bugün

genel müdürümüzün anlatmış olduğu bir atatürk anısını paylaşmak isterim, müdürümün babası ulu önderin muhafız alayında subay olarak görev yapmaktaymış, kendisinin görev yaptığı zamanın birinde atatürk ingiltere kralı edward için bir resepsiyon veriyor ve ingiltere kralı (8. edward), sevgilisi ile (amerikalı dul bir bayan) türkiyeye geliyor ancak protokolde sevgili vasfıyla birine yer açılamayacağı için kadın getirilmiyor, daha sonraki sohbette atatürk ingiltere kralına eşiniz var mı diye soruyor kral da anlatıyor amerikalı sevgilisi olduğunu ve ingilteredeki aristokrasi ve kilisenin bu olaya karşı çıktığını daha sonra atatürk müdürmüzün babasını çağırıyor ve kadını getirmelerini emrediyor, kadın geldikten ve kral teşekkür ettikten sonra atatürk şu yorumu yapıyor "benim için vasıf önemli değildir azizim, kalp önemlidir kalp" diyerek insana verdiği değeri göstermiştir daha sonra da zaten edward tahtı bırakarak sevgilisiyle evlenmiştir.
atatürk yemek yerken ingiliz astsubayın kendisini izlediğini farketmiş.önceleri umursamayıp yemeğine devam etsede uzun süre devam eden nefret dolu bakışlar atatürk' ü rahatsız etmiş.
yaverine bakışların sebebini öğrenmesini buyurmuş.
yaveri ata'ya: " çanakkale' de babasını öldürmüşsünüz atam !" demiş.
atatürk' ün verdiği cevap ise şu olmuş :
" git sor kendisine; babasının çanakkale'de ne işi varmış
Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına
rastladı.

Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.

- Merhaba nine.

Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;

- Merhaba dedi.

- Nereden gelip nereye gidiyorsun?

Kadın şöyle bir duralayıp,

- Neden sordun ki, dedi. Buraların saabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?

Paşa gülümsedi.

- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin
malıdır.

Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip
nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.

- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği,
atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet
aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.

- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?

- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum
gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez
görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa.
Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı
Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan
belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.

- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü
sertleşti.

- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim
Vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı.

Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan?
Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur
dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa
yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem
gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım
ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu
dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi.

Bana dönerek,

- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim
vefalı Türk anamdır bu.

Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte
aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan
Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere
fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.
Ikisi de ağlıyordu. Iki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana
oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın
ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket
çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e
uzattı;

- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana
hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp
peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik.
Oradakilere şu emri verdi;

"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin.
Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım
olsun." *
(bkz: atatürk ün yunan bayrağına basmaması)
(bkz: atatürk ün opera ile ilgili anekdotu)
o büyük liderin, şanlı komutanın, annesinin ölümüne bile vatanın kurtuluşuyla teselli bulan vatan sevdalısının hüzünlü bir anısı;

Yıl 1922. 14 Ocak gece yarısı. Mustafa Kemal’in özel treni Eskişehir’e doğru gidiyor. Bu yolculuk bir kamuoyu yolculuğu olacak ve Gazi, savaş sonrası Anadolu’sunda bazı şehirlerin nabzını yoklaya yoklaya izmir’e gidip annesini görecek. Ve Latife’yi.

Ama o gece çok sıkıntısı var Mustafa Kemal’in ve bir türlü uyku tutturamıyor.
Ali Çavuş kompartımanın kapısı önünde sigara üstüne sigara içiyor. Kapıya dayanmış karanlığı seyrederken bir yandan da kendi kendine mırıldanıp duruyor.

“Bu işin bu kadar çabuk oluvereceğini hiç düşünmedim.
işte, sonunda şifreli telgraf geldi. Zübeyde anamızı yitirdik. Peki, ne duruyorum. içeri girip onu uyandırmalıyım. Ama işe bak, giremiyorum. Kıyamıyorum paşama. Nasıl derim ki: ‘Anamız öldü paşam!’ diyemem.

Onun yüreği anası için atar. Hep söyler. Vatanı kurtarmakla anasını kurtarmak aynı anlama gelir onun için. Kapıyı açsam, telgrafı uzatsam, ‘Paşam sen sağ ol’ desem ‘Eyvah demez mi?’ ‘Koca vatanı kurtardım ama anamı kurtaramadım demez mi?” Ali Çavuş, anlattığına göre birden yerinden sıçramış. içeriden bir ses geliyor. Mustafa Kemal sesleniyor.

Çavuş kompartıman kapısını açıp selam duruyor:
“Emret Paşam”.
Mustafa Kemal yatağa oturmuş soruyor telaş ile:
“Ne demeye kapıda bekliyorsun sen?”
“Uyku tutturamadım da Paşam”
“Annemden bir haber var mı?”
“Az önce bir telgraf geldi dediler, şifreyi çözünce size sunacaklar.”
“Boşuna kıvranma Ali, benden de saklamaya çalışma. Ben haberi aldım.”
Ali Çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya çalışıyor ve merakla soruyor:
“Ne olan, ne haber aldın ki paşam? Hayır haber inşallah.”
Mustafa Kemal usul usul anlatıyor.
“Az önce dalmışım, rüyamda yeşil bir ovada anamla el ele geziniyorduk. Hep olduğu gibi bana birşeyler anlatıyordu. Birden bir fırtına çıktı. Bir sel bastırdı, anamızı aldı götürdü. Hiçbir şey yapamadım. Hiç, hiç!..”
Çavuşu bir titremedir almıştı. Derken.. Mustafa Kemal emri verdi:
“Çocuk! Al getir şu telgrafı, hemen!” Ali Çavuş kompartımandan çıkar çıkmaz, çözümü getiren görevliyle karşılaştı.
“Ver onu” dedi. “Paşamız bekliyor.”
Kağıdı aldı, içeri girdi, selam durdu ve: “Sen sağol paşam” dedi.
“Millet sağ olsun.”
Gözünden iri bir damla göz yaşı akıvermişti. Çavuş “Ağlama paşam” diye yalvardı.
“Neden? Ben insan değil miyim? Anam öldü. Ben buna ağlarım. Ama, Anavatan kurtuldu. Bununla da teselli bulurum. Benim için ikisi bir.”
işte ben bunun için:
‘Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini’ diye cevap vermedim mi Namık Kemal’e? Birden Mustafa Kemal ile Ali Çavuş birbirlerine sarıldılar ve açık açık, hıçkırıklarla, içli içli …
bilgi yayınevi'nin 82'de bastığı "atatürk'ün anıları" adlı kitabında, ata'mızın samsun'a gitme arefesinde olduğu kısımda yer alan, ve kendisine ait olan şu sözler, beni çok etkiledi;

"ne âlâ şey! ben o gün, bütün bunları bilmiyordum. talih bana öyle elverişli koşullar hazırlamıştı ki, kendimi onların kucağında bulduğum zaman, ne kadar bahtiyarlık duydum, anlatamam.. nezaretten çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. kafes açılmış, önümde geniş bir âlem! kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim.."

nur içinde yat paşam!