdiğin an.

dahası..

---------------

- evin şımarık kızının televizyonu kapatması.

- ateri salonundan sonra yediğim onca abur cubur yüzünden pipimin kesilmesi.

- annemin 3 aydan sonra, derslerimi etkiler diye futbolu bıraktırması.

- ilkokul aşkımın gönlü geniş biri olduğunu öğrendiğim gün. o yaşta..

- leblebi tozunu burnuma kaçırıp, günlerce leblebi sümkürdüğüm hafta.*
- sporcu kartlarımın, aynı gün kaybolması(?)

- annemin okul takımı idmanlarına gitmeme izin vermemesi. idmanlara gitmiyorum diye beden eğitimi öğretmeninin karneme 3 yıl boyunca 3 vermesi.

- 3. dakikasında üstünden düşüp direksiyonunu kırdığım bisiklet.

- 2. gününde şambiyeli çıkmış fevernova.

- hayatımdan çıkmayı istediğini söylediğin an.

dahası..

hayatımda büyük hayal kırıklıkları yaşadım. çoğu senden bağımsızdı.

hayatıma büyük hayal kırıntıları bıraktın, çoğu senle alakalıydı.

şimdi köşemde oturup, hayal gücümle hayal gücümü köreltmeye çalışıyordum. aklıma geldin..
benim güzel kızım, prensesim.. hayatımda eğer sen olmasaydın ben bu kadar güçlü biri olamazdım inan, senin varlığın bana hayatla savaşma gücü verdi.
yoksa ben çoktan pes ederdim belki de... ama senin o güzel yüzün.. o güzel gözlerin var ya..bana hep dik durmayı hatırlattı...
yoksa kolay mı babasız bir genç kız yetiştirip okutmak.. aileye kol kanat germek..
haaa... ya sen .. ya sen.. sen benim her zaman yüzümü ağarttın.. iki senedir rahatsız olmana karşın koltuk değnekleriyle bile gittin okula ve bölüm birincisi oldun.. allah nasip ederse bir sene sonra öğretmensin kızım...
sana verdiğim tüm her şey .. emeklerim helal olsun yavrum..
acaba baban bu yazıyı görse yüzü kızarır mıydı kızım
adam olmaz benden...
telefonlarımı açtığımda, telesekreter mesajları yağdı... ikinci telefonu aldım, diğer hattım için... fotoğraf falan çekiyor, bir de video kaydı yapıyormuş, bikaç pikselmiş, iyi diyorlar.. anlarımı ölümsüzleştiriyorum, ölürken...
kapattım kendim gibi telefonlarımı da... gereksizdi... ben aradığım kişiye ulaşamıyorken, başkaları neden ulaşsındı ki aradığı kişiye... başkaları... sanırım dört tanesinin mutlaka ulaşması gereken başkaları... söylemiştim ya sana... gitme, yine piç olurum diye... piçliğimi arıyorlar.. oysa yetim olduğumu bilmiyorlar...
neyse sktir et telefonu... gözlerini aradım bugün zihnimde... konuştuk ya seninle... konuşurken, kapattım gözlerimi, aklıma getirmeye çalıştım... gelmedi...
ama kokun geldi, böyle rüzgarla... sürmeyin dedim lan bu kokuyu, dinlemediler... güldüler... ses etmedim sonra... zaten seninkinin çakmasını almışlar, hemen geçti...

diyorum ya mümkünatı yok, adam olmam ben...
sustum bütün gün... ben sustum.. düşünebiliyor musun benim susmamı... ben de düşünemezdim ama yaptım... ha arada iki çayla, sigara almak için konuştum... yine para üstü yerine sakız verdi gerizekalı karı... sakızcı dükkanı açıcam yakında... şekerleri saklıyorum biliyo musun? hatta hemen gel diye, her ay bir tanesini yiyorum... ama yine yoksun... yine de, seni aklamak için, şeker ekliyorum kutuya... aslında zaman versen ben ona göre şeker koysam... pufff yine şekere kanıyorum çocuk gibi baksana...

inat ve ısrar ediyorum, adam olmuyorum...
oturup hala sana yazı yazıyorum...

çok sorulması üzerine gelen edit: kutuya şeker konulması, hatun kişisiyle ilk görüşmeden sonra cebindeki şekerleri vermiştir. yanıma geleceği günü ise, kutudaki şekerlerin sayısı kadar ay olarak söylemiştir... kutudan şeker yenilmesi ve sonrasında eklenmesi, o konuya yapılan bir göndermedir.
düşündüm de... aşkın yıllardır çaresi bulunamamış... niye çözülemesin ki aşk? Metafiziğe mi girer ki? Niye çözümsüz? insan oğlunun yaptığı bir şeyi çözememesi ne kadar komik yahu...*

bazen baş ağrılarım çok artar. fark ettim ki sebebi beynimin doğum sancısı geçirmesi... Birkaç vakit yanımda not defteri olmadan gezdiğim için kendime çok kızmıştım...

