bugün

yaz başıydı seni tanıdığımda. tanışmadan tanıdık birbirimizi.. aynı sahil kasabasında yapıyorduk tatillerimizi. ben sevgililerimle, sen sarı kıvırcık saçlı harika kızın ve sürekli tartıştığın eşinle geliyordun. bir de kırılgan görünüşünün içinde beni kavuran asil bedeninle.
hırçın bir evlilikti sizinki ve denizin dalgaları kadar köpük köpüktü sana hissettiklerim. bazen küçümser bakışlarla süzüyordun her hafta başına ayrı bir tenle başlayışımı, bazense ben dudaklarımı kemiriyordum sen kocanla birlite yüzerken. çok ender gülüyordun ama yine de unutulmaz havai fişek gösterileri gibiydi dişlerini her görüşüm.. gündüzleri ben erken çıkıyordum yürüyüşlere; ardımda yatakta serin çarşafların arasında yorgun bedenler bırakarak. sense alışverişten dönüyor oluyordun güneşten daha sıcak bakışlı kızınla.. ben hayali poşetler taşıyordum ellerimde. sen ayağına batan denizminarelerinin imkansız bir aşka dönüşmesinin acısını hissediyordun avucunda kızının eli terledikçe.. bakışlarımız her çarpıştığında içimdeki tuzlu sularda depremler oluyor, kendi içimdeki tsunamilerin altında kalıyordum.karşı konulamaz bir şeyler yaşıyorduk ve ufukta hiçbir acil yardım ekibi görünmüyordu. içimiz ürpertilerle dolu geçerken yanyana, görünmez dokunuşlar yaşıyorduk sanki.

bazen kocanla kavgalarınız bu küçük kasabanın tek gündem maddesi olabiliyordu. normalde iyi görünen bir ilişkinin beklenmedik zamanlarda patlamalarla sarsılışı; ince duvarlı evlerin dizildiği bu sahilde üzücü etkiler yaratıyordu. sana karşı hep kocaman bir gülümsemeyle dolaşan erkeğin, nedense her hava kararışında başka bir insana dönüşüyor ve balkonlarda yenen yaz akşamı yemeklerinin bir sürü aşığın boğazında düğümlere dönüşmesine neden oluyordu. kocanın haykırışları ve hakaretleri, kızının hıçkırıkları ve senin asla duyulmayan iç çekişlerin.
iki yaz boyunca yatağım her tür baharatı taşıyan tenlerle ısındı.. ama içimde hep üşüyen bir yer oldu. gözyaşının tadını taşıyan bir baharatın, sessiz ağlayışlarının ve çaresizliğinin soğukluğunu hep içimde hissettim.. ama ne yapabilirdim. ismini bile bilmediğim bir kadın.. hep hayalini kurduğum bir kızın annesi. annesine benzeyen gözlerinden hayat fışkıran bir kızın annesiydin sen.. tek söz söylemeye hakkım olmayan bir adamın da kadınıydın.

o yaz erken ayrılmıştım sahil kasabasından, ismini bilmediğim kadının yalvaran bakışlarından. istanbul ' da bir facia yaşanmıştı ve beni çağıran acılar vardı. çok sevdiğim bir dostum ve hamile eşi bir kazada hayatlarını yitirmişler, ismimi verecekleri bebeklerinin kokusunu bile bilemeden bu dünyadan göçüp gitmişlerdi. sevdiği insanları toprağa vermeye alışkın kollarım hiç olmadığı kadar güçsüzdü ve ancak bir sahil kasabasında yaşayabileceğim yalnızlık ruhumdaki derin yarayı iyileştirebilirdi.
döndüğümde yaz bitmek üzereydi. eylul ' ün ilk günleri.. sahiller boşalmaya başlamıştı.. sadece yalnızlık hastalığına yakalanmadan önce ilk balayılarındaki coşkuyu hatırlamaya çalışan asil yaşlı çiftler kalmıştı.. yazlıklarımızın arasında birkaç ev vardı.. perdeleriniz kapalıydı.. kendi evime giremedim nedense. sanki kapıyı aralasam içerde beni bekleyen bir parti olacakmış ve birsürü ismini bilmediğim kadın; bosver olenleri biz buradayiz iste diyeceklermiş gibi geliyordu. bazen yaşadığım hayattan nefret etmem bile yetersiz kalıyordu. acımı doya doya yaşamak istiyordum. hiç doğmamış bir bebeğin, ismimi taşıyacak bir bebeğin kaybının acısını en derinimde hissetmek istiyordum.. bu yüzden de yalnızlığımı yaşayarak acımı hissetmek için geldiğim evime giremiyordum işte.. adımlarım bana sormadan bahçe kapınızın önüne getirdi beni.. ismini bile bilmediğim; sadece bakışlarındaki ürkek davete icab ettiğim, tenindeki çillerle kaplı naifliğe vurulduğum, omuz çukurlarında bir ömre bedel vaatler taşıyan bir kadının içi acılara şahit, duvarları sessiz çığlıkları emmiş evinin kapısının önündeydim. bilmiyordum içimde usul usul büyüyen bu duygunun adını. tenhalıklara yakalanmış ruhumun ince sızılarla daha tanışmadığı o günlerde; yaşadığım şeyin aşk mı aşktan öte bir şey mi olduğunu bilmiyordum.. bugün biliyorum ne olduğunu içimi ürperten o şeyin. ismini fısıldamaktan korktuğum o duygunun içinde çalkalanıyorum tam 13 yıldır her kadehte.

