bugün

barış bıçakçının 2006 yılında çıkardığı, içinde 22 tane kısa öyküsünün, 10 adette şehir rehberi olarak belirttiği metinlerinden oluşturduğu kitabı.
bir şehir rehberi;
"bu berbet şehirde görüp görebileceğiniz en güzel şeyin terk edilmiş bir fabrikanın kara kırıntısı olması saçma ya da gülünç mü? değil. insana özgü bir yavaşlığı, sakarlığı hatırlatan tek şey bu yıkıntı çünkü. şehirde otomobiller, yollar ve binalar, sonunda bütün sıcaklıkların evrenin ölgün sıcaklığıyla aynı olacağı bir geleceğe doğru son hızla gidiyor, uzanıyor, yükseliyor. ama aralarında banka memuru dostum Tuğrul'un da bulunduğu sağlığına dikkat etmeyen, fazlasıyla hayalperest bazı insanlar var ki, onlar gece kurdukları saatin sabah çalışmamasını veya en iyisi geriye gitmesini gönülden dileyerek tatlı tatlı esniyorlar."
beklentilerimi öldüreceğim.
hafif bir hayal kırıklığı oluştursa da süratle okunan bir kitap. şehir rehberi şahane, kapak yazısı için birçok şeyi feda edebilirim.
kitaptan bir öykü:

--burus vilis ölüymüş--

"leyla hanım da ben de tek gelmişiz. onun eşi hastaymış, benimki yurtdışında. yan yana oturttular bizi. yuvarlak masaların etrafında elli altmış kişi varız. şirketimizin geleneksel yemeği. içkili. orkestra da ayarlanmış. ne çalsalar dokunuyor. kalabalığın içindeyken böyle olurum. neyse ki içki sınırsız. iyisinden kırmızı şarap. kadehte ele gelmez bir parıltı, damağımda hoş burukluk.

"hücre bölünmelerinde en çok ilgimi çeken ne biliyor musun?" diye sordu leyla hanım. iş mi konuşacağız yoksa! canım sıkıldı. laboratuar kokusu geldi burnuma. ama leyla hanım benden büyük, şirkette de daha eski. üstelik severim onu. belli etmedim hoşnutsuzluğumu.

"nedir leyla hanım?"

şarap kadehi elinde; bir oğlanınki gibi dipten kesilmiş tırnaklarıyla ince parmakları güzel görünüyor. "dokuyu tamamlayana kadar bölünüyor, bölünüyorlar. tamamlayana kadar, anlıyor musun? çoğalıyorlar. eksikliği gidermek için..." burnunu kadehin içine soktu, sonra "boşluğu doldurmak için..." dedi.

bakteriler üzerinde yaptığımız uzun, sıkıcı araştırmalar, pipetler, beherler, masa saatleri, doldurduğumuz çizelgeler geldi gözümün önüne. oysa leyla hanım, belli, başka bir şey söylemek istiyor. aklında başka bir şey... çok mu içti yoksa! kaygılandım doğrusu.

bereket orkestra hareketli bir şeyler çalmaya başladı da, önce güvenlik görevlileriyle şoförler, arkasından teknisyenler, laborantlar, derken herkes döküldü ortalığa. imalat müdürü bile kalktı. bizse, leyla hanım ile, masa boşalınca sanki birbirimize daha yaklaşmış gibi dip dibe oturuyoruz. leyla hanım'ın iki çocuğu var. birkaç kere işe de gelmişlerdi. kocasının yüzünü anımsamaya çalışıyorum. yalnızca otomobilini anımsayabiliyorum.

ben zaten sessiz, içine kapanık diye bilinirim de leyla hanım'ın bu sessizliği... bu boynu bükük duruşu... arada bir başını öyle bir eğiyor ki, dans edenler görecek diye tedirgin oluyorum. nesi var bu kadının? beyaz önlüğüyle gevezelik ederek odadan odaya dolaşır, bir çocuk gibi sık sık burnunu avcuna sürter, bilgisayarının karşısında şarkılar mırıldanırdı. iki çocuğa rağmen nasıl hâlâ böyle incecik ve canlı olduğuna şirkette herkes şaşar. şimdi o neşeli kadından eser yok. dalgın dalgın şarabını içiyor, çatalıyla tabağındakileri didikliyor. dayanılacak gibi değil. ya ağlamaya başlarsa! bir ara çıkıp dans etmeyi bile düşündüm.

"1992 yılında," dedi leyla hanım titreyen sesiyle, beni dinleyici olarak seçtiğini belli eden bir bakış attı, "on iki yıl önce, istanbul'a gitmiştim, üç günlük bir eğitime."

kadehimdeki şarabı bir dikişte bitirdim. "hücre bölünmeleriyle mi ilgiliydi?" diye muzipçe bir soru sormak istedim ama hiç sırası olmadığını da biliyorum.

"üç günlük bir eğitim, mayıs ayında. eğitime gelen mardinli bir hekimle tanıştım. o..." durdu. sonra dosdoğru gözlerimin içine bakarak adını söyledi. "ümit!" dedi ve yine durdu. öyle çok özellikli bir ad değil ama leyla hanım on iki yıldır ilk kez yüksek sesle söylemiş, bu adı yapan sesleri ilk kez çıkarmış gibi söyleyince adın sahibi bana çok gizemli, çekici biriymiş gibi geldi. ümit.

"onunla... ümit ile güzel sohbetler yaptık. son akşam üniversitenin kampusunda dolaşırken bir akasyanın çiçeğini kopardım. mayıstı, her yerde akasyalar... yürürken arada sırada avcumdaki çiçeği kokluyordum. 'ben de koklayabilir miyim?' diye sordu. elimi uzattım." leyla hanım bir elini dans eden kalabalığa doğru uzattı. ama artık gördüler mi, kim ne der, umurumda değil. kalbimin çarpıntısını kulaklarımda uğultu olarak duyuyorum. kadehimi şarapla doldurdum. onunki bitmediği halde onun kadehini de.

"kokladı. müsafirhaneye dönene kadar dört beş kez beni durdurup kokladı. koklarken dudakları elime değiyordu." leyla hanım gözlerini yine bana dikti. "dudakları yumuşacaktı." gözlerini benden ayırmıyor. o çok cesur ama ben korkudan, heyecandan neredeyse titriyorum.

"uzun bir süre, bunu bilerek yapıp yapmadığını düşündüm. kendi kendime denedim..." avcunda bir şey varmış gibi elini burnuna götürdü. "insan böyle koklarken dudaklar ele değer mi diye..."

sustu leyla hanım, yine başını eğdi. hikâyenin bu kadar olduğunu anlayıverdim.

avcunu burnuna yaklaştırıp çekti. "her şey gün gibi ortada değil mi?" diye sordu gülümsemeye çalışarak.

"evet," dedim, "ortada." ben de gülümsemeye çalıştım ama olmadı galiba."

--burus vilis ölüymüş--
--spoiler--

"Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum," demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu: "insan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"

--spoiler--
Barış Bıçakçı'nın sadelikten adamı dert eden hikaye kitabı.
barış bıçakçı'nın kitabı.

-“güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum,” demişti o. sonra da bana dönüp sormuştu: “insan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?”