Beni mide ağrılarıyla uykusuz bırakan, soğuk soğuk terleten bu acıyı, en çabuk atlatabilenlerdenim şükür ki... Gözlerimdeki parlaklık içimdeki itikat sayesinde parıldıyor... Sen bir şey olmadığını sanarken bende mevsimler değişiyor yüzlerce kez... O sıkılmış hissi veren can sigara diye bağırıyor. O an ağlayamıyorum. Bir kızılderili atasözü der ki: Ağlamaktan korkma! Zihindeki ıstırap veren düşünceler gözyaşı ile temizlenir. Buna inanırım gerçekten de... Lakin o an ağlayamam. Bir süre sonra beni anlatan ezgi ve güfte ile ağlarım... Nadiren ağlarım. Ama tam ağlarım... Dökülen her yaş, duygularımın yansıması olan düşüncelerimle seni çıkaramadığım, beynime yapışıp kalmış duygularımdır.
her sabah , senin o suçlayan bakışlarınla çıkıyorum kapıdan... 3.5 yaşındaki suçlayan bakışlarınla. Sonra o suçlayan bakışlarını ananene çeviriyorsun , kreşin kapısında...
her sabah 7.30 da başlayan bu adi suçluluk duygusu 12 saat boyunca peşimi bırakmıyor! (12 saat çünkü , köleliğim " yol dahil 12 saat " sürüyor. )

" iş " ten nefret ediyorsun...

kendin bildin bileli "annen" işe gidiyor.
yine , kendini bildin bileli "baban" başka bir şehirde, iş için... yaşamımızın sürekliliğini sağlayabilmek için...

iş e gitmeyen tek kişi de seni okula götürüyor. (senin deyiminle "okul". ve sanırım "okul" dan da nefret edeceksin büyüdüğünde)

küçücük bakışlarınla , sen bizi suçlamaya devam edeceksin..
seni yalnız bıraktığımız için...

oysa ne çok isterdin " öyümcek adam konseye gitmiş, oyda da gitmiş otuymuş yukayı" diye şarkı söylemeyi annenle...
sen benim çıkış noktamdın...belki varışınca görüşürüz...

simsiyah bir cumartesi akşamı...uykusuz geçirilmiş bir gecenin yorgunluğunu üzerimden atabilmek için bir akşamüstü rüyasına dalmak istedim...
ölümden çalarak, bir uykuya dalmaktı niyetim...takatimin alarmını kurdum
uyanabilmek için. yastığa başımı koydum... ama...

ansızın ölümüm indi aklıma...sonra ne oldu biliyor musun? sen beliriverdin aklımda...
Bir dakika geçti geçmedi, gözlerim yavşaklaşmaya başladı, delikanlılığa inat
hain damlalar boşaldı gözlerimden, oysa uzun zamandır ağlamıyordum ben...

ölümüm geldi aklıma , sana "seni hep sevdim" diyemeden gerçekleşen ölümüm...
ve beni kahreden ölümüm...

yazmam lazım dedim...kazımam lazım dedim tüm sen'leri hayata...
kalktım yataktan, bir sigara yaktım ve sana yazdım...sadece sana...

yıl bin dokuz yüz n'oksan altıydı... seni görene dek...
14 yıllık bir dünyalık'tım...o en sevdiğim mabet'te, ala'da ,adana'nın sıcak bir ekim gününde...
kan ter içinde ,sivilcedaşlarımla beraber top peşinde koştururken , top birden kantin
tarafına kaçtı... bilemezdim , o topun beni, ömrüm boyu içimde hapsolacak bir güzele sürükleyeceğini...

gittim topun peşinden, "abi gazoz ver abi", "abi bi halley abi" diyen yeniyetmelerin
bulunduğu yere doğru, topu gördüm, duvara vurdurup artistik bir hareketle elime aldım...

baz'anlar vardır...hayatı hayat yap'an...hiç unutulamay'an...

onun, bunun, şunun; topu'nun bir önemi yoktu o an...
çünkü seni gördüm...spor salonu ve kantin arasındaki orta bahçenin kaldırımında oturmuş, "sarı tokalı bir küçük melek"...

sessizlik....

ilk ve tek görüşte aşktı, ama görünüşte değil, harbici mi harbici, sahici mi sahici...
kumral saçların damarlarıma dolandı...
ve sonra yüzün...
(burası için affet beni, tasvir edecek kadar yetenekli değilim...
dandik bir yazarım ben, yüzünü anlatabilmek kim , ben kim?...)

sukunet...

sahi ben kimdim o dakikadan sonra? heralde, ruhunu sana esir etmiş bir karm'aşık..
hayatım altüst oldu...
bir çok hep, hiç oldu...
pek çok hiç de hep oldu...o dakika...
gözlerin yüzümü aydınlattığında...

işte o dakika; yıl, bin dokuz yüz doksan altılığa terfi edebildi ...
adana'nın bir sakin öğle sıcağında...

sen...

sen bana ilk şiirimi yazdırandın...sen bana ilk şarkımı söyletendin...
sen beni bir okula, bir şehire, bir hayata bağlayandın...
ve yaş'ama sebebimdin...

sana uzaktak bakarken ,kafesteki aslan gibiydim,,,
sana kavuşmak için bilsen , neler neler vermezdim...

pek çok kez seninle konuşmaya niyetlenişim oldu...
bunun kaç farklı versiyonu vardır ,tahmin bile edemezsin...
hayalgücüm biraz genişse, sayendedir...
seninle buluşmaya dair yüzlerce hikaye yazdım, yüzlerce kez oynadım, yüzlerce kez...

ama!!!!!!

allah beni kahretsin ki, söyleyemedim sana...
allah beni kahretsin ki, tutamadım ellerinden..
allah beni kahretsin ki, haykıramadım adını yüzüne, seni seviyorum da diyerek...
allah beni kahretsin ki,,, kahroldum...kahroldum...kahroluyorum...yoruldum!!...