tahta perdeli bahçe çitinizin ortasında bir gelinliğin rengini taşıyan kapınızı hani duygularla açtığımı hala bilmiyorum.. bahçenizin ortasındaki sahildeki tek anıt gibi yükselen cevizağacının dibine neden yürüdüğümü de.. ama ağacın dibindeki demir salıncağa çökerken zincirlere tutunup içimden geçeni biliyordum.

bir erkek olarak yaşadığım her gecenin sabahında bir cezayı hakederek uyanmıştım. yaşattığım bütün acıların, terkedişlerin, vazgeçişlerin, suskunlukların, söylemeyerek yıktıklarımın, söyleyerek yıktıklarımın bir bedeli olmalıydı. üzerek öldürdüğüm tenlerin, bedenlerin , kalplerin yaradanı benim için özel bir acı tasarlamış olmalıydı. benim gibi bir adamın; dünyadaki bütün güzel duyguları acıtmış bir erkeğin; bahçesinde bir kız çocuğunun bindiği bir salıncağı olmamalıydı.. ben sevemediğim her kadın için bana ceza kesmeye hakkı olan yaradan ' a cevabımı vermiştim oysa;

sen beni ne kadar sevebildiysen ben de onlari o kadar sevdim !

eylul ayındaydık.. bir yazın son günleriydi. ben tanımadığım bir kadının evinin bahçesinde asla hayalini kuramayacağım bir salıncakta oturmuş; daha bir hafta önce yaşadığım acıyı unutmuş, bahçeye sinmiş olmasını ümit ettiğim bir kadının kokusunu keşfetmeye çalışıyordum..

sırtım pencerelerine dönüktü ama yine de hissettim aralanan perdeyi. arkama baktığımda tekrar kapanan perdeyi ve aynı anda kaybolan bir tutam saçı gördüm; siyah kızıl karışımı düz saçlar . yabancı bir evin bahçesinde yakalanmış olmanın utancıyla telaşlı bir yürüyüşle bahçe kapısına doğru ilerlerken yeryüzündeki tek cennetin kapısı aralandı. tekrar arkama döndüm. cennetin kapısında iki melek duruyordu. cehennemi çok erken bir yaşta haketmiş olan ben utancımı örtecek sözler ararken hafızamda ağzının ortasındaki delik aralandı ve dudak olduğunu sandığım kenarları kıpırdadı;

- ah siz miydiniz? merhaba..

eylul ayındaydık.. ama kulaklarıma hzıla eriyen kar taneleri doluyordu. ağzından sözcükler ; gökten döne döne ilerleyen kar taneleri gibi dökülürken ben içimdeki toprak kaymalarına tutunmaya çalışıyordum. dilim sanki kar yağışına alerjisi varmış gibi paslanmış, tutulmuştu. tek kelime edemedim. oysa sen yeryüzündeki bütün hoşgörüleri ceplerine doldurmuştun ve bana gülümsüyordun.

- sizi tanıyorum. iki yıldır komuşuyuz ama tanışma şansımız olmadı hiç. yazar olduğunuzu da biliyorum. bu mevsimde burada olmanıza şaşırdım. siz hep bizden önce ayrılırdınız. kitap yazmak için mi geldiniz?

kulaklarıma dolan kar tanelerinin ısısı ağzıdnan çıkan her sözcükle yükselirken ben dilimdeki pası çözmeyi başardım;

- ben de sizi tanıyorum. sizin beni tanıdığınız kadar değil ama kızınız gördüğüm en tatlı çocuk. buraya kitap yazmaya gelmedim. zaten uzun zamandır yazamıyorum da. sadece biraz şehirden uzak kalmaya ihtiyacım vardı. ama doğrusu sizi de burada görmeyi beklemiyordum.

