bugün

hiçkimseye...
Çırılçıplak, biraz nemli, çokça yorgun, birbirlerine sürtünmeden, teker teker aynanın karşısına dizildiler. ağır aksak adımlarla çizgisine ilerlerken biri, öte yanda boyalarını döke saça, etrafı kirleterek yerini bulmuştu bir diğeri. üçüncüyse biraz mahçup, dokundukça ürpererek, gözyaşından korkan bulutlarıyla gök gürültüleri eşliğinde adımını uzattı aynanın önündeki son bölmeye. birinci beden yorgundu, ağır ve hatalı sollayışlarla her bir tarafı yara bere içinde bırakılmış ve faili çılgın bir paletin içerisine bırakılıp kaçılmış gibiydi. çokça zehirlenmiş gibiydi, zorlandığı belliydi, tüm simleri kepenekleriin ardında yitip gitmiş, tüm derilerinin gözenekleri soyulmuştu. ikinci beden gayet süslü püslüydü; abartılı bir makyaj ve tüm bedeninde dil çıkararak karşısındakine sırıtan küstah palyaçolar o aynanın karşısını da kirli bir panayıra çevirmek ister gibiydi. sağındaki ve solundakini gözüne kestirmişti bir kere. ikinci beden çok şey biliyormuşçasına aşk ve sevgi adına ahkam kesmeye başladı: ahahahahahahaaa! aptallar sizi, ne o düşleriniz mi var? kaç para söyleyin çabuk! 5 bira mı yoksa aahahaha! benimparam çok! dangalak herifler sizi, bu dünyayı hala anlayamadınız mı? açın gözünüzü bir kez geliyorsunuz dünyaya, millete bi bakın işini nasıl da biliyor! yemeyenin malını yerler, s.kmeyenin malını s.kerler, ahahahahahahaa...
o sırada, ayna olan bitenin farkında 3'ü yargılamayı sürdürüyordu.
çok iyi bildiğimizi zannettiğimiz gündelik hayatın akıp giden seyrinde, aşk yara berelerine pansuman bulunamayışı şaşılır şey değildi. çokça ulu, üst ömür bir sevgi için nöbetleşe bekleyen yolcular vardıı, var olmasına ama her ten bu denli dolu değildi sevişmek için. üzerindekileri çıkarmakla ruhunu soymak aynı şey değildi. lanet bir kez bulaştı mı, soyundukça kirlenilirdi, soyundukça pis bir tabaka kaplardı palyaço bedenleri. sevişmek kendi uygarlığında hem köle olabilmeyi, hem de esaretini kırabilmeyi becerenlerin işiydi. bu insanların diğerlerinden evn büyük farkı, becerme işine farklı bakabilmeleriydi. seviştikçe temizlenirlerdi, seviştikçe onarılırlardı, seviştikçe gülümserlerdi. sevişirken çok kişiliktiler, onların yataklarında hiçbir zaman yangın çıkmazdı, ışıkları hiç dinmezdi kentlerinde. korkmamalıydılar. korkakların düşlerini yaşama hakkı yoktu.bir kez yakalandılar mı palyaçoların tuzağına, geri dönüşü yoktu. sevişmek hünerdi, erdemlilerin işiydi, idiotlar anlayamazlardı, anlamsınlardı. düşbükenler temizlenmeliydi bedenlerden...
sıra üçüncü bedene geldi aynanın karşısında güneşin ışığıyla çağlarken bedeni, gözünü alırken ışık oyunları, tatlı tatlı ürpertirken pencereden hayasızca girip okşayan rüzgar yanağını, o önce doğada ışımasını gördü. yüzyıllardır saklanan ve korunan ulu bir değer gibiydi. dört tarafından kuşatılmış ama görünmez bir elin okları engellediği, karavanalardan korunmuş bir beden. söyleyecek çok şeyi vardı aslında: hep saklandım, hep bekledim, dalga geçilsem de, anlaşılmasam da hep kendimi biriktirdim... demeli miydi
anlatsa kim anlardı onu, saçmasapan bir kadın kahkahası kulaklarında çınlar mıydı? yaralarına tuz basılır mıydı? ya uçurtma bayramları? her baharda teninde açan yeni çiçeklerden bahsedebilir miydi ? özenle beslediği, büyüttüğü çiçeklerden, solmayışlarından bahsedebilir miydi? hayatın anlamlandırılması en güç anında, adreslerinde bulunamayışlarından, kaçırılışlarından, yakalanışlarından? ya kırılganlığından, karşı koyuluşlarından, yarım bırakılışlarından, gözünde büyüttüğü ve bir nehir ısmarladığı bebeğinden bahsedebilir miydi?
karar anı geldi çattı. en güzel soyunan güzü hak edecekti. ikisi sevmeye aç ve bir o kadar da susuz gözlerle, bir diğeriyse kepeneklerin arasından süzüyordu aynayı.
ikinci beden, yargılandı, kirli bulundu ve ait olması gereken yere; yapma çiçeklerin, renkli oyuncakların , boş vaadlerin bolca bulunduğu bol ışıltılı, saçmasapan sabahlara ısmarlanmış bolca ıslak bir geceye uğurlandı. ortalık yapış yapıştı. herkesin birbirini döndürdüğü, bedenlerin bir şişenin ucuna bağlı olarak rulet misali kaderlerinin tayin edildiği bir pazara... yoğun sis ve duman etrafında, herkesin birbirine ve birbirininkine sımsıkı tutunduğu, adi suluboyaların hışmına uğranılan, güneşten epeyce uzak bir geceye bırakıldı. palyaçolardan biri geldi ve kanatırcasına onu sömürmeye başladı. bu sürüngen dansında çokça yanacağı belliydi. etçillere gün doğmuştu bir kez. özel tüketim vergisi de yoktu bu pazarda. ne kadar çok derinlere girerlerse o kadar içlerindeydiler, o kadar birbirine yapışık, o kadar birbirine kaygan!, o kadar kilitli, o kadar tutsak. o kadar küstah, o kadar...
derin bir harbin içinden çıkan, uzun soluklu bir sevi molasında çok şey kaybetmiş ilk beden, 3. bedene yaklaştı. ona dokunmak istedi ama bir nehir ısmarladığı bebeğini düşürmesinden korkuyordu. o bebek ki dillenecek, büyüyecek ve aşkın en kuytuluğunu ezberletecekti dağa taşa... yavaşça bedenini soymak istedi, titriyordu., alnından ayak parmalarına dek inen bir serinlik, korkuyla karışık bir ürperti, bir kaybolma isteği... üçüncü beden ilk kez gülümsüyordu. söyleyemediklerini, birinci bedenin ten yangınlarını dindirmek istiyordu. yavaşça birbirlerine dokunmaya başladılar. yaralarını bağışlanmalıydılar artık. dokunamam, dayanamam, sevişemem, söyleyemem, ağlayamam diyen öykü düşbükenlerin çığlık çığlığa ölümüyle sona erdi. gözlerde, köy ilkokul sevinci bir uyanışa ısmarlanarak...