şu an, zamanı geriye götürüp, bir şeyi, tek bir şeyi değiştirme şansım olsaydı,
yemin ediyorum, başka hiç bir şey istemezdim...

seni ilk gördüğüm o anda, ala'da, o bahçede, kaçan topu , ayağıma alıp, gökyüzüne doğru bir şut çeker ve
o an gülümseyerek yanına gelirdim::

"sarı tokalı, küçük güzel kız, ben sana aşık oldum galiba " derdim...tüm derd'im biterdi...
"se se se sennn kalbimin en sayfiye yerine düştün,,,
be be be bennn sana aşık oldum....."

belki sen de gülümserdin yüzüme...ya da...ister bana tokat atardın, ister bana bağırırdın...
orada kabul etmesen, her gün seni 1 dakika daha fazla görebilmek
için 1 saat beklediğim okul çıkışlarından birinde, camdan sadece ufukta kaybolan mavili çantana bakmakla kalmaz ardından bağırırdım " dur gitme sana söyleyeceklerim" var...

orada beni terslesen, bahar şenliğindeki konser sırasında çıkardım piste alırdım mikrofonu elime, sana, senin şarkını oracıkta bağıra çağıra söyler sonra da saçlarına koşardım, ellerine koşardım, mavi çantana koşardım....gözlerine koşardım...

kalbini o dakika çalamasam bir gün aniden dersin ortasında sınıfına girip
"çok özür dilerim arkadaşlar ama , aranızdan biri zihnimi çaldı galiba,
hiç bir şey düşünemiyorum çünkü ondan başka" derdim ...

sınıftan kovsaydın beni, gizlice seni aradığım günlerden birinde "hattın diğer ucunda kalbini senin gözlerine bağlamış biri var, lütfen hattın diğer ucuna gel, ya da izin ver o gelsin" derdim...

yapardım senin için...her şeyi denerdim...zamanı geriye döndürebilseydim!...

yazık...

ne vardı biraz cesur olabilseydim..."ulan oğlum 14lük veletsin hepitopu, gidip konussaydın ya, nolacaktı şu boktan dünyada birazcık deli olsaydın ya!..." ya, ya ,ya, ya, ya,ya ,ya, ya, ya, ya,ya????????
bu ses'ler onca senedir kaç kez kulaklarımda yankılandı biliyor musun?
tahmin bile edemezsin...bazen sırf bu yüzden erkenden öleceğimi düşünüyorum evet "sırf bu yüzden"...
sırf bu pişmanlığın yüreğimi erkenden tıkayacağını düşünüyorum....nefes alamıyorum çünkü, kendime lanet ederken...

pişmanlık...

işte o dünlerden bana yadigar ebedi ve ezeli hüzünlerim...
dolup taşıyorlar fırsat buldukça sağımdan solumdan dudağımdan ve kalemimden...
şiir oluyorlar bazen, şarkı oluyorlar , bazen de dandik bir yazı, sana hiç bir zaman tam manasıyla yakışamayan...

allah beni kahretsin ki, söyleyemedim sana...
allah beni kahretsin ki, tutamadım ellerinden..
allah beni kahretsin ki, haykıramadım adını yüzüne, seni seviyorum'u da ekleyerek
allah beni kahretsin ki,,, kahroldum!!...kahroldum...kahroluyorum...yoruldum...

yine pişmanlık...

doğduğum topraklardan uzaklarda yaşıyorum artık...çokça senedir...
ama ne zaman oraya gitsem, o şehire insem sen çıkıp geliyorsun o sarı tokalı halinle...
sırtında yine mavi çantan...
ne zaman ala'dan geçse yolum, durup bakıyorum...
duvarları başka renklere boyanmış okulumun..
ama hiç değişmemiş..sen hala o pencerelerden kafanı uzatıyorsun, ağaçların arasındaki banklarda otururken
gülüm'süyorsun, okul binasından dışarı çıkıyorsun, bahçeden geçiyorsun...doğada bir bayram ve her yerde bahar...
ve ben sana bakıyorum...uzaktan... gözlerimde güz var...

ne zaman "adanala" tayfasında birini görsem, yemin billah ederim,
elim kolum sözüm bağlansın ki sen geliyorsun aklıma...

hiç başlayamamış dupduru bir aşk....evet sen...

ne zaman ala tayfasından, seni de tanıyanlardan birini görsem seni mutlaka soruyorum ...neler yapıyorsun, iyi misin hoş musun duymak, bilmek istiyorum...seni en'önemsiyorum...

bu arada, geçen sene, bizim şaşar'la bir gece vakti gittik ala'ya...
önce demlendik biraz şadırvan'da sonra ver elini eskimeyen hayallerin başkentiala...
aldık biraları,girdik okula...
gecenin bir vaktiydi, bir şubat soğuğu ve yalnızlığındaydı okul...
ama yemin billah ben bahar kokusu aldım....anılar koktu her yerde...

sonra bekçiyi kafaya aldık, binaya girdik...gözümün gördüğü her yerde bir cansız eski zaman anısı birden can buluyordu..
ben en çok seni görüyordum...
yavaş yavaş yukarıya çıktık...adını, adımı, adımızı duvarına, iç içe kazıdığım sınıfı buldum...numarası filan değişmiş,
sıralar değişmiş ve yazımız silinmişti...ama ne önemi vardı benim kalbimde silinmedikten sonra...

hayatımda içtiğim en efkarlı sigaralardan bir kaçını içtim o gece, orada...