- ben.. yani biz.. eşimle ayrıldık.. kızım onunla yaşayacak artık. ben son bir kez burada kızımla olmak istedim. o yüzden geldik. yarın sabah da dönüyorum. kızımı bu akşam babasına yollayacağım. sonra bir kaç parça eşyamı da alıp ben de gideceğim.

-üzüldüm. eşinizi hatırlıyorum. birbirinize yakışıyordunuz.. ama hayat böyle malesef.

- evet! neyse şimdi içeride biraz işim var. kızımı terminale götüreceğim. ben sadece bahçemizde kim var görmek istemiştim. ama eğer isterseniz akşamüzeri birlikte yürüyebiliriz. kitaplarınızdan birkaçını okumuştum. sormak istediğim çok şey var size.

eylul ayındaydık.. bir yazın son günleriydi.. ama işte içimdeki karlar duyduklarıyla harekete geçmiş, büyük bir çığın akışını başlatmıştı. içim üşüyordu. karşımda bir melek vardı. bana birlikte cennette bir kaç adım yürümeyi teklif ediyordu;

- elbette! neden olmasın. hava kapanıyor gerçi ama ben de doğrusu yalnızlıktan sıkılacaktım gece. kaç gibi alayım sizi?

- saat 6 uygun sanırım. eğer isterseniz yine salıncağın aynı sandalyesinde bekleyebilirsiniz beni:)
- zevkle!

edit: bu yazım çok eskiden birden çok internet platformunda yayınlanmış bir hikayemin yeniden düzenlenmiş bir halidir. tek entry e sığmadığı için ikiye bölerek yayınlıyorum.
eylul ayındaydık ve bütün mevsimler birbirine çarpıyordu bir yazın son günlerinde. bir akşamüzerini beklemek bir daha hiç böyle ürpertmedi içimi. bir kadını beklemek hiç bu kadar anlamlı olmadı 13 eylul ' dür..
gökyüzü kararırken hafifçe ve gece elçilerini yollarken kumsalımıza, ben; acaba salıncağa mı otursam, duvara mı yaslansam diye düşünüp duruyor ve ilk randevusuna hazırlanan toy bir oğlan gibi kalp atışlarımı kontrol edemiyordum. daha bir kaç saat önce hafifletmeye çalıştığım bir acı vardı. ama şimdi bana kendi acısından sözeden; iki yıldır gözlerindeki titrek hüzne satırlar yazdığım kadını; bir hayatı bekler gibi bekliyordum..

geldiğinde ağzımda o anda farkedip yoketmeye çalıştığım şapşal bir gülümsemeyle kapının önündeki basamaklarda oturuyordum. onu gördüğüm o andan sonra bir daha asla aynı adam olamadım;

omuzlarında ip askıları olan; ayçiçeği renginde boydan bir elbise, ayağında şık terlikler, ince ayak bileklerinde bir gökkuşağı gibi gözkamaştıran ince gümüş bir halhal, omuzlarında küçük buselere benzeyen minik kızıl çillerle girdi bahçeye ve yüreğimin kuytularına. adımları, bakışları, sesi sabah ki ürkeklikten uzaktı. sanki birşeylere kızmış ama sonra vazgeçmişti. birşeylerin kararını vermişti sanki. anlamak için yüzüne baktım dikkatlice. aydınlıktı. gülümsüyordu. ayağa kalktım. hiçbirşey söylemeden tekrar bahçeden çıkışını izleyerek peşinden gittim. sanki akşamın olmasını beklediğimiz o saatlerde suskunluk sözü vermiştik kalplerimize.

eylul ayındaydık.. kumsalda ikimizden ve ürpertilerimizden başka kimse yoktu. aramızda iki karış mesafeyle yanyana yürüyorduk ve dünyanın en sert rüzgarları esiyordu o dar ama sert kayalıklı kanyonda. aramızdaki bütün yabancılığa, yaşanmış acılara, çekincelere rağmen tenlerimiz arasındaki çekim hissedilebiliyordu. terliklerini bahçe kapısının önüne bırakmış, yalın ayak yürüyordu. küçük ayaklarında kanlı buseleri andıran bordo ojeli parmakları vardı. ben o parmaklara sanki tunçtan bir piyanonun tuşlarına bakar gibi bakıyordum. hiç konuşmuyorduk. batan güneşe ilerleyen iki süvari gibiydik. gökyüzü yaşadığımız olağanüstülüğe katkıda bulunmak istercesine hızla kararıyor, deniz giderek koyu lacivert bir örtünün altına giriyordu. tenlerimizin birbirini isteyişi giderek güçleniyor, dayanılmaz bir savaşıma dönüşüyordu. sanki bu çaresiz kavrulmaya bir son vermek ister gibi ağzındaki delik açıldı tekrar ve yürüdüğümüz kumsala şaşırtıcı sözcüklerle duyduğum en güzel ve delice teklifi yazdı;