özeleştiri...

kabul ediyorum biraz dengesizim...
hayatı uçlarda yaşıyorum...
ya çok coşuyorum, mutluluk sarhoşu oluyorum ya da efkar delisi...

abartıyorum yaşarken...sevinci de abartıyorum bazen , acıyı da...
dünyanın en mutlusu zannediyorum kendimi kimi zaman, bazen en mutsuzu...

ama!!!
bugün inan ki bu sebepten sana yazmıyorum...
efkarlıyım şu an, hem de en babasından...ama yazmam ondan değil...

çünkü,
ölümüm geldi aklıma ,,, sana "seni hep sevdim" diyemeden gerçekleşen ölümüm...
ve beni kahreden ölümüm...

işte bu yüzden yazdım...
gün gelecek benden duyacaksın belki bazı şeyleri...ama dayanamadım...
dünya hali...
ben'de ne kadar çok sen olduğunu anlatmadan duramadım...
ve seni ne kadar çok sevdiğimi...

zam'ansızın akıp gidiyor...

07-96= 11....koskoca 11 yıl geçmiş...

senden sonra başka iz bırakanlar da oldu kalbimde yalan yok...
başlayamadan bitiverenler de oldu,,, girişip gelişip sonuçlanamayanlar da...

ama bak, sen hala aklımdasın...ve öyle kalacaksın...
ileride, kendine yetememiş bir yetmiş yedinci yaş günümü yaşıyor olsam bile çıkagelip o günlerden içimi titreteceksin...
gözüm boş boş uzaklara bakacak...ve kimseler hiç bir şey anlamayacak...

ben bu yazıyı sana yazdım...sadece sana...
gün gelir de bir gün cesaretimi toplarsam belki sana da gonderirim...

ama inan o kadar korkuyorum ki..hala...hatta daha fazla...sen o kadar derinlerindesin ki kalbimin;
kendi ellerinle kendini boğmandan korkuyorum....
bir yanım diyor "bırak hep hayallerindeki gibi kalsın"...
bilmiyorum...bilemiyorum...
belki de hayat kesiştirir yine yollarımızı... ve belki bu sefer,,, kollarımızı...
bilmiyorum...bilemiyorum...

dilerim....

evrenin tüm güzellikleri güzel gözlerinin hapsinde olsun her an...
çok mutlu ol...öyle kuru kuru mutluluk değil...ne hayal ettiysen onu elde etmenin mutluluğunu yaşa...

zamanı gelir benden bir şeyler de duyarsan, lütfen üzerine alın....
çünkü; sen benim çıkış noktamdın...

.belki varış'ta bir yerlerde görüşürüz..

ben...
yüreğimin bu kanayan kazı'sızısını sadece sana yazdım...

ve sen...
artık, adını da gizlemey'ecem.........................................

herhangi bir gün / herhangi bir ay / herhangi bir yıl'da....

herhangi bir şehir'den/ senin için herhangi birinden, sana...sadece sana........
yazarların yaşadığı bazı tecrübelerin ardından söyleyebilecekleri şeyleri, hikayelerindeki "karşı taraf"lara biraz sitemle birlikte ifade etme şekilleridir.

herkes için dökülecek kelimeler aynıdır. herkes duygularının kurbanı olduğu vakit işi arabeski hatırlatan sözlere ve isyanlara birakır. onlar için kaderin ta kendisidir bu ve olmayan bir ilişkinin acısını hep aynı kelimelerle anlatırlar birbirlerine. hep aynı sözler, aynı klişe laflar, "seviyorum" kelimesinin iyice bayatlaması...

farklı olmak feci bir şeydir. verdiği rahatsızlığı en alakâsız durumlarda bile hissedersiniz ve evet bunu sen de yaşatanlardansın bana, yani öyleydin.

bak şimdi ilk görüşte aşk diyeceğim gene bayat bir ifade olacak. çok mu laf kalabalığı yaptı bu konularda insanoğlu nedir, ama gerçekten bu ifadeyi sana "aynen böyle oldu" diye anlatmam gerek. öyle asi asi bir noktaya bakman ve benim ağzım açık şekilde bakakalmam, ardından "bu nasıl bir şey" demem kendi kendime.

aramızda bir duvar vardı sadece ve birkaç gün geçti ve sen artık önümde oturuyordun. çizimim iyi değil diye ne kadar aklıma gelen şarkı sözü varsa sıraya yazıyordum, yanımdaki de araba falan çiziyordu, ara sıra kız resmi de çizerdi ve eğer güzel çizmişse ona "bu o olsun" derdim, altına da beni çizerdi sonra...hayaller...hayal etmesek ne yapardık kim bilir??

ama nasıl istenmezdin ki sen? sonuçta bu beden içine kısılıp kalmış ruhun diğer ruhlardan farkı yok. kabuğu yüzünden karartılmış olması dışında. deli gibi arzuluyordum seni. çözmem gereken onca test bana sadece o upuzun güzel saçlarından tesadüfen sırama düşmüş bir saç telini arasına koyduğum kitabı hatırlatıyordu...ne acizlik...ne büyük zavallılık...nasıl bu kadar düşebildim, bilmiyorum.

ardından kandırıldığımı bile bile bazılarının telkinlerine kulak verdim, neye güvendiğimi hala bilmiyorum ve "o"nu devreye soktum. bekleyişe geçtim...burada kahkaha atmam gerek. bir zerre kadar bile ümit taşıdığım için kendimden hâlâ utanıyorum.

ama çok çabuk sindirdim seni. 2003'ün benim için en önemli olayı belki de buydu. 31 aralık günü öl desen ölecek olan bu beden, sadece iki hafta içerisinde seni sadece becerilebilecek sıradan bir bünye olarak görmeye başladı, bu derece dönüşüverdin, -anlamsızlaştırıldın- yani. acıyla eğittim ben kendimi, kimsenin asla yapamayağını yapıverdim. nasıl bir büyüydü acaba uyguladığım, sanırım kaynağını biliyorum; "konuşmuyorum senle" ya da "konuşma benle". bunlardan birisiydi...

sonuçta bana the gathering'i hatırlatan her şeyden uzaklaşmama ve hiçbir zaman bu grubu dinleyecek, o sesi duyacak güce sahip olamamama neden olmuş, içilip söndürülmüş bir sigara misali geçtin üzerimden. bana gerçekleri hatırlatarak, bana neyi istememem gerektiğini -farkında olmadan- da olsa öğreterek.

aralık-03, ankara

loş ışıklar eşliğinde,
o sicak zeminde çırılçıplaksın.
sen ve ben
hafifce öpüşüyor, koklaşıyoruz
ve sen o sırada ağlıyorsun
artık ölebilirim
mutlu bir şekilde

aaron stainthorpe *
tanım: cesaret işidir belki de...

--spoiler--
bitmemesi için edilen duaların çok olduğu günlerdi. hayatın su içmek kadar sıradanlaştığı, aşkın ise ortalıkta dolaşan üç beş anıya teslim olduğu zamanlar. yine sebepsiz kuruntular çıkarıp, yine onlara inandığım ve sevmelerin az olduğu zamanlar...

bütün cümleler istila edilmişti ve kelimelerin kısa yazılışları aklıma geliyordu, uzun cümleler kurmamak için... geri gelmeyecek günlerimin gelecek günlerim için karar verme tasarrufundaydım. sanki bu aşk yaşamın eş anlamlısı ve ikinci bir kelime yok bunu açıklamaya. sözlüklerde sadece iki kelime var. aşk eşittir yaşam. acaba yaşam mı bu sonsuz karanlıklarda hayatımı felç eden, yoksa aşk mı yaşamdaki bütün felçlikleri meydana getiren? beynimin kıvrımlarında cevap merkezi ararken bütün bu sorulara, ben yine aşkın "ya sen ya ölüm" anlarındaydım...

ve birgün çıkıp gittin hiç girmediğin yaşantımın tam ortasından... gitmenle kayboldu gözlerimdeki ışık ve hücrelerimdeki yaşama sevinci. bütün hastalık sendromları üstümde benimle alay edercesine yer kapma savaşı verirken, bense sırf sana inat, hatta sırf bana inat aşkı bırakmadım. belki de ben sana değil, sana duyduğum aşka aşıktım. ya da çöl rüzgarlarına. saçlarını; hiç dokunamadığım saçlarını tarayıp bıraktığı için... güneşe belki de, tenine dokunduğu için...

o kadar aşık olmama rağmen beni istemediğin için sen hariç her şeye aşık olacağım neredeyse. paranoyak belirtiler gösterdiğim söylenebilir. ya da tipik bir şizofreni... seni seviyorum! hayır! seni değil galiba. rüzgarları, güneşi, arkadaşlarımı, sen hariç her şeyi seviyorum. sana olan korkumdan değil, aşktan da korkmuyorum aslında. (korku da nereden çıktı) hiçbir şeyden korkmuyormuşum. o zaman sorun ne? hiçbir şey. iyi o halde sana aşığım...

sersem bahar yağmura tutarken yaz'larımı,
aşklarsa ütopik gelmektedir zaten
giyinmiştim en kalın yalnızlığımı...
gözlerimi kapadığımda gözlerin karşımda,
hasretin kancası boğazımda,
çeksen öleceğim,
çekmesen ölüyorum...

(şizofren*, ankara-önemsiz)

--spoiler--
ben bu yaziyi sana yazdim

ben bu yazıyı sana yazdım... (belkide yazmak zorundaydım)

siyah beyaz film afişleri kadar nostaljik, akla geldiğinde burnumun direğini sızlatacak kadar güzel günlerdi. hayatın devrik cümlelerin de gizli öznemdin sen, umut ikliminde ki harflerim, ter kokan yastığmıda ki gül bahçesiydin. hayat; tost yapılmak için kaderini bekleyen bayat ekmek kıvamında geçerken, günler dönerken seyr-ü seferden,ki seyr-ü sefer sözcüğünün burda geçmesi sadece kelimeyi sevdiğimden...

fırtına öncesi sessizlik değil de, fırtına sonrası sessizlik bıraktın üzerime. yaşadığımız o en güzel, en fırtınalı, en şehvetli günlerin sessizliğini. öyle güzeldin ki eftelya, bakmak içimi burkardı, bu güzelliği hak etmiyorum derdim hep kendi kendime, seni her öptüğümde, her sarıldığım da, her dokunduğum da, şükrederdim yaradana, bahşettiği bu mutluluk için...
her cuma vakti senle bir ömür için kaldırdım ellerimi semaya, onu bana çok görme, onu benden alma diye yalvardım allaha. kabul edeceğini düşünsemde, olmadı ayrıldık, acımadan çekip gidebildin başka kollara eftelya...