- benimle yüzmek ister misin?
- şimdi mi? hava kararıyor ve yağm...
- benimle yüzmek istermisin dedim sadece!
- kesinlikle isterim..
- o zaman yetiş bakalım bana mantık delisi yazarcık!
- ?????

eylul ayındaydık ve bir daha asla bir elbisenin omuzlardan ayakbileklerine düşüşü böyle ilahi birşey gibi gelmedi bana. hiçbir zaman bir çift omuz üzerinde düşünmedim saatler boyunca ve hiçbir zaman bir kadının kokusunu bu kadar kazımak istemedim hafızama.
koşarak girdi denize.. esmer kızıl rengi karışımı tenine giydiği siyah bikini tehlikeli bir kokteyle dönüşmüş; denizdeki bütün balıkları ve beni sarhoş etmişti. üzerimi çıkararak koştum arkasından. hayatımda kendimi hiç bu kadar acemi ve şapşal hissetmemiştim. sabah ki ürkekliğini üzerinden atmış, aramızdaki herşeyi o idare eder olmuştu. ben; adı bütün süslü bebeklerin telefonunda kayıtlı olan bense; bir kavalın peşinden giden bir çocuk gibi ilerliyordum köyümün dışına.. denize girdiğimde o oldukça açılmıştı. ben biraz ona doğru yüzdüğümde , birden hatırlamış gibi beni geriye döndü ve bana doğru yüzmeye başladı. yanıma geldiğinde kıyıya doğru birlikte yüzmeye başladık. giderek kararan akşamda zayıf kolları birer hançer gibi parlıyor ve tenimi kamaştırıyordu. ayaklarımızın değebileceği bir sığlığa gelince sözleşmiş gibi durduk. ağzının ortasında kırmızı mücevherlerle süslenmiş gibi duran mağara yine aralandı ;

- ismini biliyorum. benim ismim ebru. ama öğrenmek istediğim bir şey daha var seninle ilgili.
- nedir o?
- dudaklarinin tadi !..