hayatım orta yerinden ket yemişti, bakar ama görmez, konuşur ama anlatamaz olmuştum. göğsümde sürekli bilinmedik bir kasılmayla dolaşıyordum, her çalan telefona sen diye koşmam, her gelen mesajı ''acaba o mu?'' diye okumam ayrı bir çentik atıyordu ruhuma. gamsız kedersiz görünen ben, yıkılmanın arefesinde, intiharın şerefesinde sürünmekteydim.
prozac yaşam destek ünitem, insolin gece vardiyam, passiflora yoldaşım olmuştu, göçmüştüm, ayakta duramıyor, yemiyor içmiyor, sürekli kusuyordum...o kadar derinlere işlemişti ki aşkın, ta hücrelerimin bile en ücra köşelerine kadar, gidişin metabolizmamı dahi bozmuştu... iliklerine kadar sevmek böyle bir şeydi eftelya.

son bir konuşma istemiştim sadece senden. kuşluk vakti, en güzel sonbaharların başkenti ankaradan, tüm ailemi karşıma almak pahasına, senin için yollara düşmüştüm. bursanın ufak tefek taşlarına takıla takıla gelmiştim ayağına kadar. şerefimi, gururumu, herşeyimi o otobüsün tekerinin altına atıp gelmiştim...belki bir umutla, geri dönersin diye değil son bir kez yüzünü görürürüm hevesiyle çalmıştım kapını. ama açılmasıyla beraber aynı anda suratıma çarpan o kapı, adeta altın kemerini kaybedip knockout olan bir boksörün yediği son kroşe kadar ağırdı ve sen beni kapından kovduğun da, ölmek benim için dünyanın en kolay işi oluvermişti... göğsümde ki kasılma artık kriz boyutuna çıkmış oracıkta yığılıp kalmıştım. sonrasın da gözümü bir sandelyenin üzerinde açtım...gerisi tuzlu ayran, kolonya muhabbetleri falandı işte. zaten duyduğun da çokta önemsememişsin, ''öyle mi'' verdiğin en büyük tepki olmuş yazık...

hava griydi ve son derece kasvetli, bitmiş bir adamın adımları ile ritim tutyordu rüzgar, en baba aşk filminden bile daha hüzünlüydü hikayem...hani yazsam roman olur derler ya, işte aynen öyle...
artık anlamıştım, sen beni sevmemiştin asla, emeğime, fedakarlığıma saygın olmamıştı hiç. oysa ki ben; denize düşmüş bir gül gibi, düşmüştüm senin için ateşe, ben yangınını sevmiştim eftelya...artık ne önemi vardı ki, içimdeki tüm sevmeye dair olan herşeyi, iyi niyeti, şefkati, sıcaklığı kısaca tüm manevi servetimi de kendinle beraber alıp gitmiştin. annesini kaybeden bir kedi yavrusu kadar savunmasız, korkak ve güvensizdim insanlara karşı artık...yani dünyada ki herkes için herhangi biriydin ama herhangi birinin dünyasını değiştirdin be eftelya...

cuma namazların da ettiğim tüm dualar kadar beddua ediyorum şimdi arkandan, ama allah belanı versin diyerek değil, allah aynı acıyı sana da yaşatsın diye. çünkü sebepsiz akan hiçbir damla gözyaşı yerde kalmazmış eftelya...

sebepsiz akan tüm gözyaşlarım adına, son bir kez yüzüne söyleyemediğim düğümlü sözcüklerim adına, sana bu satırlardan elvada eftelya, elveda... * *
bu muydu aşk dedikleri şey, acı çekmek mi, sabahlara kadar ağladığın duyulması diye başını yastığına gömüp nefes alamamak mı, ölümü tek çare görmek mi...

ama öyle değildi filmlerde, öyle değildi... kandırdılar beni, yalan söylediler. küçücük bir çocukken pamuk prensesle yakışıklı prensin aşkına inanmamış mıydım ben? nerdesin adamım, neden gittin bir veda bile etmeden, neden gittin arkanda beni gözü yaşlı bırakıp...

daha 16 yaşındaydım ben, gözünü açtım seni gördüm, sana inandım. o kadar inandım ki altı yılımı verdim sana, altı koca yıl... neler gördük, neler geçirdik biz seninle, ne vadireler atlattık, sonuna kadar dedik, çocuklarımıza isimler seçtik, evimizin duvarları ne renk olsun diye tatlı kavgalar ettik... ne çok sevdik birbirimizi, ya da ben öyle sandım.

her şey iyi güzel de, bir şey soramadım ya sana çok içimde kaldı, ben bir vedayı hak etmedim mi? hadi benden geçtim, beraber geçirdiğimiz altı yıl hak etmedi mi o vedayı. her şeyim derdin bana, gözleri yeşillim derdin, peki o çok sevdiğin gözlerim de mi hak etmedi vedayı...

yanlış tanımışım ben seni, benim adamım olamaz bu diyorum kendime aylardır, hayal görmüşüm ben diyorum, altı senemi onunla geçirmedim ben diyorum, uğruna 3 gün komada kaldığımı bile bile arayıp sormayan adamı sevmedim ben diyorum. sen yoksun artık, gittin, bittin, arkanda gözü yaşlı bir angelina bıraktın, ahını aldın onun...

seninle geçirdiğim her ana şimdi yüz bin defa lanet ediyorum, sana verdiklerim, uğruna göze aldıklarım için kendimden nefret ediyorum, senin adaşlarından, beraber her yerini gezdiğimiz bu şehirden, adının ilk harfi olan omzumdaki dövmeden, seninle tanıştığım o deniz kıyısından, senin izini taşıyan her şeyden tiksiniyorum ve artık allah'ıma tek dua'm seni bir daha karşıma çıkarmasın...
kime yazıldığı meçhul olan gerçeklik payıdır, bukledir.*

"mutluysanız mutluyuz felsefesinden yola çıkan" nilüfer turizm gibi bindik sözlüğe gidiyoruz adeta. arkadaki yolcunun ayağı kokuyor. ıkınıyorsun sıkılıyorsun dönüp ipneyi uyarmıyorsun. beş-on dakika böyle geçtikten sonra zaten burnun alışıyor salla diyorsun. ulan eşekoğlueşek niye içine atıyorsun? dön de ki: "kardeşim sok o ayaklarını ayakkabına!" tabii nilüfer turizmin sayın yolcuları aracımız bilgisayar donanımına sahip olduğundan çorapları mümkünse çıkarmayınız. höh be!

mantık çerçevesinden yaklaşırsak diye sözlerime devam etmek istediğimde, şizoid gibi "ne çerçevesi resim mi yapıoyon denyooo" diyor içimdeki ses! evet abi içimdeki ses ben hamileyim tekme bile atıyor futbolcu mu olacak ne? sol frameden 90'a takmak istiyorum olmuyor sayın yolcular kaptanımız ihtiyaç molası verdi çaylar alman üsulü...
ben bu yazıyı yazarken gözlerim doldu çok pis çakallık yapıyorum. nasıl bir duygu durumuysa ben de anlamadım. "kalbim sızlar yüzüm gizler" kardelen şarkısında der teoman. adam kar(ı) bırak renkli rüyalar otelinde delen...neyse girmeyelim zenginin malı züğürdün dalgası muhabetine.

ben bu yazıyı sana yazdım diyebilecek birileri oldu "hilmi tut şu mikrofonu kolum yoruldu". hah! aslında bir sürü sen oldu. artık onlar üçüncü çoğul kişiler. onlar için yazıyorum bu yazıyı. ne zaman şeyimin derdine düştüm, o zamandan beri karşı cinse çok ihtiyacım oldu. entel dantel mi olmadık kız peşinde gollum mu olmadık?! hep benden fazla "o" oldum. niye? niye lan! bok mu var otur oturduğun yerde. attık kendimizi her ortama; ortamın oğlu olduk.
biz diyip duruyorum kendi adıma konuşmalıyım, sizi kattığım için sallamayın...
ne bekliyorsun lan burda dese biri ne cevap verecekesin ha ortamın oğlu! ortam doğurmadı beni de! nasıl geldiysek öyle gidicez lan bu dünyadan. üryan geldik üryan gideceğiz. itirazı ya da katkısı olan varsa konuşsun... olmadı özel mesaj atın bana. ah bir de operatör mesajları var dellendiriyorlar beni ama konumuzla alakası yok!

her şey karı-kızdan mı ibaret ya!!! sağlam dostluklar arkadaşlıklar. heyo yupi! hayat ne güzel kuşlar, böcekler...
ağzına tüküreyim senin scarface! bugün ölsen kaç kişi gelir ha cenaze namazına sorarım! sen iyice puşt oldun! oldun sen piştin artık! yedin bitirdin kendini çiğ çiğ... kim açtıysa başlığı itiraftan çıktık kendime yazı yazıyorum burda adeta. hepimiz benciliz!
bak yine sizi kattım, kendi eşşekliğime sizi dahil ederek çıkar yol arıyorum belki...bilmem...evet evet öyle sanırım...

ben bu yazıyı hepimize yazdım.* sizi sevdiğim için kattım bu sefer. yalancıkta olsa sevdim sizi. veda hutbesi gibi oldu biraz, bir yere gittiğim yok! "bak arkada bir kaç kişi dinlemiyor yazdıklarımı. kendi aranızda konuşmayın lan hayvanlar, indiririm sizi bak en yakın benzinlikte! hasbinallahminivellekil! boşuna mı boğaz patlatıyouz evladım burda. ne gülüyorsunuz kendi aranızda komik bir şey varsa söyleyin bizde gülelim, cıx cıx cıx..."**

hamile değilmişim ya medikoda çok su içtim ekmekle şişiyor midede. tekme falan değilmiş gazmış o az önce çıktı. her şeyimi sizle paylaşıyorum bir bilseniz sizi nasıl seviyorum. iğrençleşebilirim beni böyle kabul edin. "haydaaa hoşgeldin" diyin lan yeni gelmiş gibi oldu bu sefer de. ne boktan bir yazı oldu gibi de, değil gibi de neyse. gözlerim yanmaya başladı, zaten gözlerim bozuk bu fakülte beni bitirdi. mahmut sen geç direksiyona. ben orta kapının oraya gidiyom uyucam galiba.

08/01/2007--Bursa

eklenti buldum onu da yazayım tam olsun edit abi:

iki şehri var gecenin, biri gözümde
tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur
gibi çöken siste, bana bu uykusuz
şehri niye bıraktın, göze alamadığım
bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin,
gece değil istediğin hayli karanlık
bakışlı bir şehrin gözleriyle çarpışmak
hevesindesin! Gözlerini anlıyorum henüz
bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin;
gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır,
ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,
öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,
sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak
şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim :
Biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz,
biri sis içinde kirpiklerine kadar açık,
bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum
konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,
gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde
Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye ? *
dün gece hayatıma girdiğin o ilk günü düşündüm..

benim olduğuna inanmayarak saatlerce yüzüne bakışımı, yanından ayrıldığım her an içimde yaşadığım garip yürek çarpıntısını, bu çarpıntıyla başedemeyip koşarak yanına dönüşümü ve gözümü ayırmaksızın sana bakarken hissettiğim, inanmazlıkla karışık mutluluğumu düşündüm.