eylul ayındaydık.. bir yazın son günleriydi. bir günün bitimindeydik. bir talanın ortayerinde. taze acılarla örülü bir yazın son günleriydi ve dillerin ağız içinde izlediği yolları ezbere bilen ben o akşam ağzında kayboldum ebru! bir daha hiç bulunmak istemeyecek kadar kayboldum yoksul bir çocuğun pazaryerinde kayboluşu gibi. dillerimiz birbiriyle tanışırken ve tokalaşırken birbirine dolanarak; kollarımız bu tanışmayı bir davete dönüştürmek için buldu birbirini. o gece muzipliği tutmuş olan gökyüzü de bu tanışmayı bütün haber ajanslarına karşı kıyılara bir yıldırım düşürerek bildirdi. bütün dünya bedenlerimizin tanışmasını kutladı havai fişeklerle. biz o havai fişekleri göremedik ama kasıklarımızdaki kemikler de yaşanan patlamalar bütün denizi sarstı o gece. ama birden birşey oldu. arzunun esiri olmuş bu iki bedenin üzerine, vazgeçilmiş, eksik kalmış, hep istenilmiş hiç yaşanmamış bütün sevişmelerin acısını çıkarmak üzere olan bu iki bedenin üzerine ılık eylül yağmurları düşmeye başladı. omuzlarından süzülen yağmur taneleri bir ilki yaşattırdı bize. sen ağlamaya başladın, ben sana eşlik ettim en iri gözyaşı damlalarımla. içimizde tuttuğumuz acılar koyverdi kendine gözyüzüne selam durarak. ve biz; bir eylul akşamında, denizde ağlayarak, yağmur altında birbirimizin gözyaşlarını içerek seviştik.. o an yaşadığımız şey kocaman bir tuz gölüne dönüştü.. denizin tuzu, terimizin tuzu, gözyaşlarımızın tuzu, arzuların kasık seviyesinden yükselttiği sıvıların tuzları birbirine karıştı ve biz hepsini içtik deniz tükenene kadar. bedenlerimiz yaşadığımız ilahi dokunuşun, yağmurun, denizin, bu büyülü bir film setini anımsatan sahnenin esiri oldu. kendi yarattığımız mucizeyi izledik tekrar öpüşerek. gırtlaklarımıza hıçkırıklar bırakarak. derin vadilere sahip bedeninde ellerim tehlikeli slalomlar çizerken yüzümü gökyüzüne kaldırdım. gök delinmiş ve bütün sıkıntısını sevişmemizin üzerine boşaltıyordu. biz ruhumuzdaki bütün sıkışmış çekmeceleri açmayı başarmış, ruhumuzdaki bütün zehirleri döküyorduk denize. yağmur damlaları kirpiklerimi ıslatırken , denizin suları, yağmurun suları heryanımızdayken dudaklarımız hala kupkuruydu bütün ıslak sevişmelerimize inat. tuzluydu çünkü yüreğimiz . içimize akan bütün gözyaşlarının yangını hakimdi öpüşlerimize. bu yangını ancak ruhumuza örteceğimiz bir perde son verebilirdi. başka bir yangını başlatmak için bir diğerini söndürmek gerekirdi bazen.. tükettik ağlayışlarımızı. aldırmadık yağmura. yeni doğmuş gibiydik ruhlarımızın bu erken boşalmasından sonra ve yeni doğmuş iki insana yakışır şekilde çırılçıplak kaldık. bir fetihe hazırlanan ordular gibiydik. aşk miğferini giymiş iki başkomutan gibi ilerledik tutkunun başkentinde.bütün dinlere, bütün dillere ve ten renklerine saygılı bir fetih yaşayacaktık denizin ortayerinde. artık bedenlerimizi, kasıklarımızdaki yangını, arzunun piyadelerinin başlattığı bu fetih yürüyüşünü durduracak hiçbirşey yoktu. sen şehr-i istanbul kadar güzeldin .. ağlamaktan yorulmuş gözlerimizi gözlerimizde dinlendirdik birkaç saniye. susmaktan yorulmuş dudaklarımızı omuzlarımızda birer hamağı andıran gamzelerde dinlendirdik. küçük ellerinin minik parmakları çıplak göğsümde notalar çizerken ben büyük bir şarkıya imza atacak kor bir sair gibi ilerledim içinde..

eylul ayındaydık.. bir yazın son günleri, bir aşkın ilk saatleriydi.. suların içinde korlaşmış iki beden vardı alev almak üzere olan. ama hayat denen kuklacı sahneye en trajik oyununu koymak üzereydi ve biz bunu bilseydik iki yabancı gibi geçerdik bu kumsaldan yanyana. ellerimiz en kuytu acılarımıza dokunurken hayat oyununu başlattı ve bir ses böldü geceyi;

- anne !

eylul ayındaydık.. bir utancın ilk saniyeleri.. iki farklı acıyı gömmek için birbirinin bedenlerini seçmiş bu insanın yaşadığı şeyi tarife ancak utanç sözcüğü yeterli olabilirdi. kumsalda mavi gözlü , sarı kıvırcık saçlı bir melekcik bize bakıyor ve yaşadığı düşkırıklığını hazmetmeye çalışıyordu. otobüste uyuyakalmış, kötü bir düş görmüş ve gitmeyi reddederek geri dönmüştü. annesinden ayrılamayacağını anlamıştı. ama karşılaştığı şey; acısını birlikte yaşamak istediği annesi değil, bir aşkın enkazından çıkar çıkmaz başka bir aşkın sularında yüzen bir kadındı. o daha çocuktu ve bilemezdi avunmanın ne acılı bir ihtiyaç olduğunu..

13 eylul geçti o akşamın üzerinden.. bugünlerde içimde o gün filizlenen bir fidanın ağacı var. yüreğimde bir ceviz ağacı.. dibinde utançtan bir darağacı. kendimi asacağım günü bekliyorum..

şimdi 13 eylül sonra gerisini hatırlamak istemediğim o eylül akşamının bütün sızıları içimde. en derinimde ortaya çıkıp beni ısıracakları günü bekleyen minik sıçanlar gibi bekleşiyorlar ve ben hala hafızamda tutmaya çalıştığım o kadının kokusuyla uyanıyorum her sabah. her eylül, takvimlerden kopan her sayfa, boğazımdan bir hıçkırığı söküp alıyor ve ben ;

bir tek dokunuşu özlüyorum her dokunuşta... ve içime dokunuyor bazı dokunuşlar..

o eylul akşamına dair hatırladığım en son şeyse sezonun o akşam kapandığını anlayan ve gökyüzünün muzipliğine eşlik etmeye karar veren, yazlık club ' ın dj' inin çaldığı son şarkı;

nolur sormasinlar bana.
nolur soyletmesinler derdimi.
saklarim ben onu kendime.
yerim kendi kendimi.
akiyorsa yaslar gozumden,
dinmiyorsa bir turlu gece gunduz,
karardiysa butun dunya,
vardir elbet bir sebebi
--spoiler--
aynı terasa açılıyordu, yanyanaydı kapılarımız kaldığımız pansiyonda. sabahları ya da akşam üzerleri karşılaşıyorduk. ortak duş, ortak mutfak, çekingen bir selamlaşma. aynı terasta yanyana kuruyordu çamaşırlarımız. bu ürpertiyordu beni. acemi, tutuk bir kaç sözcük eşliğinde beyaz şarap içerek aynı terasta seyrediyorduk günbatımını. bu da ürpertiyordu beni.
ışığın azalan şiddetinde yanyanaydı terasa vuran gölgelerimiz ve karışıyordu birbirine. elimizde olmadan gülümsemiştik bakışlarımız çarpıştığında. sahildeydik ve aynı kitabı okuyorduk ilk karşılaşmamızda da. sezon açılmamıştı, seyrekti sahiller, daha erken yaz gülümsüyordu. pansiyon önündeki sandalların kıpırtısı, çiçeklerin çekingen dirimi, günbatımıyla gölgelenmiş alanların rengi kalmış aklımda. ikimiz de yalnızdık ve birbirimize ilişmemeye çalışıyorduk adını kimselerin bilmediği o uzak sahil kasabasında... oysa güneşin batışını izlemek gibi kendiliğinden bir birlikteliğe dönüştü paylaştığımız şeyler. birbirinden kamaşmaya başlamıştı. tenlerimiz, dokunmasan da, yanındaki gövdeyi duymanın şiddetine dönüşmüştü. aramızdaki çekim tenin çağrısı hazırdı kendine kurulan bütün tuzaklara. o akşam terastaydık gene. gün çoktan batmıştı. çamaşırlar asılıydı, uzaktan şarkılar geliyordu ve kekik kokuları... nedense herzamankinden başka bakıyordun bana. sonra usulca dedin ki: "ilk kez birinin tenine dokunma isteği duyuyorum içimde." benim için yaz başlamıştı. "dokun öyleyse" dedim. sustun. uzun uzun baktık birbirimize. kendine nasıl karşı koyduğun okunuyordu yüzünün derinliklerinde...
sonra hiçbir şey söylemeden usulca kalktın, odana gittin, yavaşça örttün kapını. saatlerce orada, gecede ve terasta kaldım. sabah uyandığımda, odanın kapısı açıktı, eşyalarını toplayıp gitmiştin, baktım... yalnızca terasta unuttuğun havlu çırpınıyordu rüzgarda.
bir daha hiç rastlamadım sana. hiçbir yerde, hiçbir yazda. düşünüyorum aradan onüç yıl geçmiş. onüç yıl içinde uyanan o isteğin anısı saklı duruyor mu sende?
birden adını hatırlamadığımı farkettim bunu yazarken. ama terasta çırpınan havlunun rengi hala gözlerimin önünde...
onüç yıl sonra şimdi sevgilimden ayrıldığım bu derin, bu kavurucu günlerde, neden ansızın aklıma düştüğümü sordum kendime.
sonra anladım:
"bir aşk birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiç bir seferinde!"...
--spoiler--

terastaki havlu - murathan mungan

yazarlık hayatımın başlama sebeplerinden biri olan yazı. büyük üstada saygılarımla..
--spoiler--
heR yeRi boyami$sin cok guzel ama buRda biRaz kan kalmi$. zinciR kalmi$ kiRbac kalmi$. sana dokundugum gunleRde bana sevgilim deRdin, aRtik onu unuttum diyoRmu$sun cok guzel ama buRda biRaz sonbahaR kalmi$. ihanet kalmi$ bencillik kalmi$. koRkunc yolculuklaR planlaRdik insanlaRdan uzaga. elleRimizi bıRakip yuzmuzu bıRakip, ayaklaRimizi biRakip gidecektik. cok guzel ama buRda benim biRaz çocuksu safligim kalmi$. aptalligim kalmi$ du$leRim kalmi$.

cok guzel! ama buRda biRaz heR $eye Ragmen hala benim sana hasRetim, benim senin gogsunu yumRuklaya yumRuklaya aglayi$im, benim.. benim senin bana hediyen lök gibi yalnizligim kalmi$
--spoiler--

unut beni,umutlanma bana diyorsun ama beni yetim bıraktığın bu zamanda kendimi ödünç hissediyorum. bu ödünç hançerin öldüremez beni! adı üstünde ödüncüm, emanetim, eğretiyim burada. duramam emanet olduğum yerde! gelir akar, yatağımı bulurum!