seni görmezken ağzıma attığım her lokmanın büyüyüp beni boğmak üzere olduğunu, yaşadığım duygu karmaşası sebebiyle ayaklarımın yere basmayışını, varlığınla üstlendiğim sorumluluk ve hayatıma girmenle yaşayacağım değişiklikleri düşünürken aldığım korkuyla karışık hazzı, o ilk günlerin karmakarışık, şaşkın, uçucu, mutlu hislerini düşündüm.

neydi bu hissin adı, aşk mı? sevgi mi? hayır, biliyorum ki o sırada herşey birbirine karışıktı, duygularımın içinden işte bu diyip çıkarmak, ayırmak ve isimlendirmek mümkün değildi hissettiklerimi...

fakat biliyorum ki sevgi sonradan geldi, seninle olduğum her gün biraz daha artarak, anlamlı ve sebebi olarak çoğaldı.. her gün biraz daha fazla, en fazla ne kadar olabilirse...

bazen yüreğim öylesine şişiyordu ki, bundan fazlasını taşımaz bu organ diyordum, bazen öyle coşkuyla seviyordum ki severken coşkumu denetleyebilmek için kendi canımı yakıyordum.

sevmenin sınırı var mı, en fazlası ne kadardır bilmiyorum. ama tanımlamak için söyleyebileceğim şey şu, seni kendimden fazla seviyorum. seni her zaman kendimden fazla seveceğim. benim sınırım sensin, kişiliğimin sınırlarını esnetebileceğim, gerekirse oluşturduğum tüm doğruları yerle bir edeceğim tek sınır sensin. oldu mu, anlatabildim mi hissetiklerimi..

o günde biliyordum benim olmadığını, bana ait olmadığını.. bir insan ne kadar ait olabilirse bir diğerine ancak o kadar benimdin.. bu bilme hali, yüzüne baktığım zaman hissettiğim hazzı, gururu, mutluluğu eksiltmiyordu.

birlikte geçirdiğimiz yıllar içerisinde, varlığın sebebiyle hep şükran duydum, uyurken yüzüne baktığımda hissettiğim en belirgin şey, sevgiyle beraber bu şükran hissiydi. en dolu dolu teşekkürüm senin hayatıma girmiş olman içindi..

şimdi ise bunları bana bir kez daha düşündüren şey yavaş yavaş gitmekte olduğunu farketmek.. adım adım uzaklaşıyorsun hayatımdan.. bu günün geleceğini hep bildim, ama şimdi bakınca çok çabuk olmuş gibi geliyor.. gitmekte oluşunu görmek içimi yakıyor ama bir o kadar da gurur duyuyorum, sana kattığım şeyleri, seni, şu an geldiğin biçimi görüyor delice gurur duyuyorum..

hayatımızdaki bu değişim beni sarsıyor, ama elleriyle güvercinini azat eden biri gibi biliyorum ki gitmen gerek, kendi serüvenini yaşamak için gitmen gerek...
ben, bundan sonra senin hayatının bir misafiri olacağım, bu güne kadar birinci elden dahil olduğum şeylere sen müsade ettikçe katılabileceğim.
ben her zaman buradayım ve sen benim hayatımın baş köşesindesin bunu biliyorsun, her soluk almak istediğinde yanıma geleceksin..
güzel kızım, adım adım kendi hayat serüvenini yaşamak için gidiyorsun, senin yaşantındaki sıralamam değişiyor, ama sen benim hayatımda hep aynı kalacaksın..

ve yine biliyorum ki, anne olduğunda maceramız farklı bir doygunluk ve biçim kazanacak, bekliyorum ve seni her zaman çook seviyorum..
tanım:içinde kalanı dışa vurmak.

Ayların getirdiği yorgunluk ve sensizliğin getirdiği boşluk. Çok alıştın bana ve aslında ben de sana... içimde bir şey sürekli acıyor, sürekli sızlatıyor kalbimi taa derinlerden. Oysa ki ne kadar yanılmışım ilk görüşte. Pişmanlık mı? Biraz var belki, ama asla bir köpek gibi pişman değilim. Yokluğunun getirdiği acı ve mantığımın sana karşı olan sonsuz inadı. Gelmeyecek sırtım yere, düşmeyeceğim, kapaklanmayacağım ayaklarının dibine!

Sevgimi hakettiğini düşünerek verdim sana sonsuz bir biçimde. Ama gördüm ki en ufak bir damlasını bile haketmemişsin...

Yazık! Hem senin için harcadığım her şeye, hem de yaşadığım acıya. Ben acının bu kadar ucuz olabileceğini bilmezdim, sayende öğrendim. Hiç unutulmayacak bir şekilde...

Bir düş gördüm dün gece. içinde senin olduğun ama gerçek hayattan bir farkının olmadığı bir rüyaydı bu. Bana gerçekleri gösteren, gizli kalmış doğruları gün yüzüne çıkartan bir rüya...

Bugün dönmemek üzere kararımı aldım ben. Ne olursa olsun kararımdan vazgeçmemek adına... Kulağımda bir ses çınlıyor. Fırtına... Fırtına!!!

Kaybolup gitmeye mahkumsun o fırtınada. Başka zaman olsa arkandan koşup seni kurtarmaya çabalayacakken, şimdi elimi bile uzatmıyorum tut diye. Baş başa kal diye kaderinle, bırakıyorum seni bile bile...

Seni sevdim belki. Ama yalanlarını asla...

12 aralık 2006 - ankara
güncel Önemli Başlıklar