unutma!

sular birbirine karışmak için akar!
akillara bir an bir ortaçgil sarkisini getirdi: "eylül aksami"...
(bkz: acılara tutunmak)
--spoiler--
"bir sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyor. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? torna vida yemiş gibi oldum. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bir surat... ama bu sefer başka güzel orospu. oranin sarkilari gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazim cok para
--spoiler--

(bkz: masumiyet)
(bkz: nasıl filozof oldum)
o gece, o bodrum katında gördüğüm de kendisini gözlerimiz kaçmadı boşluktan. baktık inatla birbirimizin içine. içimizi gördük sulanan gözlerimizin ardında. sıktık dişlerimizi. "rest" çektikçe dumanların altında, ikimizde çoktan vazgeçmiştik kazanmaktan.

kazanmaktan vazgeçtiğimiz için kaybetmeye çalıştık. kaderin cilvesiydi sabaha kadar kazanmamız. ve, hayatın bize yapmış olduğu en boktan şakasıydı. inanamıyorduk bir dost gibi girmiş olduğumuz bodrum katından kol kola yürüyen iki sevgili olarak çıkmamıza.

güneş doğmaya yüz tuttuğunda sorduk birbirimize:

-bana gelmek ister misin?

cevaplarımız gülüş oldu yankılandı sabahın aydınlığında boş sokaklarda. "sana mı gelmemi istiyorsun?" diye başka bir soru sorduğumuzda karşılıklı, tekrar güldük ve o melun soruyu sorduk son kez:

-sen kimsin?

aynalara bakmaktan vazgeçtik. duvarlara bakarak kestik sakallarımı, ve ellerimize değenlerden ibaret oldu yaşam. hissetiklerimiz kadardı dünya. başka da bir şey değil. biz o gece gözyaşlarımızı içtik, bütün sıvıları tükettik ve ağlayarak, parça parça olarak gün doğana kadar seviştik.

not; başka siberalemlerde de yayınlanmış eski bir yazımın yeniden düzenlenmiş halidir.
acımı öptüm durdum sen diye!
bir acım var anlatsam önünü göremezsin!
(bkz: aşk bazen sıçmak gibidir)
(bkz: south park)
(bkz: eric cartman)
Artık sazın bağrı mı olur
Kimsenin bilmediği bir ağrı mı
Gider kendine gömülürsün
Yoksa bu şehir bu sokaklar
Seni alır kullanır seni alır kullanır
Santim santim çürürsün.
acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksik..
--spoiler--
şimdi saat sensizliğin ertesi
yıldız dolmuş gökyüzü ay-aydın
avutulmuş çocuklar çoktan sustu
bir ben kaldım tenhasında gecenin
avutulmamış bir ben...

şimdi gözlerime ağlamayı öğrettim
ki bu yaşlar
utangaç boynunun kolyesi olsun
bu da benden sana
ayrılığın hediyesi olsun

soytarılık etmeden güldürebilmek seni
ekmek çalmadan doyurabilmek
ve haksızlık etmeden doğan güneşe
bütün aydınlıkları içine süzebilmek gibi
mülteci isteklerim oldu ara sıra, biliyorsun..
şimdi iyi niyetlerimi
bir bir yargılayıp asıyorum
bu son olsun be..bu son olsun!
bu da benim sana
ayrılırken mazeretim olsun!

şimdi saat yokluğunun belası
sensiz gelen sabaha günaydın!
işi-gücü olanlar çoktan gitti
bir ben kaldım voltasında sensizliğin
hiç uyumamış bir ben...

şimdi dişlerimi sıkıp
dudaklarıma kanamayı öğrettim
ki bu kızıl damlalar
körpe yanağında bir veda busesi olsun
bu da benden sana
heba edilmiş bir aşkın
son nefesi olsun...

kafamı duvara vurmadan
tanıyabilmek seni
beyninin içindekileri anlayabilmek
ve yitirmeden, yüzündeki anlık tebessümü
bütün saatleri öylece durdurabilmek için
çıldırasıya paraladım kendimi
lanet olsun!
artık sigarayı üç pakete çıkardım günde
olsun be! ne olacaksa olsun!
bu da benim sana
ayrılırken şikayetim olsun
--spoiler--

ayrılığın hediyesi
aşk bazen 100 dolar verip bir gece yaşamaktır.
(bkz: genç werther in acıları)
[hiçbir şey sevişmek yaşamışlığım]
[hiç kimse misin bilmem ki nesin]
-uykumun arasında çağırdığım-
--spoiler--
bir kış gecesi yorgun argın dönerken yaşlı annemle yaşadığım o bodrum katına, bir ses duydum geçtiğim parktan gelen. ya birisine tecavüz ediyorlardı. ya da bir yavru kedi mırlıyordu.
yorgun adımlarla sesin geldiği yöne gittim. sol elimde şarap şişesi, sağ elimde ise sigaram. ağlıyordu birisi. parkın en karanlık bölgesine geçmiş, elleriyle yüzünü kapamış, ağlıyordu.

sesi çatlaktı. eminim ki ruhu da çatlaktı. bu yüzden de hayat akıp gidiyordu ruhundan. hafifçe eğildim. ve yüzünü kapayan ellerine dokundum. bir anda göğsümde iki el hissettim. beni yerimden sarsıp da geri iten iki el. gecenin karanlığına karışan o çığlık bir de;

"defol pis serseri!!!"

defolu olduğumu anlamıştı. tanrı'nın üretim hatasıydım ben. annem, beni kürtajla aldıracakmış aslında. bir keresinde ağzından kaçırmıştı. kürtaj zamanı geçtiği için aldıramamış. kendi sağlığı tehlikeye girer diye. dünyaya getirmiş. getirmek zorunda kalmış.
anne rahmine düşüşü bir pişmanlık olan beni tanımıştı. o yüzden de gidemezdim. kıvrıldım bankın ucuna. sesi hala çatlaktı. ağlamalarının yerini iç çekişler alıyordu. bir ara uzandım. sol elimdeki şarap şişesini kendisine uzatıp da yanağına düşen saçlarını kulağının arkasına soktum. bu kez göz göze geldik. benim gözlerim yitikti. onun gözleri ise iki yıldız.
gökyüzünden kayıp da bir meleğin yüzüne yerleşmişlerdi.

titredim. oysa üşümemek için içiyordum. aşkı, şarabı ve hayatı...

üşüyordum ama. içim titriyoyordu. nefesim kesiliyordu. kalbim, göğüs kafesime sığmıyordu. bedenim, ruhuma dar geliyordu. elimdeki şarap şişesini kavrayıp da kafasına diktiğinde boynu ortaya çıkmıştı.
her an kırılacakmış gibi naif ve hassas. burnu küçüktü. saçları siyah. yanakları al.

ölüyordum. mezarım ise sol yanağındaki gamze oluyordu. bir gece yarısı diri diri bir insana gömülüyordum.

sustum. kaldım yerimde. yaklaştı hafifçe. iç cebinden bir paket sigara çıkardı. bir dal bana uzatıp bir dal da kendi ağzına yerleştirdi. yaktım sigarasını.
başladı anlatmaya; acı takası merasimi başlamıştı. biliyordum. hayatta bildiğim tek şeydi bu. anlattı. anlattı. anlattı... ta ki anlatacak bir şeyi kalmayana kadar. güneş doğmak üzereyken birbirimize sunduk. o bana koca bir terkedilmişlik verdi. ben ise ona hiç sevilmemiş koca bir hayat sundum.

sakladı kendi acısını. avuçlarında sıkıp da sabahın o kendine ait ve kendine özel soğuğuna karışacakken kaldırımdan aşağı indi.
sağ çarprazdan gelen yük kamyonu bedeninin alıp götürdü. acılarım içime gitti.. acılarım içselleşti. hiç sevilmemiş olan koca bir bedene, bir de koca bir terkediliş eklendi
--spoiler--
''dünya bir tezgahtır. tezgahın hangi tarafında hayat olduğuysa ancak ölünce anlaşılır.''

AŞK, SEKS, SEVGi HEPSi BiRER ALIŞ VERiŞ. VERDiĞiN KADAR ALIRSAN MUTLU OLURSUN, ALAMAZSAN MUTSUZ..
klasik filozof olduğunu sanmaktır. bu sözü söyleyen kendini filozof sanıyor. aşk x e benzer. hayat x gibidir. ben bunalrı yazdım ya. artık filozofum.
--spoiler--
korkaklar öpücükle öldürür
cesurlar kılıç darbeleriyle
kimi gözyaşıyla öldürür
kimi kılı kıpırdamadan
çünkü herkes öldürür sevdiğini
ama herkes öldürüldü diye ölmez
--spoiler--
çünkü aşk birbirine hayatını ikram etmektir.